Ömer Seyfettin’in Ölümü: Ülkücünün Çilesi
Ömer Seyfettin’e Allah’tan rahmet dileğiyle…
“Ömer Seyfettin’in korkunç ölümü” başlıklı haberleri okudum, yazılanlara inanmadım ama inanan birçok insan gördüm. Ömer Seyfettin’le ilgili en kapsamlı araştırmaları yapan kitapları inceledim. Ömer Seyfettin’le ilgili her şey var, korkunç ölümle ilgili bilgi yok. İyi ama bu yalan haberleri yapanların bir amacı olmalı diye düşünürken fark ettim ki amaç itibar suikastı.
Ömer Seyfettin, büyük hedefleri olan bir insandı.
Büyük hedefleri olan insanlar, ülküleri uğruna dönmemek üzere yollara düşerler.
Onlar; milletini korumak, yurdunu yaşatmak için mücadele eden, gerekirse de can verip devleşen kahramanlardır. Hem de en küçük bir karşılık beklemeden…
Bir ülkücüyü en iyi anlatacak kıssa kanaatimce şudur: Hikâye bu ya… Karıncanın biri hacca gitmeye karar verir ve yola çıkar. Yolda karıncaya sorarlar, sen bu gidişle Kâbe’ye nasıl varacaksın?
Karıncanın cevabı müthiş: “Kâbe’ye varamam belki ama hiç değilse yolunda ölürüm.”
Ülkü yolunda ölmek… Sonunda ad, san, şan, rütbe beklemeden…
Bu yolun sonu meçhul, bu yol dikenli, taşlı… Ateş denizinde mumdan kayığa binmek gibi bir şey ülkü yolunda yürümek...
Ülküsü uğruna yola çıkanlar, bu yolda ölenler bazen de ülkü denen nazlı güzele kavuşanlar vardır. Karınca misali ülküsü uğruna dönmemek üzere yollara düşenlerin rahat bir hayatı olmaz. Hayatları çilelidir ama ülkücünün çilesi ne yazık ki ölünce de bitmez. Ömer Seyfettin gibi, Namık Kemal gibi, Ziya Gökalp gibi, Mehmet Akif Ersoy gibi, Atatürk gibi daha nicelerinin hayat hikâyesi bunu bize göstermiştir.
Ülkücünün çilesini anlamak için ölümünün 100. Yılında Ömer Seyfettin’in hayatını ve hikâyelerini tekrar tekrar okumak gerek. Yakın tarihimizin tanığı Ömer Seyfettin’i tanımak, bu zor coğrafyada yaşayan Türk milletine yol gösterecek, ufuk açacaktır.
Ömer Seyfettin bir subaydı, öğretmendi, Millî edebiyatın kurucularındandı, hikâyeciydi. Türk’e Türk olduğunu hatırlatan ve Türk’e bir dili olduğunu anlatan ve yazı dilini Türkçeleştiren bir idealistti. Tahir Alangu, yazarın hayatını anlattığı kitabına en isabetli ismi koymuş: Bir Ülkücünün Romanı.
Ömer Seyfettin gencecik yaşında ülküsünü söyledi, Türk dedi, Türkçe dedi, “Yeni Lisan” dedi, “Yeni Hayat” dedi. Dedi ama Ziya Gökalp ve Ali Canip’ten başka ciddiye alan olmadı.
Fikirlerini beğenmediler, bunlar rüya dediler, olmaz dediler, bu da kim, dili takır takır kuru dediler. Kültüre egemen çevreler hak etmeyen başkalarını öne geçirip yüceltirken Ömer Seyfettin’i görmezden geldiler. Hatta edebiyatçı bile saymadılar. Mehmet Emin Yurdakul’u ve Mehmet Akif’i saymadıkları gibi…
Saymadılar, arka planda bıraktılar ama o bir kılavuzdu, kendi yolunu kendi çizen öncü bir kalemdi. Ömrünün babasınınki gibi uzun olacağını düşünüyordu ama olmadı. 36 yıllık kısa ömründe acelesi olan biri gibi çalıştı; çok okudu, çok yazdı, söylediklerini başardı ve halk onu okudu ve çok sevdi.
Döneminde yabancı kelime kullananlara kafa tuttu, Köroğlu gibi. Nasrettin hoca gibi nüktedandı, eleştirel bakış açısına sahipti, heccavdı. Eğilip bükülmedi kimseye, şahsi menfaat peşinde olmadı. Eserleriyle dalları meyve dolu bir ağaç gibi verimliydi. Edebiyatın karıncası oldu, ağustos böceği olanlara inat çalıştı. Durmadan yazdı, yazdı ama 1915-1916 yılları İstanbul’un siyasî-ideolojik havası ve evlilikle ilgili sıkıntıları sebebiyle yazı hayatı açısından durgun geçti.
Savaşa, esarete, ihanete, yağmura, çamura, soğuğa, yokluğa, acıya, yalnızlığa dayandı. Efruz Bey gibilere inat millî kahramanlara, Türk milletinin erkeğine, kadınına, çocuğuna güvendi ve hikâyelerinde bunları anlattı. Mücadeleciydi. Koca bir devletin batışını gören gözleri yeni bir devletin doğacağının da farkındaydı. Başkaları gibi mandacı olmadı. Hem geçinebilmek için yazdı hem de kuruluşun inşası için. Bir sene içinde on beş sene içinde yazdığından daha çok eser verdi.
II. Meşrutiyet döneminin öncesinde ve sonrasında Osmanlı’da yaşanan gelişmelere tanık oldu. Rumeli’de teğmen olarak görev yaparken Bulgar, Sırp, Yunan komitalarının Türk köylerine yaptığı baskın ve katliamı gördü. Atına bindi, elinde silahı Balkanlarda vatan müdafaasına girişti; çünkü o bir askerdi. Korkunç günler, aylar, yıllar geçirdi. Günlüğüne her şeyi yazdı. Ölmeden mezarı kazılanları gördü. Türklerin yaşama hakkı yokmuş, diye yazdı hatıratında.
Ömer Seyfettin dertlerimizi de yazdı dermanını da, Muhsin Çelebi gibi yiğitleri de yazdı Efruz Bey gibi olanları da. “Hayır, hayâl ile yoktur benim alışverişim,/ İnan ki her ne demişsem, görüp de söylemişim” diyen Mehmet Akif Ersoy gibi bütün gerçekliğiyle ne gördüyse onu yazdı.
Yaşadıkları, gördükleri bir yüreğin kaldıracağı şeyler değildi, hikâyelerinde anlattı ama bazıları okumaya bile dayanamadı bu acıları ve yazarı eleştirdi. Çocuk hikâyesi yazmadığı, 160 hikâyesinden çocukluğunu anlattığı çok az hikâyesi olduğu halde çocuklara uygun olmayan şeyler yazan bir çocuk hikâyecisi konumuna düşürüldü. Hâlbuki Ömer Seyfettin çocuk hikâyecisi değildi.
Abdülhamit dönemini, 1908’de II. Meşrutiyetin ilanı ile esen bahar havasını, bu havayı boğan 31 Mart Ayaklanmasını, Hareket ordusunun İstanbul’a yürüyüşünü, yaşanan siyasi çalkantıları, Trablusgarp, Balkan ve 1. Cihan Harbini, mütareke yıllarını yaşadı.
Hastalanmadan bir hafta önce Kabataş sırtlarından yabancı gemilerin bulunduğu boğaza bakarken Hıfzı Tevfik’e söylediği sözler Anadolu’daki millî mücadele hareketine katılma fikrini göstermesi açısından önemlidir: “ Askerlikten istifamı verince, vatanıma olan borcumu hocalıkla ödemek, yaşamak için de muharrirlikle kazanmak isterdim. Lakin anlıyorum ki yeniden maceralar arkasında koşmaya mecbur kalacağız.”
Ömer Seyfettin’i tanımak, ülkücünün çilesini anlamaktır. Ömer Seyfettin gibi, Ziya Gökalp gibi, Namık Kemal ve Mehmet Akif Ersoy gibi nicesinin hikâyesi bunu bize gösterir.
Adı geçen isimler kimi zaman aynı yolda yürümüşler kimi zaman ayrı. Ama gittikleri yollar farklı bile olsa ulaştıkları menzil aynı.
Onlar vatan ve bayrak sevgisinde birleştiler; dil ve din birliğinde buluştular. Onlar, millet açsa aç gezdiler, şahsi menfaatlerini millet menfaatinin önüne koymadılar. Onlar vatanın sadece nimetine değil çilesine de talip oldular. Her karanlığın ardında bir aydınlık olduğunun, her yok oluşun yeni bir dirilişe gebe olduğunun şuurundaydılar.
Ömer Seyfettin de hasta olduğu halde yeni bir mücadelenin hazırlığındadır ama doktorların yanlış teşhisiyle hastalığı ilerler. 6 Mart 1920’de vefat eder. 23 Nisan 1920’de Ankara’da Meclis açılışını görmeye ömrü yetmez.
Ne yazık ki Ömer Seyfettin ve başka birçok değerli insana yaşarken yapılan saldırılar, iftiralar, yalan-yanlış ithamlar vefatlarından sonra da devam etti, hâlâ da etmektedir.
Bu insanlar iyi işler, iyi adlar bırakarak öldüler. Peki, onlara iftira atanlar acaba nasıl can verecekler?
Büyük başarılarına, hizmetlerine, eserlerine, zaferlerine rağmen Türk milletinin bu değerli evlatlarına yazılı, görsel ve sosyal medyada saldırıp duran birileri var. Puslu havalarda pusuya yatan kirli emelleri olan birileri… Memleketin en fedakâr evlatlarını milletin gözünden düşürmek için onlara kara çalan birileri…
Bu birileri fikirlerle mücadele edemedikleri için toplumsal bilinçaltımızı yalan ve iftira haberlerle işgal etmeye ve ölen kıymetli şahsiyetlere itibar suikastı yapmaya devam ediyorlar.
Maalesef birileri de araştırmadan bu yalan-yanlış kirli bilgilere inanıyor. Paranın kirlisini duymuşluğumuz vardı da bilgiye kirli sıfatı hiç yakışmıyor aslında. Kirli bilgi, çamaşır değil ki yıkayınca temizlensin, zihinlere yer eder.
Hüseyin Nihal Atsız da Namık Kemal’le ilgili yazısında bu tür yalanları Türk düşmanlarının uydurduğundan şöyle dert yanar: “Görülüyor ki Namık Kemal’in Arnavutluğu, son zamanlarda Türk düşmanları tarafından uydurulan Ömer Seyfettin’in Çerkesliği, Abdülhak Hâmid’in Araplığı, Ziya Gök Alp’in Kürtlüğü ve Osman Gazi’nin Rumluğu kabilinden bir yalandır.”
Gerçekten de 19. asırda dünyanın her yerinde milliyetçilik rüzgârları eserken Türkiye’de hükümet Osmanlıcılık fikrini savunduğu için Türkçülük aşağılanır ve Türkçülere sataşılır, etrak-ı biidrak denilirdi. Hatta Meşrutiyet sonrası Sebilürreşat’ta Türkçülüğü savunanların aslının Türk olmadığı ve Ömer Seyfettin’in Çerkez olduğu iddia edilmiştir. Ömer Seyfettin Sebilürreşat’a bir mektup göndererek bu iddiayı kesin bir dille reddetmiş. Babası Ömer Şevki Bey, Dağıstanlı bir Türk olduğu halde ve Ömer Seyfettin defalarca bunu söylediği halde ısrarla “Kaşağı” hikâyesinde bahsedilen çiftliğin Gönen’de Çerkezlerin yerleştiği bir yerde bulunması sebebiyle Çerkez olduğu iddia edilmiştir.
Yaşarken Türkçü olduğu için kendisini hedef alanlarla elinden geldiğince mücadele etmişti. Ya ölünce?
Hele de ölümüyle ilgili yazılanlar söylenenler akıl kârı değil.
Hedef itibarsızlaştırmak… Daha önce Ziya Gökalp’in ölümüyle ilgili gerçek dışı yazıyla yapılan itibarsızlaştırmayı Ömer Seyfettin’e de yapmak. Üstelik Türk milletinin dinî değerlerini kullanarak, “Nasıl yaşarsanız öyle ölür ve nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz” merfu bir hadise dayanarak…
Ölünce bile rahat yok anlayacağınız. Su bile uyudu da bu yalanları uyduran birileri uyumadı, uyumayacak da.
Acep rahmetlileri sahipsiz mi gördüler? Onlar uyumuyorsa biz de uyumayalım o halde. Uyursak yok oluruz.
“Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil” der ya Fuzuli. Benim de gönlüm razı gelmedi Ömer Seyfettin’le ilgili söylenen yalanlara. 100 yıl önce Hakk’ın rahmetine kavuşan Ömer Seyfettin’in ölümü ile ilgili söylenenleri, iddiaları araştırdım.
Diyorlar ki Ömer Seyfettin Haydarpaşa Numune Hastanesi’nde sahipsiz ve kimsesiz bir şekilde öldü. Kimsesiz zannedildiği için başı kesildi, cesedi kadavra yapıldı.
Hayır, bu doğru değil. Ömer Seyfettin, son yıllarında yalnızdır ama kimsesiz değil. Ablası ve Ali Canip onun hastalığında yanındadır. En yakın arkadaşı Ali Canip yakında oturduğu için sürekli yanına gelip gitmiş, ilgilenmiş ve günü gününe notlar tutmuş. Bu iddiaların hiçbiri yok notlarda. Ali Canip’in anlattığına göre Ömer Seyfettin, 15 Şubat’ta rahatsızlanmış, yemekten içmekten kesilmiş, iyice zayıflamış. 23 Şubatta yatağa düşmüş Eve doktor çağırmışlar, iyileşememiş, hezeyanlar başlamış. Gazete istemiş, “Kuvayımilliyeden bir adam geldi”, “Anadolu’dan haber geldi.” Demiş. “Çocuk, çocuk, Güner geliyor” diye kızını sayıklamış. Durumu ağırlaşınca 4 Mart’ta Haydarpaşa Numune Hastanesi’ne kaldırılmış. 6 Mart 1920’de 13.30’da vefat etmiş 7 Mart’ta 13.00’te gömülmüş.
Peki, soru şu: Bir gün içinde ceset kadavra yapılır mı?
Kızım doktor, ona sordum bunu. Bir günde olamayacağını, kadavra için bir süreç gerektiğini anlattı. Ömer Seyfettin’e yapılan otopsidir, hastalığının teşhisi için yapılmış olsa gerektir dedi. Çünkü rahmetliye yanlış teşhisler konmuş ve yanlış tedaviler uygulanmış. Yapılan otopside şeker hastası olduğu anlaşılmış.
Peki, kafası kesildi mi?
Hayır, kesilmedi, otopside kafatası açılıp beyni incelendi. Bu durum tıp bilgisi olmayanların yanlış anlamasından kaynaklanmış olmalıdır. Çünkü otopsiye katılan Tıp Fakültesi 1. Sınıf öğrencisi olan ve daha sonra tıp öğrenimini yarıda bırakan yazar Celalettin Ekrem’in otopsi amaçlı kafatasının açılmasından bahsetmesi kafasının kesilmesi olarak yanlış anlaşılmış olmalı. Bu yanlış anlama değilse birileri bilinçli olarak öyle anlaşılmasına gayret etmiş olmalıdır.
Diyorlar ki cenazesi ortada kaldı, cesedinin fotoğrafı gazetelerde yayınlandı, ondan sonra tanıyanlar hastaneye akın etti. Hatta iki de fotoğraf kullanılıyor delil olarak ama dikkatli incelendiğinde göğsü ve karnı yarılmış fotoğrafın Ömer Seyfettin’in otopsi fotoğrafı olduğu, diğer fotoğrafın da başkasına ait olduğu görülecektir.
Öldüğü günlere ait gazetelerin bazılarına baktım, böyle bir habere ve fotoğrafa ben rastlamadım. Gören bilen varsa söylesin.
Diyorlar ki inanmayan Yusuf Ziya Ortaç’ın Bir Varmış Bir Yokmuş: Portreler adlı kitabındaki ilgili bölüme baksın.
Baktım, öyle bir bölüm de görmedim.
Ölümü birileri tarafından gerçek dışı bilgilerle örülerek bir korku filmi senaryosuna çevrilen, doktorlardan korkan, güvenmeyen Ömer Seyfettin korkusunda ne kadar da haklıymış. O yıllarda henüz şeker hastalığının tedavisi bilinmediğinden hastalığına nevralji, romatizma, beyin romatizması gibi yanlış teşhisler konmuş; iştahını kaybetmiş ve aşırı zayıflamış, eklem ağrıları, halsizlik ve zaman zaman da vesveseler, hezeyanlar yaşamış.
Gerçek şu ki Ömer Seyfettin’in ölümü maalesef yanlış teşhis ve tedaviden olmuş. Tıpkı Atatürk’ün hastalığı gibi… Atatürk’e de hastalığının karıncalardan kaynaklandığı söylenmiş ve teşhis konduğunda iş işten geçmişti.
Bu olayda görüldüğü gibi yalanlar en kuyruklusundan, bunları yapanlar da en çıngıraklısından…
22.11.2020
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.