Öğretmen Olmak
Yurdumun fedakârca çalışan
sevgili öğretmenlerine saygıyla…
Kulağımda bir ses, yıllar öncesinin bir şarkısı, Ali Rıza Binboğa söylüyor:
“Öğretmen kutsaldır ana gibi
Öğretmen kutsaldır baba gibi
Öpülesi elleri var
Şirin tatlı dilleri var
Öğretmen öğretir a, b, c”
Sizin ana gibi baba gibi eli öpülesi yüreğinize dokunan bir öğretmeniniz oldu mu? Olduysa çok şanslısınız.
O kutsal öğretmenlerin yetiştirdiği ve el verdiği öğrencilerden biri de benim. Ama ben artık emekli bir öğretmenim. 24 Kasım Öğretmenler Günü beni yıllar öncesine, mesleğe başladığım 1986 yılına götürdü.
Yıllar önce öğretmenliğe başlamak için gün sayarken televizyonda Kafkaslarda geçen bir film seyretmiştim. Filmdeki tabiat öyle güzeldi ki tayinim böyle bir yere çıksa, demiştim. Öyle bir yere de çıktı. Allah duymuş sesimi.
Tayinler açıklandığında Ankara’da bir akrabamın evindeydim. Bakanlığın önüne asılan listeye bakmak için evden çıkarken acaba nereye çıktı diyenlere “Bende şans mı var, Artvin’e çıkar” sözleri ağzımdan dökülüverdi. Niye Artvin? Hiç bilmiyorum, hâlâ da düşününce hayret ederim. Neden Artvin? Hafızamda orayla ilgili hiçbir bilgi yoktu hâlbuki. Bakanlığın önünde listeye heyecanla baktığımda gözlerime inanamadım, öylece kalakaldım, yere mıhlanmış gibi. Kelimeler gözümün önünde dans ediyor. Al sana Artvin, Yusufeli İmam-Hatip Lisesi. Ben “nasıl olur bu” şaşkınlığında şom ağızlılığım için bir yandan kendime kızıyorum, bir yandan endişeler içindeyim, gözlerim bulutlu. Kafamın içinde kelimeler soru cümleleri oldular kesik kesik: Erzin’den taa Artvin’e gitmek, hiç bilmediğim bir yer, çok uzak değil mi, nasıl insanlar, dillerini anlar mıyım, başka yer deseydim ya, hay Allah, niye Artvin çıktı ağzımdan?
Allah söyletti derler ya, söyletmiş işte yüce Yaradan. O gün bugündür ağzımdan çıkana dikkat ederim.
Önümde başka bir sürü iş imkânı vardı ama nasıl oldu bilmem, hiçbiri olmadı ve aralık ayının keskin soğuklarında ben kendimi çok uzun bir yolculuktan sonra Yusufeli’nde buldum.
Yusufeli dağlar diyarı… Dağlar, dağlar, her yer harami gibi dağlar… Dağları gördükçe benim de içim ağlar. Dağların arasında küçücük bir yer, iki bin nüfuslu. Başını havaya kaldırmadan gökyüzünü görmenin mümkün olmadığı bir yer. İçinde de gürül gürül akan Barhal…
Benim memleketimse düz bir ova… Burası ne biçim bir yer diye şaşırırken insanların ilgisi ve sevgisiyle çabuk attım şaşkınlığımı. Aslında onlar bile şaşırdı gelişime galiba. Hatta birisi “Babanın hiç parası mı yoktu ki taa buraya geldin.” dedi. Şaşırdım kaldım. Parayla ne ilgisi vardı bunun? Aldırmadım kimseye, nihayetinde bize her yer memleketti, bütün köyler bizimdi. Genç bir idealisttim, bir çalıkuşu. Görevimin kutsiyetinin farkındaydım. “Yeni nesil öğretmenlerin eseri olacaktı.” Beni yetiştiren öğretmenlerim gibi benim de başkalarının yetişmesinde tuzum olacaktı.
Artvin’in Yusufeli ilçesinde yirmi yaşımda öğretmenlik mesleğine başladığımda, bende daha ilkokuldayken okuduğum şu yazının etkisi vardı galiba:
“Şimdi Elazığ-Tunceli-Bingöl çevresindeki halk, bu ufacık tefecik kadından bir azize gibi bahseder. O yol vermez, geçit tanımaz dağları at sırtında tırmanır, dağ köylerinden çoğu esmer köy kızlarını toplar, onları kendi ceketine sarıp okuluna götürür.
Avar, Doğu’da gerçekten inanılmaz bir isimdir. Dağ tepesindeki köylere bu masal kadını öğrenci toplamak için gittiği zaman köylüler: “Kızımı da götür Avar!” diye atın üzengisine yapışıyorlar. Şehre Avar'ın okuluna gelen kızı bir kere de üç dört yıl sonra görünüz. Ben bir insan yaratma mucizesini orada gözlerimle gördüm.”
Benim hikâye zannettiğim bu yazının gerçek bir hayat hikâyesi olduğunu yıllar sonra öğrendiğimde çok sevinmiş, ziyadesiyle heyecanlanmıştım. Yazı Öğretmen Sıdıka Avar’ı ve onun dağ çiçekleri öğrencilerini anlatıyordu.
Dağ çiçekleri… Ama çiçeğin dağını, kırını, salonunu ayırt etmem ki ben. Bütün çiçekleri severim. Hepsi de özenle bakım ister onların ama illâki güzelliğini fark eden bir göz ve onu seven bir yürek ister.
Öğretmen toprakla uğraşan bahçıvan misali… Toprakla uğraşmak da kolay değildir hani; ama kara toprak bile sevgiyi bulunca bir baharda yüz binlerce rengârenk çiçekle donanır.
Yurdumun sevgili ve adsız çiçekleri bu çocuklar…
“Kaya diplerinde açmış çiğdemlere benzer” çiçekler.
“Yurdumun sevgili ve adsız çiçekleri” der ya Ceyhun Atuf Kansu. Öyledirler, “Yalnızlıkta açarlar, kimse bilmez onları.”
İnanın, ben kaderleri bana benzeyen o dağ çiçeklerinin hepsini ete kemiğe bürünmüş olarak sınıflarımda gördüm.
Zor şartlarda yaşam mücadelesi veren bakımsız, cılız, küçük vücutların korkak ama ümitli, merakla bakan gözlerini gördüm.
Küçücük vücutlarındaki kocaman yürekleri gördüm.
Onlara ümit bağlayan yaşını başını almış ana-babalarının henüz yirmi yaşındaki bir çalıkuşunun karşısında sevgi dolu gözlerle ve saygıyla duruşlarını da mahcup olarak gördüm.
Ve onları bütün halleriyle görüp sevdim.
Pırıl pırıl gözleri, masum çocuk yüzleriyle yoksulluğun ve ihmallerin unutulmuşluğunda kalmasınlar istedim.
Ben herkes bilsin istedim o dağ çiçeklerini.
Öyle de olmuş, haberlerini alıyorum zaman zaman mutlulukla.
Öğrencileri yetiştirmek, çiçeklere, ağaçlara su verip bakmak gibi, ara sıra dikeni elimize batsa bile… Karşılığı para mı dersiniz? Bence karşılığı dereceğiniz rengârenk sevgi çiçekleri… Bütün çiçekler solar ama yürekte açanlar hep canlı kalır.
‘Gönülde biten gül olmaktan daha güzel ne var?
Benim öğrencilik yıllarımda en çok kullanılan sözlerden biri ‘’Hocanın dediğini yap, yaptığını yapma.’’ sözü idi. Hâlbuki ben öğretmenin dediğiyle yaptığının birbirine tezat olmaması gerektiğine inanırım. Zira “Eğri cetvelden doğru çizgi çıkmaz.”
Hani “Öğretmen bir kandile benzer, kendini tüketerek başkalarına ışık verir.” sözü var ya. Bu sözü de hiç sevmedim ben.
“Tükenmek” kelimesini öğretmen için kullanmak doğru mu? Birken iki, üç, yedi, kırk, bin olmak; çoğalmak… İşte öğretmenlik budur!
Öğretmenler bazen en güzel gülleri elde etmek için çabalarken çiçek açmayı beceremeyen dikene de hizmet edebilir.
Onun bu gayretine küçümseyen gözlerle bakanlar da olabilir.
Onun kuyumcu titizliğiyle çalışmasını takdir etmeyen yöneticiler de olabilir.
Hak ettiği şeylere de ulaşamayabilirler.
Öğretmenler, keşke hak ettiği değere kavuşsa ama yok.
Yok ama ne gam?
Bu kutsal peygamber mesleğine biçilecek değer mi var?
İlk öğretmenlik yıllarımdan öğrencilerimin yirmi-otuz sene sonra arayıp beni bulmaları çektiğim tüm zorluklara değerdi. Öğrencilerimin vefası emeklerin boşa gitmediğini gösterdi bana. Vay benim emeklerim, dedirtmeyen çok öğrencim oldu.
Öğrencilerimin o masum çocuk yüzleri, gülüşleri, yaramaz bakışları bende saklı kaldı. Görüyorum ki ben de onlarda saklı kalmışım, beni unutmamışlar. Unutmak için unutulmak gerekir.
Evet, ben iyi ki öğretmen oldum! Çünkü benim ödülüm binlerce öğrencim oldu.
Şarkının devamında deniyor ki:
“Bir hak için kırk yıl
Köle olunuyorsa
Yirmi dokuz kere kırk yıl
Kölesiyiz öğretmenin”
Sevgili öğrenciler! Size öğretmen tavsiyesi: Siz öğretmenleriniz de dâhil kimseye köle olmayın. İradenizi kimseye teslim etmeyin, ruhunuzu hiçbir fiyata satmayın. İlmin ve imanın aydınlığında ilerleyin. Kendi fikirleriniz dışında da kimsenin fikirlerinin çığırtkanı olmayın.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.