Annem Kirpiklerimin Ucunda
2 Şubat 2010 tarihinde öbür dünyaya yolcu ettiğimiz annem
Şifa Durmuş’un anısına,
bütün vefat etmiş annelerimize rahmet duasıyla…
Bu yazım ak sütüyle büyüten, ninni ve masallarıyla beni uyutan anneciğim için. Belki o hiç duyamayacak söylediklerimi. Kendisine yazdığım şiiri yarısına kadar okuyabilmiştim anneme ve beraber sarılıp ağlaşmıştık bir sıla-ı rahim gününde. Kaderde yalnız ağlamak da varmış annem. Bu satırları yazmak çok kolay olmadı benim için. Yüreğimdeki duygu selini nasıl kaleme alabilirim ki? Sözün bittiği, kalemin yazmaz olduğu anları az çok sizler de bilirsiniz…
2 Şubat günüydü. Soğuktu ve tipi savruluyordu. Lâkin kor düşmüştü bir kere içime. Kocatepe Devlet Hastanesinden İmaret’e doğru gidip geliyordum. Kar, tipi soğuk kimin umurunda? İnsanın yüreği tutuştu mu bir kere, kar altında da terliyorsunuz…
İnsansınız, inanmışsınız ama kara haber beyninize bağdaş kurdu mu, ayrılık ateşi yüreğinize koydu mu, “goygun acılar” dehlizinde kıvranıyorsunuz.
“O’ndan geldik. Yine O’na döneceğiz.” Buna ne şüphe? Acıyı yaşayana sormak gerek. Onun için atalar “Ateş düştüğü yeri yakar” demişler…
Yüce dağları duman kaplamışsa bilirsiniz ki gurbetten kara haber vardır. Mola vermez yollarda, doludizgin gelir. Eliniz ayağınız çözülür, ne yapacağınızı bilemezsiniz. Hıçkırık boğazınızda düğümlenir ve söz geçiremezsiniz gözlerinize. Bir film şeridi gibi geçer yıllar zihninizden…
İnsan her yaşta öksüz kalıyor. Anneden ayrılığın tarifi yok. Sanki bütün dünya bomboş kalıyor bir anda. İçinizde derinleşiyor çığlık ama nafile, kim duyar ki sizi? Başucunuzda ağlayacak anneniz mi var?
Annem Osmanlı kadındı. Annem gitti, onunla beraber bir devir de bitti. Kapılar kilitlenmiş, odalar ıssız, artık sılanın da tadı yok o olmayınca. Yokuş aşağı nasıl da koşardı bizi karşılamak için? Yüzünde güller açardı biz geldik diye. Ne yapacağını şaşırırdı. Canınız bir şey mi çekti, yeter ki hissetsin hemen düşerdi yollara. Mümkünü yok, o alınacak çocuklara ikram edilecek. Ne diyebilirim ki anacığım? Rabbim en güzel ikramlarını lütfetsin sana…
Annem bir tarihti. Cefakârdı. Çileyle yoğrulmuştu ömrü. Çektiği çileleri söylerdi anam. Kışın dondurucu soğuklarında köy çeşmesinde sırtında taşıdığı sulardan başlar, harman yerlerinde dört dönmesine, dayımın atının tımarı için tan uykusu uyumadığına kadar her şeyi anlatır “Vay gidi ömrüm vay” der, gözlerinden boşanan sağanağı gizlemek için derin bir “of” çekerdi. Büyükçe bir halıyı sırtlandı mı, dik yokuşlar vız gelirdi ona. Buğday çuvalını, kömür torbasını kilometrelerce taşırdı. Kendi ifadesiyle “Eğerimle kaçtım, gem’imle su içtim. Yine de kimseye yaranamadım” derdi. Keşke Cengiz Aytmatov anacığımı çileli yıllarında görseydi kim bilir ne romanlar çıkarırdı o Anadolu kadınından? Aytmatov da kurtulmadı “ecel elinden…”
“Değme tabip sızılıyor yaralarım yaralarım/ El değdikçe bozuluyor yaralarım yaralarım” türküsünü duydun mu çileyle kırışan yanakların nasıl da ıslanırdı. “Hastane önünde incir ağacı/ Doktor bulamamış bana ilacı/ Baştabip geliyor zehirden acı/ Annem vay acı/ Garip kaldım yüreğime dert oldu/ annem dert oldu/ Ellerin vatanı bana yurt oldu, annem yurt oldu” derdin. “Dam başında sarı çiçek” türküsünü duyunca “Oğlum deden bu türküyü çok severdi” deyip başlardın ağlamaya. Şimdi senin dinlediğin türküyü duydukça benim yüreğim kanayacak…
Babam öldüğü zaman halam bir ağıt yakmıştı. “Evimizin önü ördekli kazlı/ Biz de bir ev idik gelinli kızlı…” diye. Çocuktum o zamanlar ama aklımda kaldı. Asıl şimdi sessiz, ıpıssız olmuş bizim diyarlar. “Ben ağayım ben paşayım diyenler/ Kapıları kitlemişler gel hele…” diyorsunuz Ali Kızıltuğ gibi. “Kahpe felek sana nettim neyledim?/ Attın gurbetele parelerimi/ Akıbeti beni sılamdan ettin/ Kestin mümkünü mü çarelerimi…” deyip içinizi döküyorsunuz türküye.
Hastane odasındaki son görüşmemiz gözlerimin önünden gitmiyor. “Dilim tutmaz hasta halin sormaya” ama o farkında her şeyin. Öyle olmasa “Emirdağı değirmenin döndü mü/ Döne döne sıra bize geldi mi?/ Yavrularım başucuma toplanmış/ Hastalandım guzularım bildi mi?” der miydi? Emirdağı ağıtının orijinali böyle olmasa da şairane yüreğiyle o hemen dönüştürüvermişti sözleri içinden geldiği gibi…
Çocuklardan ne çare dercesine Yüceler Yücesine yöneliyordu hemen. Sağına dönüyor ve mütemadiyen şu sözleri tekrarlıyordu. İnanıyorum ki son sözleri oldu o cümleler:
“La ilahe illallah/ İllallahta evim var/ Muhammmed’de sevîm var/ Sen’den başka kimim var?/ La ilahe illallah”
Ne diyebilirim ki anacığım? Kabrine indiğimi hissetin mi bilmiyorum. Rabbim inşallah seni rahmet meleklerine teslim etmiştir. Cennet bahçelerinden bir bahçe olmuştur yerin…
Ne desem, ne söylesem gönlüm hoş değil:
“Dağ başında boran karda/ Yalan oldu benim ömrüm” diyor şair, ben ne diyebilirim ki: Mekanın cennet olsun.Kabrin nurla dolsun annem benim.
On iki yıl geçti on iki asra bedel. Oğlun hâlâ yokluğuna alışamadı. Annesizliğe nasıl alışılır, bilen varsa beri gelsin…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.