Türkçeye materyalist ve pozitivist yaklaşım..
1932'de düzenlenen "Birinci Türk Dil Kurultayı"nın açılış günü olan 26 Eylül, her yıl "Dil Bayramı" olarak kutlanıyor. ''Türk Dili Tetkik Cemiyeti'' adıyla 12 Temmuz 1932'de kurulan ve daha sonra "Türk Dil Kurumu" ismini alan cemiyet, ''Birinci Türk Dil Kurultayı''nı 26 Eylül-6 Ekim 1932 tarihleri arasında yapmıştı. Dil Devrimi ve Dil Bayramı’na ilişkin birkaç tespitimi bu yazıda paylaşacağım.
Bayram ilan edilerek kutlanan yazı ve dildeki değişimi, daha yazının başında tanımlamak gerekirse şunlar söylenebilir: On iki asır (632 – 1800) dünyayı tek başına yöneten, 1517’den itibaren Osmanlı Devleti olarak anılan İslam devletinin tarih sahnesinden kaldırılıp yerine bir kabile / ulus devleti ilan edilmesi kapsamında ele alınmalıdır, yirminci yüz yılda Türkçe’nin başına gelenler ya da karşılaştığı problemler.
Kapitalist/emperyalist Avrupa devletleri, etkisi altına aldığı Anadolu Müslümanlarını İslam medeniyetinden koparıp karga tulumba Avrupa uygarlığına taşıyarak kendi sömürgeleri haline getirmişlerdir. Anadolu’nun tarihi pozisyonundaki sözkonusu değişiklik, Hegel’in köle efendi diyalektiğine gönderme yaparcasına Türkçe ve milli kültürü olumsuz etkilemiştir: Efendi Tükçesi bozulup köle dili haline getirilmiştir.
Dil Probleminde Seküler Paradigmalar
Türkçe’nin problemleri başlığıyla açılan konu, temelde dil probleminde paradigma değişimini göstermektedir. Akademik çevrede Türkçeye İslami yaklaşım terk edilip dil problemleri, materyalist, pozitivist ve pragmatist paradigmalarla, seküler paradigmalarla açıklanmaya başlanmıştır. Dil, kültürel bir başarı, bir sosyal kurum olarak, akılcı ve ilerlemeci tarih anlayışıyla ele alınmaktadır.
Oysa Allahu Teala yarattığı insanlara konuşma yeteneği vermiştir. Allah, peygamberlerine konuşmuş, onlara hitap etmiş, emir ve yasaklar vermiştir. Allahu Teala peygamberlerle ya doğrudan, ya elçi/melek vasıtasıyla ya da vahiy yoluyla konuşmuştur: “Allah insanlara ancak vahiy yoluyla, yahut perde arkasından konuşur. Yahut bir elçi gönderip, izniyle ona dilediğini vahyeder. Şüphesiz O, yücedir, hüküm ve hikmet sahibidir” (Şûrâ,42/51) anlamındaki âyet bu gerçeği ifade etmektedir.
Allah’ın konuşması, insanların konuşması gibi değildir, O’nun harfe, sese, dile ihtiyacı yoktur. Kelâmın zıddı olan konuşmamak ve dilsizlik, Allah hakkında düşünülemez.
Allah kelâm sıfatıyla emreder, yasaklar ve haber verir. Bu sıfatla ilgili olarak Kur'an'da şöyle buyurulur: "De ki: Rabbimin sözlerini (yazmak) için bütün denizler mürekkep olsa ve bir o kadar daha ilâve getirsek dahi, Rabbimin sözleri bitmeden önce deniz tükenecektir." (el-Kehf 18/109)
Allah’ın kelam sıfatı ezelî ve ebedîdir. Kuran-i Kerîm de Allah kelamıdır (Tevbe,9/6).
Dolayısıyla dil meselesi, ilahi kitaplar ve peygamberlik meselesinin içinde ele alınan kelami bir konudur. Dil meselesi, Allah’a ibadet için yaratılan insanın Allah ile buluştuğu, iletişim kurduğu ve kulluk yaptığı varoluş alanına ait akidevi (ontolojik ve epistemolojik) bir problem haline gelmiştir.
İslamın Dil Açıklaması
Mahiyeti bizim tarafımızdan kesin olarak bilinmese de varlıkların dili vardır. Bilim, eşyanın da dilinin olabileceğini söyler. Onlar hâl diliyle söyledikleri gibi, kâl diliyle, kendi dilleriyle de söyler dururlar. Varlıkların hepsi kendi dilleriyle Yüce Yaratıcıyı tesbih ederler. Biz bütünüyle anlamasak da onlardan her biri kendi tesbihini bilir.
Bu tesbih, varlıkların kendi dilleriyle olabilir; yaratılış gayelerine göre hareket etmesi şeklinde olabilir; duruşlarıyla görenlere Yüce Allah’ın büyüklüğünü hatırlatmak şeklinde olabilir: “Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O'nu tesbih eder. O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini anlamazsınız. O, halîmdir, bağışlayıcıdır.” (İsra, 17/44) “Kuşları ve tesbih eden dağları da Davud'a boyun eğdirdik.” (Enbiya, 21/79) “Doğrusu biz akşam sabah onunla beraber tesbih eden dağları, toplu halde kuşları onun emri altına vermiştik. Hepsi O'na yönelmiştir.” (Sâd, 38/18) “Göklerde ve yerde bulunanlarla dizi dizi kuşların Allah'ı tesbih ettiklerini görmez misin? Her biri kendi duasını ve tesbihini (öğrenmiş) bilmiştir. Allah, onların yapmakta olduklarını hakkıyla bilir.”( Nur, 24/41) “Gök gürültüsü Allah'ı hamd ile tesbih eder. Melekler de O'nun heybetinden dolayı tesbih ederler.” (Ra’d, 13/13)
Topraktaki bu renk cümbüşü, insanlara ve tüm varlıklara da yansımıştır. İnsanların renkleri/ırkları ayet olduğuna göre saygı duyulmalıdır. Her renk ve tona bir ayet ihtiramıyla yaklaşılmalı, tüm ırklara ve renklere saygı duyulmalıdır. Yaratılan her şey, Yaratandan dolayı sevilmelidir. O renklerdeki ilahî imzayı, O’nun erişilmez kudretini görmeli, insanların farklı renklerde yaratılmasının hikmeti kavranmaya çalışılmalıdır.
Tek bir atadan gelen Hz. Âdem’in çocukları, farklı farklı dilleri konuşuyor. Diller de O’nun ayetlerindendir: “Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması, O'nun varlığının ayetlerindendir. Doğrusu bunlarda, bilenler için dersler vardır.” (Rûm, 30/ 22) Dolayısıyla her ayet gibi, diller de saygıyla karşılanmalıdır.
Allahu Teala, bu ayetinde bize üç ayetini birden hatırlatıyor: Önce göklerin ve yerin yaratılması ayetiyle Rabbimizin erişilmez kudretine dikkat çekiliyor. Ardından iki büyük ayet daha geliyor. Diller ve renklerin farklı farklı olması. Kısaca diller ve renklerin farklı farklı olması, gökler ve yerin yaratılışı kadar büyük ve dikkatlice okunması gereken ayetlerdir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.