Sanat Ahlak İlişkisi
İki toplumsal etkinlik alanı olan ahlâk ve sanat, kabuller, kurallar ve normlar üzerine inşa edilirler.
İmtihan sürecinden geçen insan, iki kutuplu olduğundan sanat “güzel ve çirkin”, ahlâk ise “iyi ve kötü” kutupları arasında teşekkül eder. Bu temel kavramlar, insanlık tarihi boyunca tartışılmış ve toplumlara yön vermiştir.
İnsan, sanat eserinde bireysel ve sosyal varlığını görür. Eser ayna işlevi görür denilse yanlış olmaz. Bu yüzden iyi bir sanat eseri, insanın ahlaki içgörüsü ve kavrayışını besler. Sanat – edebiyat uğraşısının, kişinin psiko sosyal gelişimini dolayımsız etkilediği psikolojinin ve sosyolojinin tespit ettiği bir gerçektir.
Ahlaksız bir sanatçı, dolayısıyla sanat felsefesi ve estetik anlayıştan sözedilemez. Dostoyevski ya da Balzac kendi toplumsal ve ahlaki değerlerinin gerçekliğinden bağımsız varolamazlar. Karakter zafiyetinden ya da güçlülüğünden söz edilir ama karaktersizlikten söz edilemez. Bu yüzden sanatçının ahlaki, politik görüş ve yönelimleri, onun sanatını doğrudan etkiler.
Jean-Paul Sartre şöyle diyor “Şu dünyanin haksızlıklarıyla birlikte önüme getirilişi, bu haksızlıkları soğukkanlıkla seyredeyim diye değil, tiksintimle canlandırayım, üstlerindeki perdeyi kaldırayım ve onları birer haksızlık, yani yok edilmersi gereken yolsuzluklar olarak yaratayım diyedir. Böylece yazarın evreni ancak okuyucunun incelemesi, hayranlığı, tiksinmesi sonunda tüm derinliğiyle ortaya çıkacaktır; ve cömert sevgi bir sürdürme yemini, cömert tiksinme bir değiştirme yemini, hayranlık ise bir öykünme yeminidir. Yazın ile ahlak apayrı şeyler olmasına karşın, güzelduyusal (estetik) buyruğun kökünde ahlaksal bir buyruk bulunduğunu farzederiz.” (Jean-Paul Sartre, Edebiyat Nedir?, Payel Yayınları, İstanbul, 1995, s. 54.)
Sanatın ve sanatçının toplumla ve ahlaki normlarla ilişkisi hem sanat felsefesi ve hem de ahlak felsefesi bağlamında ele alınabilir. Ne sanatçıyı ve estetik algıyı ahlaki vicdan ve iradeden ne de ahlaki vicdan ve iradeyi sanatçının kişiliği ve estetik algıdan tümüyle yalıtarak kavrayabiliriz. Temeli bilgiye dayanmayan ahlak, sanatta da, kültürel değerlerde de kalıcı etki gösteremez.
İslam Sanatı Ve Ahlak
Geleneksel sanat ve ahlâk telakkileri, Mutlak Hakikat’in belirleyiciliğindeydi; sanat ve ahlak alanlarının ilkeleri ve kabulleri sözkonusu mutlak ölçü ile yoğurmaktaydı; Necip Fazıl’ın “Mutlak Hakikat’i arama” dediği Mutlak Hakikat’e uygunluk ideal olmaktaydı.
Kadim dünyada, Müslüman toplumlarda, ahlâk ve onu temelini oluşturan inanç sistemi sanatın da belirleyici üst kurallarını ortaya koyuyordu. Yani sanat, ahlâka uygunluğu ölçüsünde değer taşımıştır, ahlâk da kutsala...
İslam medeniyetinde ve İslam sanat geleneği içerisinde bu Hakikate dayalı ahlak ve sanat anlayışları geliştirme durumu kendisini en fazla edebiyatta belirgin olarak ortaya koymuştur. Edebiyat, İslâm sanatının ağırlık noktasını teşkil etmiş ve ahlâklı olma anlamında bir sıfat olan “edeb”le ilişkilendirilmiş; edebiyata edepli olmayı öğreten, “ahlâka hâdim” bir sanat alanı gözüyle bakılmıştır. Genel toplumsal ahlâkın dışına çıkmayan bir sanat/edebiyat anlayışı, bizim klasik sanat ve edebiyatımızın yaygın ve baskın niteliği idi.
Ancak Batı tarihi içerisinde modernleşme adı verilen “kutsaldan kopuş” süreci sanat ve ahlakı temellerinden sarstı.
Batı Sanatı Ve Ahlak
Batıda iki kavram, rölativizm ve ilerlemecilik ahlak ve sanatı güçsüz düşürmüştür.
Rölativizm, bağlanılacak mutlak, değişmez ve evrensel bir Hakikat’in / ölçünün bulunmadığı düşüncesidir.. Bu düşünceye göre “doğru” ve buna bağlı olarak, güzel ve çirkin, iyi ve kötü kişiden kişiye, toplumdan topluma, çağdan çağa değişmektedir. Bu ise değerler skalasının sınırlarını çizen mutlak bir ölçünün bulunmadığını kabul etmek demektir.
İlerlemeci anlayış ise insanlık tarihinin “zaman” içinde her zaman basitten mükemmele uzanan bir seyir takip ettiğini söyler. Bu durum, gelişmeci ve değişimci zihniyeti doğurur. Burada insanın gelişme yolunda değişimini sağlayan tek etken, zaman/çağdır. Zamanın akışı içinde "yeni" şeyler daima iyi, eskiden kalan veya eskiye ait olanlar ise kötüdür. Bu takdirde denilebilir ki, ‘norm'ları belirleyen zamandır. İyiye ve kötüye anlam veren de odur.
Batıda doğup gelişen modern dünya görüşlerinin sırtını dayadığı bu iki yaklaşım tarzı, geleneksel toplumların süregelen sanat kriterlerini de değiştirmiş, tartışılır kılmıştır.
Batılılaşma, Sanat Ve Ahlak
XIX. yüzyıldan itibaren edebiyatta en çok üzerinde durulan konulardan birisi ahlakla ilişkisi olmuştur. Modernleşme süreci içerisinde, Batılı Romantizm, özellikle de Realizm ve Naturalizm akımlarının gölgesinde sahiplenilen “yeni” ahlak anlayışı eşliğinde en çok sorgulanan ve çoğu kez de dışlanan Divan Edebiyatı’nın metinleri ve geleneksel temâşâ sanatları olmuştur.
XIX. yüzyılın yazarları, edebiyatın yardımı ile insanı değiştirmek istiyordu. Medeniyetten çıkıp toplumsal yapıyı değiştirerek idealize edilen yeni insan modeli oluşturulacaktı. Batıcı aydın, sanat ve edebiyata da bu doğrultuda bir işlev yükledi. Artık edebiyat-edeb, sanat-ahlâk bağlamında, fakat “yeni”nin ahlâk ve insan modelleri arkasından bakmaya çalışılacaktı.
Edebiyat-ahlâk ilişkisi bağlamında Tanzimat sonrası dönemde Ahmed Midhat Efendi’den Muallim Naci’ye dönemin edebiyatçılarının ortak özelliği edebiyatı ahlâkîlik açısından değerlendirmeleri ve ona toplumsal değişim açısından bir misyon yüklemeleridir. Bu misyon yükleme çabası özellikle Servet-i Fünûn (1896-1901) ve ardından gelen II. Meşrûtiyet nesilleri içerisinde değişir. XX. yüzyıla böyle gireriz.
XIX. yüzyıl sonu, XX. yüzyıl başının Servet-i Fünûn ve Fecr-i Âtî gibi edebiyat oluşumları için artık edebiyat, ağırlıklı olarak, “tehzîb-i ahlâka hâdim” bir araç değil, yalnızca estetik ilkeler ile gerçekleştirilen bir amaçtır. Onlar “poesie pure” (saf şiir) ve “san’at-ı hakîkî”nin peşindedirler.
Cumhuriyet Edebiyatı
Millî Edebiyat akımı bu gidişten farklı bir tavırla, yeniden XIX. yüzyıl edebiyatçılarının görüşüne yakınlaşır. Ziya Gökalp, Mehmed Emin Yurdakul gibi kimi milliyetçi yazarların kaleminde “litterature engage” (angaje edebiyat) kavramına yakın duran bir tutumla edebiyat ideolojik düşüncelerin “şârih”i, millî ahlâkın yayıcısı olarak görülür.
Âkif, sanatını inancının ve milletinin emrine veren, bu uğurda hatta sanatını ikinci plana atan bir “misyoner” ve idealisttir: “Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır / Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.” çığlığı tam da bu noktada idrakimize çarpmaktadır.
Cumhuriyetin ilânıyla birlikte, yeni kurulan Batıcı Kemalist rejim, ilkelerini ve sosyal, siyasal düşüncelerini yaymak için edebiyatı da önceki dönemlerden çok daha fazla önemser ve hatta “kullanır”. Artık Batı etkisinde oluşu normal kabul edilen sanat ve edebiyat, Kemalizm propagamdası gibi önemli bir görev üstlenir.
Yeni nesillerin “yeni ahlâk ve bilinç”le yetişmeleri için sanat/edebiyata ve sanatçıya/edebiyatçıya biraz daha eğilinir.
CHP Halkevleri bünyesinde gerçekleştirilen edebî yarışmalar, ödüllendirmeler, ortaöğretim kurumlarında gerçekleştirilen ve önemsenen mektep temsilleri, şiir, hikâye yarışmaları, müfredatı belirleyen metinlerin niteliği bize bunu çok açık bir şekilde gösterir. 1940’lı yıllardan sonra ise Türkiye’nin edebî, fikrî ve entellektüel ortamındaki renklenme ve çeşitlenmeye paralel bir şekilde, her düşünce, inanç yahut ideoloji kendi söylemini edebiyata da yüklemeye çalışmış, bu söylem içerisinde bir “bilinç ve ahlâk edinimi” vurgusu kendisini hep hatırlatagelmiştir.
Modernleşme sürecinde sanat-ahlâk ilişkisi bugüne kadar “Sanat, sanat için midir, yoksa toplum için mi?” sorusu çerçevesinde tartışılagelmiştir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.