Hayrettin Durmuş
Salgın Hastalıklar Ve Edebiyat
Salgın Hastalıklar Ve Edebiyat (1)
“Ağaçların bile sıhhatine imrenerek yürürdüm.”
Peyami Safa, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Yalnız Çocuğun Azabı bölümü
İnsanlık tarihinde öyle zamanlar vardır ki gözle bile göremediğiniz bir virüs bütün gündemleri alt üst eder; doğudan batıya, kuzeyden güneye herkesi etkisi altına alır ve sınır tanımadan, ülke ayırmadan, bey paşa dinlemeden insanı çaresiz bırakır. 2020 yılının ilk aylarında yaşadığımız Korona Virüsü Salgınıyla aynı tablo bir kez daha yaşandı, yaşanıyor. Hepimizin üzerine düşen sorumluluklar, almamız gereken önlemler ve uymamız gereken kurallar var elbette. Hastalığı tedavi etmek, aşısını bulmak bilim insanlarının görevi. Şartlar ne olursa olsun onu yazıya dökmek, unutulmamasını sağlamak da edebiyatçıların işi.
Edebiyatçılar böylesi zamanların romanını, hikâyesini yazarlar. Onların işi, çağa ve insanlara karşı sorumluluğu da budur. Belki bir gün Korona virüsün yaşandığı günlerde insanlığın halleri iyi bir romana, güzel bir hikâyeye dönüşür kim bilir?
Yazımızın başındaki epigrafın yer aldığı Peyami Safa’nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu romanı on beş yaşında bir çocuğun hastalığını anlatırken çocuk hastanelerini, hastane bahçelerini ne de güzel tasvir etmişti bize. Romanı ilk okuduğum yıllarda ayağım Afyon kamasıyla yarılmışçasına ıstırap duymuştum.
Hastalıkları konu edinen kitapları şöyle bir düşününce ilk aklıma gelenleri sıralamak istedim:
Albert Camus’ün Veba Romanı
Albert Camus, birçok okur gibi benim gözümde de “Yabancı”. Annesinin ölüm haberini alınca bir yabancı gibi gelip cenazeye katılırken çağımız insanının yalnızlığını ne güzel anlatmıştı. Onun “Yabancı” kadar önemli olan bir başka esri de Veba'dır. Veba romanında, yalnızca çağımızın değil, tüm insanlık tarihinin ortak bir derdini anlatır. Beklenmedik bir boyuta ulaşan veba salgını Endülüslü gemiciler tarafından kurulan Oran şehrinin tümünü umutsuzluğa boğar, ardından Doktor Rieux, Tarron ve Grand'ın gösterdikleri dayanışma örneği, başta yetkililer olmak üzere herkese umut ışığı olur. İşte Camus'nün insana bakışı ve inancı bu noktada karşımıza çıkar. İnsanların derdini kendine dert edinen bir yazardır o.
Kolera Günlerinde Aşk
“Kolera Günlerinde Aşk”, terk edilmiş bir sevgilinin, gençlik çağlarından başlayarak yaşlılığının son demine kadar devam eden uzun bir aşkın öyküsüdür. Gabriel Garcia Marquez'in, ustalığı, bu öyküyü bir destana dönüştürmüştür. On dokuzuncu yüzyılın son günlerinde bu bitmeyen aşkın gerisinde, çağdaşlaşma çabası içindeki bir toplumun çeşitli yönlerini, özellikle taşra kentsoyluluğunun saçmalıklarını ince bir alayla eleştirir yazar. Roman boyunca, aşk acılarının coşkun lirik rüzgârlarının esintileri arasında, Gabriel Garcia Marquez'in, kendine has anlatımı okurun ilgisini diri tutar. Sevdiğiniz kızın kolera hastalığına yakalandığını bir düşünün hatta bu hastalıktan öldüğünü. Ne kadar yasını tutar, kaç gün, kaç ay beklerdiniz onu? Romanın kahramanı Florentino tam 51 yıl 9 ay bekler. Kolera bir insanı öldürür ama alev alev yanan bir aşkı öldüremez.
Kara Ölüm Ortaçağda Veba
1347 yılının Ekim ayı başlarında on iki Ceneviz kalyonu Sicilya'daki Messina limanına girer. Cenova'nın Karadeniz'in kuzey kıyısında elinde tuttuğu Tana ve Kaffa ticaret istasyonlarından gelmiş olan gemilerden ipek ya da baharat boşaltılmaz bu sefer. Liman yetkilileri on iki kalyonun bordosunda pek az kimsenin canlı kaldığını ve bunların da bariz bir uyuşukluk ve iliklerine kadar işlemiş tuhaf bir hastalık sergilediklerini dehşetle anlarlar. Kara çıbanlardan ıstırap çekmektedirler ve vücutlarından çıkan her şey -nefes, kan, irin- berbat kokmaktadır. Kalyonların varlığı birinci dereceden halk sağlığı tehlikesi olarak kabul edilir ve yaklaşık bir gün içerisinde kalyonlar limandan çıkarılır, Messinalılar Ceneviz gemilerinin bordosunda buldukları şeyden çok korkmuşlardır. Önlemler makul biçimde koruyucu olduğu halde çok geçtir artık: Cenevizli gemicilerin getirdiği hastalık birkaç gün içersinde kenti ele geçirir. “Lanetli kalyonlar” Avrupa'ya Kara Ölüm getirmiştir. Adı kitaplarda kalmıştır artık “Kara Ölüm Ortaçağda Veba”.
Yaşar Kemal’in Romanındaki Sıtmalı Genç
Yaşar Kemal deyince aklımıza İnce Memed gelir. Hadi onun yanına Yer Demir Gök Bakır, Ortadirek, Ölmezotu, Sarı Sıcak, Binboğalar Efsanesi, Demirciler Çarşısı Cinayeti ve Tek Kanatlı Kuş’u da ekleyelim. Birçok kitabı arasında ilk aklımıza gelenler bunlar. Aslında onun ilk kitabı çok sonraları gün yüzüne çıksa da sıtmalı bir tarım işçisini anlattığı Hüyükteki Nar Ağacı romanıdır.
Yaşar Kemal’in kendi ifadesiyle “ilk yazdığı roman” olan “Hüyükteki Nar Ağacı” kitabı tam da kayboldu zannettiği bir zamanda anasının sandığından çıkar. Roman; köylerinden çalışmak için Çukurova’ya giden bir gurup arkadaşın, Çukurova’da traktör, biçerdöğer ve diğer modern tarım araçlarıyla tanışmasını, mevsimlik işçilerin işsiz kalmasını, iş ararken sıtma hastalığına yakalanan Yusuf’un durumunu anlatır. Yusuf’un hastalığı günden güne artar. Arkadaşları çare ararken yaşlı bir kadından Hüyükte bir nar ağacı olduğunu, o ağacın dallarının bütün yaraları sardığını, hastalıkları iyileştirdiğini öğrenirler. İşi gücü bırakıp bu ağacı aramaya başlarlar. Sonunda, kesilmiş olan Nar ağacının kökünü bulup orada şifa ararlar.
Bir Yoklar Romanı -Veba
Pek çok drama tanıklık eden Perdido Sahili'nde kısa süreli bir sakinlik hüküm sürerken, Radyoaktif Serpinti Gençliği Bölgesinde salgın başlar. Her öksürdüğünüzde ciğeriniz parçalanır. Bir de insan yiyen dev böcekler ortaya çıkar. Su kaynakları da tükenince olanlar olur. Nemesis'in üzerine karanlık çöker. Bulaşıcı, ölümcül bir hastalık kol gezerken, sinsi ve yırtıcı olan otobüs büyüklüğündeki dev böcekler Perdido Sahili'ni kana bular.
Sam, Astrid, Diana ve Caine artık yaşadıkları bölgedeki hayattan kaçabileceklerinden hatta hayatta kalabileceklerinden bile emin değillerdir. Yaşanan bu kargaşanın ortasında, kendilerini ve sevdiklerini kurtarmak için, çaresizlikten, ne yapacaklarını şaşırmış haldedirler. Veba ise hayatlarını tehdit etmeye, kâbus her geçen gün büyümeye devam eder.
“Sadece Birbirinizden Korkun” alt başlığıyla yayınlanan roman atalarımızın “insanın kendine yaptığı kötülüğü iki dünya bir araya gelse yapamaz.” sözünü hatırlattı bize.
Mahşerin Dördüncü Atlısı
Veba, kızıl, kızamık, çiçek gibi salgın hastalıklar ve kıtlık, kuraklık gibi felaketler tarih boyunca milyonlarca kişinin ölümüne sebep olmuş, yenilmez sanılan orduları bozguna uğratmıştır. Ne var ki bu kitlesel ölümler durduk yerde, kendiliğinden başlamamış, salgın hastalıklar davetsiz misafir gibi aramıza girmemiştir; mikropların "kitlesel ölümlere yol açan canavar" rolünü üstlenmeleri için insanlar ellerinden geleni yapmışlar, ölümler başladıktan sonra ise çaresiz kalmışlardır. İnsan kendi eliyle dünyanın dengesini bozmuş, karayı, denizi ve havayı fesada vermiş, zehirlemiştir. Bakteriler ve mikroplar açısından bir dünya tarihi niteliğindeki Mahşerin Dördüncü Atlısı'nda Kanadalı Andrew Nikiforuk, toplumsal hayatın hastalıklarla yakın ilişkisini çevreci bir bakışla inceliyor, dünyamızın en eski sakinleri olan mikro-organizmalarla barış yapmamızı öneriyor. Siz ne dersiniz?
Büyülü Dağ’daki Verem Hastanesi
“Büyülü Dağ” Thomas Mann’ın Nobel Edebiyat Ödüllü romanının adı. Gemi mühendisi olan Hans Castorp Alplerdeki bir sanatoryumda yatmakta olan kuzeni Joachim Ziemssen’i ziyaret etmek amacıyla bir yolculuğa çıkar. Niyeti kısa bir ziyaret yapıp dönmektir. Ancak birkaç gün sonra yapılan muayenede doktorlar kendisine de hastalığın bulaştığını ve bir müddet daha sanatoryumda kalması gerektiğini söylerler. Kitabın sonunda anlıyoruz ki bu süre tam 7 yıldır. Bu yedi yıl içinde o kadar çok olay geçer ki başından, tanıştığı insanlar, hastalar, sanatoryumda günlük hayat ve orada yaşanan tartışmalar Hans Castorp’a yepyeni kapılar açar. Kafasındaki zaman kavramı değişir. Günleri, ayları mevsimleri artık kendi ölçülerine göre yepyeni yöntemlerle belirler.
Sanatoryumda yaşanan hayat ise “dinlenme, sabır, katı disiplin, direnç, yemek, ateş ölçme, uyku, çay içmek ve beklemek” ten ibarettir.
Yazar bütün yaşananlara rağmen kitabını umut dolu şu cümleyle bitiriyor:“Dünyadaki bu ölüm şenliğinden ve yağmurlu akşam gökyüzünü kızgın alevlere boğan bu çirkin ateşten de günün birinde sevgi doğar mı dersin?”
Karacoğlan ne güzel söyler “Yazılanlar gelir sağ olan başa” diye ve ekler “Kara gündür gelir geçer/ Gamlanma Gönül Gamlanma.” Koronalı günler de geçer elbet. İnsanların üzerine düşen kor onun üzerine de düşer. Geride acıklı bir hikâye kalır.
KAYNAKÇA
CAMUS, Albert. (2019) Veba. (Çev. Ayça Sezen.) Can yy., (38. Baskı) İstanbul.
GRANT, Michale.(2012) Veba. (Çev. Engin Karadeniz), Artemis yy., İstanbul.
MANN, Thomas. (2013) Büyülü Dağ. (Çev. İris Kantemir) Can yy., (7.basım), İstanbul.
MARQUEZ, Gabriel Garcia.(2018) Kolera Günlerinde Aşk., (Çev. Şadan Karadeniz) Can yy. (41. Baskı) İstanbul.
MARTİN,Sean.(2011) Kara Ölüm., (Çev. Cumhur Atay). Kalkedon yy., İstanbul.
NİKİFORUK Andrew. (2018) Mahşerin Dördüncü Atlısı.( Çev. Selahattin Erkanlı) İletişim yy. (7.baskı) İst.
Yaşar Kemal. Hüyükteki Nar Ağacı. Toros yy. 1982, İstanbul. (Bu kitap 2009 yılı ve sonrasında YKY tarafından yayınlanmıştır.
(1) Bu yazı HECE Dergisinin 280. Sayısından alıntılanmıştır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.