Mustafa Yürekli
Mum, pervane ve sanatçı...
Yaz aylarında, son derece sıcak, nemli, bunaltıcı olan Akdeniz şehirlerinden Adana'da, Seyhan nehrinin iki yakası, ahali için çok çekicilik kazanır.
Ülkede eğitim öğretimin son bir ayına girildiğinde, Mayıs'ın ikinci, Haziran'ın ilk yarısında, Adana'da, bunaltıcı günler çoktan başlamış olur. Çocuklar, serinlemek için baraj göllerine ve sulama kanallarına girerler.
Şehrin içinde, Seyhan nehri üzerine biri eski, diğeri yeni olmak üzere iki baraj kuruludur. Birkaç arkadaş olup Yeni Baraj'a giderdik, arada bir. Sümer Mahallesi'nde oturduğumuzdan çoğunlukla tek başıma evimize daha yakın olan Eski Baraj'a giderdim. Kimi zaman barajın piknik alanı ailelerle, kadın ve çocuklarla dolup taşar, çevremde gerçekleşen dikkat dağıtıcı olaylardan ve gürültüden okumak güçleşirdi. Baraj gölünde boğulan çocukların acılı ailelerinin feryatlarına hiç dayanamazdım. Nehir kıyısı boyunca yürürdüm. Hastaneden tarafa, mühendislik fakültesine doğru nadiren yürümüşümdür. Ben daha çok Taş Köprü'ye doğru açılır; vakit ilerlemişse, Demir Köprü'den dönerdim.
Koltuğumda kitapla yürüyüşe çıktığımı fark eden kıyıdaki portakal bahçelerinin sahiplerinden birkaç kişi, İmam Hatip Lisesi öğrencisi, Hadimü'l Kur'an Ziya Yürekli Hoca'nın oğlu olduğumu bildiklerinden, benimle özel olarak ilgilenirlerdi. Babam, 70'li yıllarda, bu bahçelerden çuvalla narenciye alırdı. Bahçe sahipleri, bana ikramda bulunur, istediğim zaman bahçede, ağaçların gölgesinde çalışabileceğimi tekrar tekrar belirtirlerdi. Bu anlayışlı ve cömert bahçe sahiplerinin fedakarlıkları sayesinde, bugün, Seyhan nehrinin şehir içinde kalan bölümünde çevre düzenlemeleri yapılabilmiştir.
?Seyhan Yürüyüşü' adını verdiğim bu ırmak kıyısındaki yürüyüşler, okuduklarımı hazmetme çabalarıydı. Yürürken düşünmek çok zevklidir, hele de yanında sohbet ettiğin bir dostun, bir arkadaşın varsa. Seyhan Yürüyüşü'yle gösterdiğim bu verimli tefekkür çabalarının açıkçası düşünce hayatıma büyük katkısı olmuştur.
1976 yılında, yine Sayhan'ın kıyısında, Taşköprü'nün kuzey ucunda, Fuzuli Caddesi'nin üzerinde, eski garajların az ilerisinde, Orduevi'nin karşısında, ?Hacı Ömer Sabancı Kültür Merkezi' hizmet vermeye başladı; toplam 15 bin metre kare alan üzerinde kurulmuştu ve 5 bin metre kare kapalı alana sahipti ve kullanım hakkı, Kültür ve Turizm Bakanlığı'na devredilmişti. Hacı Ömer Sabancı Kültür Merkezi'nde 200 kişilik kütüphane ve 368 kişilik tiyatro salonu bulunmaktaydı. Kütüphanesinden alıp okuduğum ne çok kitap vardır, 1976 - 1981 yılları arasında; dünya ve Türk klasiklerini bu kütüphane sayesinde okuyabildiğimi belirtmeliyim. Büyük Doğu'nun, Diriliş'in ve Edebiyat dergisinin eski sayılarını da buradan alıp okumuştum. Büyük bir hazine gibiydi benim için. Hacı Ömer Sabancı Kültür Merkezi'nin tiyatro sahnesinde de pek çok oyun seyrettim. Üç ay resim kursuna gittim, resim sanatını öğrenmek için; 1977 yılında şair olmaya karar verince de resim kursuna devam etmek istemedim.
Seyhan Yürüyüşlerine çıktığımı sözkonusu beş yıllık süreçte, Sezai Karakoç'un ?Edebiyat Yazıları I' kitabını okuduğumu hatırlıyorum. Sezai Karakoç, çağdaş düşüncede ?metafizik' kavramının maruz kaldığı ihanete, sanat alanında da ?soyut' kavramının uğradığını belirtir, bu kitapta: ?Soyutlama, sanatın, bir yandan ?biçim'e, bir yandan da kalıcılığı bütünüyle aramaya yönelen ilkesidir. Enlemesine arındırma ve yaşayacak biçime bağlama işlemi, boylamasına ve derinlemesine, çürüyecek olanı aşındırıp dayanıklı olanı ortaya koyma denemesi, hilkatin sırlarını okuma ve dile bağlama kaygısı. Sanatın Amentüsünde metafizik ve soyut, biri insan üstünün ve doğa üstünün, öteki zaman ve şartlar üstünün kapılarını aralarlar. Fotoğrafla resim arasındaki farkta soyutlamanın payı birinci derecede kendini gösterir. Fotoğrafçı, ressamın fırçasını kullandığı gibi kamerasını veya objektifini kullandığında, fotoğraf da giderek resme yaklaşır. Ressam, tabiatın ampirik yanını soyutlaya soyutlaya bir niteliğe ulaşmak ister.'
Sezai Karakoç'un alıntıladığım bu cümlelerinden hareketle, o zamanlar, bakın neler düşünmüşüm: Resim yapmak, ressam için, ?görme' alıştırması yapmak gibidir. Önce kendisi görecek, sonra yaptığı resimlerle başkalarına da dünyayı doğru dürüst gösterecek. ?Görme' işini, bütünüyle gözlerle ilgili bir şey olduğunu düşünmek yanlıştır. Görmek demek, yalnızca renkleri birbirinden ayırt etmek, renkleri ayırt ettiği için de nesnelerin sınır çizgilerini seçebilmek, uzakları iyi ayarlayabilmek ya da çoğu kez olduğu gibi doğayı alabildiğince aslına uygun kopya etmek değildir. ?Görme', insanın belli bir nesneyi ya da nesneler sistemini şu iyidir, şu kötü; şu olması gerektiği gibi yüksek, şu tam tersine kusurludur, kusursuzluğa erişme çabasındadır gibi ayırımlar yaparak kendi iç dünyasında özümsemesi anlamına gelmelidir. Yalnızca canlı varlıklar, özellikle de insanlar, genel kişilik özelliklerini ve onları gördüğümüz andaki duygularını ele verirler. Oysa ?gören' bir kişi için yapılar olsun, sular ve bitkilerin düzeni olsun, başka başka anlamlarla yüklüdür; yüce bir düzen, sadelik ve sevecenlik gibi...
Soluma ırmağı, sağıma portakal bahçelerini alıp kıyıda yürüyüşe çıkmanın verdiği büyük zevklerden biri de, gömleğim rüzgarla dolunca ?Es be Süleyman es!' demekti. Yabancılaşma ve bozgunda bunalan ruhumu da kitapların metafizik esintilerle rahatlattığını düşünürdüm.
Çoğunlukla barajda, bir çam ağacının gölgesinde, toprağa oturuverir, çam kozalaklarının ve yeri kaplayan iğne yapraklarının arasında saatlerce kitap okurdum. Etkilendiğim cümleleri defterime yazardım. Okul defterlerim okuma notlarımla dolu olurdu daha çok. Şiir, roman, hikaye, deneme kitapları elimden hiç düşmezdi. Düşünceye, özellikle edebiyata yeni yeni açılıyor, Türk ve dünya edebiyatının büyük şair ve yazarlarını tanımaya çalışıyor, eserlerini dur duraksız okuyordum. Sanat ve edebiyat meselelerine de bu dönemde açılıyordum.
Çağdaş sanatın, insanın algı alanına hapsedildiğini fark etmiştim. Metafizik inkar edildiğinden ya da uzak kalındığından, duyu ötesi adeta yok sayılıyordu. Oysa İslam sanatı, metafiziği de kapsıyordu. Sanat hayatımın başında, halletmem gereken temel mesele olarak, bu konu, estetik algı meselesi çıktı karşıma..
Psikolojinin diliyle ifade edecek olursak: Gündelik hayat, yüzeysel görmeyle sürdürülüyor ve buna ?algı' diyoruz, bir şeyin ayırtına varma anlamında. Oysa sanat, derinlikli görme çabası; buna da ?tamalgı' diyoruz. Tamalgı, kavrama, anlama, özümleme, yorumlama, bir konuda uzmanlık gibi anlamları var. Dolayısıyla ?yüzeysel görme' ile ?derinlikli görme' arasında çok büyük fark var. Tamalgı, kısaca şu anlama geliyor: Belli bir nesne ya da nesneler dizgesinin bir takım karmaşık çabalar sonucunda, bir dünya görüşüne sahip sanatçının yaşam felsefesinin bir parçası olmak üzere özümsenmesi. Gerçek bir ressamca gözlenen dış dünyanın kimi öğeleri, resamın eserine yansıyorsa, bu onları özümsediği anlamına gelir; resimde olsun, şiirde, hikayede ya da romanda olsun, sanatçının ?kendi dünyası'nın bir parçası oldukları için yansıyorlar demektir.
Böylesine bir tamalgı sürecinin oluşabilmesi için gerekli üç öğe vardır: Birincisi, özne. İkincisi, o öznenin ?dünya'sı; yani dünyayla ilgili hangi inanç, duygu ve düşüncelerin kişisel felsefenin oluşumuna katılacağını saptayan öğe. Üçüncüsü, özümsenme olayından önce kendi başına var olan nesne. Burada, sanattaki tamalgıda, inancın, şuurun ve özgür iradenin işleyişi ilkesini görüyoruz. Son çözümlemede tamalgı, bir nesnenin ya da olayın, sanatçı aracılığıyla, evrensel mutlak hakikate götürülüp bir insan topluluğunun, bir milletin ya da ümmetin özümsenmesi olayı olmaktadır.
Kalemin altında defter sayfaları, birbirleriyle ilintisi olmayan cümlelerle dolu, teker teker geçip gidiyordu.. Ne çok şey not alırdım öyle, hiç üşenmeden yazardım. Sezai Karakoç'un Edebiyat Yazıları I kitabından ne kadar çok cümlenin altını kırmızı kalemle çizmiştim. Klasik İslam edebiyatında, çok kullanılan ?mum ve pervane' örneği üzerinde, temel kavram ve ilkelerin nasıl işlediğini bir nevi gösteriyor ve böylece geliştirdiği estetik kuramının sağlamasını yapıyordu: ?Klasik şairler ve yazarlar, doğadan aldıkları mum ve pervane motiflerinden bir soyutlamayla insani psikolojiye ve onun en yüce hali olan ?aşk' kavramına ulaşıyorlar; oradan da metafizik aleme, Tanrı'ya, vücud birliği görüşüne, Tanrı aşkında yokolmaya ve o sevgide yeniden ve ebedi olarak dirilmeye çıkıyorlar. Görüldüğü gibi; ?doğa - soyutlama - metafizik ve mutlak alem - yeniden somutlanış'; diriliş zincirlemesi, bu örnekte, mükemmel bir şekilde izlenmiştir. Doğa - insan - Tanrı ilişkisi bu örnekte en soyut ve en somut canlandırılmasına kavuşmuştur. Bundandır ki şairler ve yazarlar, usanmadan ve bin bir orijinal ele alışla, aynı leitmotif ve mazmun, aynı temayla eserlerini, genel edebiyat tarihi ve geleneği içine yerleştirmişlerdir.'
Sezai Karakoç, tamalgıyı, soyutlama olarak kavramlaştırıyor ve tamalgının metafizik ve mutlak aleme, evresel mutlak hakikate dek uzanması gerektiğini vurguluyor.
Okuldan öğretmenlerimle ve arkadaşlarımla, aile çevremizden kimi kitap sever, kimi edebiyat sever büyüklerimle yaptığım kültür, sanat ve edebiyat sohbetleri, bugün olmuş unutamadığım, hala benim için eşsiz hatıralardır. Adana İmam Hatip Lisesi'nde, 1970'li yılların ikinci yarısında, birbirinden degerli öğretmenler vardı. Müdürümüz Mehmet Sait Kırmacı, Türkçe öğretmeni Hilmi Topal, edebiyat öğretmeni İhsan Elbistanlı, tarih öğretmeni Erol Sevim, İngilizce öğretmeni Ayhan Aksu, meslek dersleri öğretmeni Muhiddin Aksoy, sabırla, hoşgörüyle ve anlayışla sorularıma katlanırlar, sohbetleriyle beni geliştirmeye çalışırlardı. Ayrıca Ali Ekmel Okur'u da, edebiyat dergileri, kültür, sanat ve edebiyat kitapları çevresinde dönenip duran sohbetlerinin gelişimimde büyük pay sahibi olduğunu burada özellikle belirtmeliyim.
Notlarımı, dolayısıyla düşüncelerimi ve duygularımı paylaşmak için çırpınır dururdum. Sezai Karakoç'un kitaplarını bu sohbetler sayesinde özümlediğimi söyleyebilirim. Usanmadan beni dinleyen, düşüncelerini açık yüreklilikle söyleyen, okuduğu kitapları saatlerce benimle tartışan gerçek okuyucu o büyüklerimi, özellikle akranım olan dostlarımı burada sevgiyle, minnetle, şükran duygularıyla ve hasretle anıyorum. Muhammed Fatih Andı, Muhammed Sani Adıgüzel, Zeynel Coşkun gibi kitapsever sınıf arkadaşlarım vardı ve aramızda sohbetlerimiz çok canlı, çok doyurucu geçerdi.
Hayatı tanımaya yeni başladığım o yıllarda, Seyhan'ın kıyısında, bir ırmağın toprakla, ağaçlarla, hayvanlarla ve insanlarla ilişkisine, Tanrı, kainat, hayat ve insan arasındaki ilişkiye baka baka, dergi ve kitap okuyarak, inceleyip araştırarak, sorgulayarak ve düşünerek, dünya görüşümü, yaşam felsefemi ve kişiliğimi inşaa ederken, İslam estetiğini de öğrenmeye çalışıyordum.
Mustafa Yürekli - Haber 7
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.