Mustafa Yürekli
Bediüzzaman'la Köy Enstitüsü'nden yazışmak
Mustafa Yürekli, Köy Enstitülü bir öğretmenin, Mustafa Sungur'un Bediüzzaman'la yazışmasını irdeliyor.
Devrimlerin pozitivist, materyalist ruhunun, Halkevleri ve Köy Enstitüsü'leriyle toplumun kılcal damarlarını dolaşıp en ücra köşelere kadar yayılışını, genç adamın Bediüzzaman'ın Köy Enstitüsü'ne, eğitim camiasına baktığı dürbün oluşunu ve onun yaralarını, çektiği acıyı ve şifa umuduyla çırpınışını bilen üstadın mücadelesini anlatıyor.
Büyük İslâm Âlimi Bediüzzaman Said-i Nursî'nin yaşayan talebelerinden Mustafa Sungur'u kaybettik. Ömrünü, İslâm'a ve Risâle-i Nur'lara vakfeden, ülkemizde üç neslin yetişmesine katkıda bulunan Mustafa Sungur, Hasan Celal Güzel'in deyimiyle bir ?Anadolu Ağabeyi'ydi. Daha önce, İstanbul'da, Anadolu şehirlerinde onun verdiği Risale-i Nur derslerine pek çok kez katıldığımdan eskiden beri tanır ve hayranlık duyardım.
?Bediüzzaman: Said Nursi Belgeseli'nde konuştuğum üstadın hayatta olan on iki talebesinden biri de Mustafa Sungur'du. Bediüzzaman'ın hayat hikayesine katılan hayatların en çarpıcısı olması, doğal olarak onu diğerlerinden öne çıkardı. Bugün olmuş, Bediüzzaman'ın ?Sungur, hayatınla hayatım devam edecek!? sözündeki hikmet üzerinde düşünür, bu iki hayata birbirinin devamı olarak bakmaktan kendimi alamam ve tasavvufta olduğu gibi, Risale-i Nur'da da tecessüm eden hayatların birbirine eklemlenmesini doğru anlamak için çaba sarf ederim.
Bu yazıda, Mustafa Sungur'un hayatı, hizmetleri ve mücadelesinden hareketle iki hayatı birbirine ekleyerek, Rasulullah (s.a.v.)'e bağlanan tevhit zincirinin bir halkası haline gelme konusunu ele alacağım.
İLK CUMHURİYET KUŞAĞINDAN BİR GENÇ
?Bediüzzaman: Said Nursi Belgeseli için röportaja gitmeden önce, eskiden beri bildiğim Mustafa Sungur'un hayat hikayesini bir kez daha araştırdım, kitaplardan, çevresindeki kişilerden. 40 kuşağının mücadelesine yakından bakacaktık, onun gençlik yıllarını öğrenirken.
Mustafa Sungur'un hayat hikayesi, cumhuriyetin ilanından altı yıl, harf devriminden de bir yıl sonra, 1929'da, Safranbolu'nun Eflani nahiyesine bağlı Çalışlar köyünde dünyaya gelişiyle başlar. Safranbolu, İstanbul-Sinop kervan yolu üzerindedir.
Safranbolu evlerini bir düşünün.. İslam medeniyetinin gülen yüzüdür onlar. Mimarisini etkileyecek kadar güçlüdür Safranbolu'da, milletimizin nabzının atışı.. Karadeniz bölgesini İstanbul'a bağlayan büyük damarın bir parçasıdır çünkü.
Cumhuriyet'in ilk kuşağından olan Mustafa Sungur, ilk okul öğrencisiyken Mustafa Kemal Paşa vefat eder, dolayısıyla Kastamonu Gölköy Köy Enstitüsü'nde öğrenciyken de dünya, İkinci Dünya Savaşı'na, ülkemiz de Milli Şef İsmet İnönü dönemine sahne olmaktadır.
Devrimlerin pozitivist, materyalist ruhu, Halkevleri ve Köy Enstitüsü'leriyle toplumun kılcal damarlarını dolaşıp en ücra köşelere kadar yayılmakta, resmi ideoloji, Safranbolu'da da devletin bütün bir ağırlığını hissettirmektedir. Çünkü 1939'da işletmeye alınan Karabük Demir Çelik Fabrikası ile Karabük ilgi merkezi durumuna gelmiştir ve Safranbolu da, Anadolu'da gerçekleşen modernleşmeden fazla etkilenmese de, Ankara'nın kavurucu nefesini ensesinde sürekli hissetmektedir.
Mustafa Sungur, 1945 yılında, Gölköy Köy Enstitüsü'nden mezun olduktan sonra,16 yaşında kendi köyüne öğretmen olarak tayin edildi. Devlet baskısının ve yoksulluğun en şiddetli hissedildiği yerde, Safranbolu'nun bir köyünde doğup da öğretmen olmayı başaran bir gençti. Cumhuriyetin ilk kuşağından bir şimşek gibi bir ruh; pırıl pırıl bir yürek, keskin bir zeka, çalışkanlık ve çelik gibi iradedir, hayatın ondaki tezahürleri. Aynı yıl, evlenerek olgunlaştığını da göstermişti.
Köy Enstitüsü yıllarında maruz kaldığı pozitivist/materyalist eğitim politikasının sonucu, inanç, duygu, düşünce ve davranış planında yaşadığı yabancılaşmanın farkındaydı. İslam medeniyeti ile körü körüne öykünülen Batı uygarlığı arasında ezilmekten duyduğu acının, varoluş sorununun, dünya görüşü sorununun göstergesi olduğunun bilincindeydi üstelik.
Ne var ki küçükken aldığı dini eğitim ve ailesindeki hocaların açıklamaları, manevi yaralarına şifa veren merhem olmamaktaydı.
KÖY ENSTİTÜSÜ'NDEN GÖNDERİLEN MEKTUP
Bediüzzaman Said Nursi, Mustafa Sungur'la ilişkisine, hikayesi Cumhuriyet'in ilk kuşağının durumunu yansıttığından Risale-i Nur'da yer yer değinmiştir. Bu yüzden ülke çapında tanınıp seviliyordu.
1946 yılında, Mustafa Sungur, Safranbolulu Keçeci Mehmet Efendi ve Ahmet Fuat Efendi ile karşılaşır. Bediüzzaman ile irtabat halinde olan bu iki muhterem zatın elinde, Mustafa Sungur'un manevi hastalığına ilaç olacak Risale-i Nur Külliyatı vardı. Kendini milletine yabancılaşmış bulan genç Mustafa Sungur, iki medeniyet arasında kalmanın açtığı yaralarla kıvranarak sorduğu tüm soruların, Risale-i Nur'da aklı ve kalbi doyuran cevaplarını buluyordu. Risale-i Nur, tevhit inancını akıl ve Kur'an-ı Kerim ayetleriyle açıklıyor, yeni neslin imanını kurtarıyordu. Taşları yerine koyma, imanı sağlam temellere oturtma, güzel ahlakla karakterini düzeltme ve hayatı temel ilkelerle (salih amellerle) yüceltme anlamında bir eğitim dönemine, bir manevi tedavi sürecine girdi. Risale-i Nurların kendisine yepyeni bir bakış açısı, engin bir ufuk kazandırdığını fark eden genç adam, bundan sonra kendisini tamamen hizmete verdi. Safranbolu'da Mustafa Osman, Ahmet Fuad, Hüsnü Bayram ve Hıfzı Efendi ile tanışmasından sonra Risale-i Nurlara bağlılığı iyice güçlendi.
Mustafa Sungur, derdine deva olduğunu tecrübe ederek gördüğü Risale-i Nur sayesinde Bediüzzaman'la müşerref olmanın mutluluğu ve coşkusuyla kaleme, kağıda sarılıp mektuplar yazmaya başladı. Köy Enstitüsü'nde aldıkları eğitimi, okulda tanık olduğu ve kendini de bunalıma sokan olayları, okul, öğretmenler ve müfredata ilişkin izlenimlerini, Bediüzzaman'a tek tek anlatıyordu mektuplarında. Köy Enstitüsü'nde yakalandıkları Batı fırtınasının tahribatını, gençliğin imanının ve maneviyatının nasıl yıkıldığını ve devlet gücünü arkasına alan bu yabancı fikir akımıyla, gençlerin, ömrlerinin baharında enkaz haline gelişlerinin farkında bile olmadıklarını aktararak adeta üstada sığınmakta, bir çözüm bulmasını istemekteydi.
Bediüzzaman, 1925 ile 1952 yılları arasında, çeşitli sürgün ve hapis cezaları dolayısıyla Burdur, Isparta, Kastamonu ve Afyon'nun Emirdağ ilçesinde kaldı. Mustafa Sungur'un mektup yazmaya başladığı dönemde üstat Emirdağ'daydı. Yıkılan İslam medeniyetinin bıraktığı boşlukta Batı fırtınasının uğuldamasıydı, Sungur'un mektupları. Bir savruluş, bir kaybolma çığlığıydı bu mektuplar. Genç adam, canhıraş feryadına üstadın ilgisini beklemekteydi.
Bediüzzaman, Kastamonu'da kaldığı için Batı Karedeniz'in insanını tanıyordu. Safranbolulu genç öğretmen Mustafa Sungur'un mektupları, bir son dönem Osmanlı alimiyle Cumhuriyet kuşağından bir gencin karşılaşmasıydı.. Nesiller arasında sağlam bir köprünün kurulması anlamına gelecekti bu ilişki. Bediüzzaman, genç Mustafa Sungur'un mektuplarını okurken, endişelerinde ne kadar haklı olduğunu görmekteydi. Yıkılan medeniyetinin enkazı altında çırpınan, her geçen gün yaraları derinleşen ve inleyen milletimizin geleceği çalınmaktaydı çünkü.
Bediüzzaman'ın Köy Enstitüsü'ne, eğitim camiasına baktığı dürbün oldu genç adam. Onun yaralarını, çektiği acıyı ve şifa umuduyla çırpınışını bilmekteydi üstat. Çünkü onu köklerinden ayıran Batı fırtınası Tanzimat'tan beri bu topraklarda esmekteydi. Üstelik İkinci Meşruiyet'ten sonra devlet gücünü de eline geçirdiği için sözkonusu Batı fırtınası, her şeyi söküp atmış, koskoca İslam medeniyetini de yıkıp dağıtmıştı.
Bediüzzaman, sorunu doğru teşhis etmişti; dahası, iman davasına, tevhit mücadelesine soyunmakla isabet ettiğini zaman da tasdik ve ilan etmekteydi.
Mustafa Yürekli - Haber 7
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.