Sezai Karakoç’un Basın Eleştirisi
Modern dünyada basın, bütün sosyolojik tahayyüllerde kendine yer bulmaktadır Dolayısıyla iç politikada da uluslar arası ilişkilerde de basın hayatî bir önem arz etmektedir.
Bu yazı, Medya Platformu Derneği’nde verdiğim ‘’Sezai Karakoç’un Basın Eleştirisi’’ başlıklı konferansın deşifre edilerek özetlenmesinden oluşmaktadır.
Basın Özgürlüğü
Sezai Karakoç, basını, toplumların ‘gözü, kulağı ve dili’ olarak görmektedir.
Bu niteliği ile gazete büyük bir ‘ihtiyaç’tır. Ancak ‘toplum ruhundan fışkıran, toplum ruhunu geliştiren kültür temelli bir gazete’ üstlendiği bu fonksiyonu doğru icra edebilir (Gün Saati, s.295).
Dolayısıyla gazete ihtiyaçtan doğan ve ihtiyacı karşılayan nitelikte olmalıdır.
Sezai Karakoç, nefes almak gibi insanın başkası tarafından yerine getirilemeyecek işlerinden en önemlisi olarak düşünme faaliyetini görür.
Gazete insanı düşünmeye itmeli, rahatsız etmelidir ki, gerçek fonksiyonunu yerine getirmiş olsun. Çünkü gazete ancak bu şekilde fikir gazetesi olursa, insanın gelişmesine ve ilerlemesine yardımcı olacaktır.
Ayrıca Karakoç, düşünce özgürlüğünün gereği olarak ‘belli bir görüşü, düşünüşü olanın gazetesi de olmalıdır’ inancındadır. Çünkü kendini duyuramayan görüşler zamanla eriyip yok olacaklardır. Gazetenin hayati görevlerinden biri de budur (Gün Saati, s.293).
Her gazete, fikir gazetesi olmalıdır ve açıktan belli bir görüşün sözcülüğünü yapmalıdır; nitelikli bir gazete, ruhunu çok satışa ya da reytinge satmamalıdır.
Fakat bireye “sen dur, düşünme, ben her şeyi hazırladım” tavrı içindeyse; o gazete, ilerleme bir yana, gerilemeye sebeptir (Gün Saati, s.294).
Karakoç, yukarıdan aşağıya tek kanallı iletişime hem ikili iletişimde hem de kitle iletişiminde karşıdır.
Basına Yansıyan Tarih
Sezai Karakoç, basının Tanzimat döneminde yurdumuza Batı’dan gelişine dikkat çeker; dolayısıyla gazeteciliğin Batı uygarlığına ait bir kurum olma özelliğini hatırlatır.
Bu yüzden önce matbaanın, sonra gazetenin yurda gelişinin, dolayısıyla basının bir önemli özelliğinin de halkla aydınların arasındaki mesafenin açılmaya başladığı dönemde sosyal hayatımıza girmesidir.
Bu süreçte, halk, kendi hayatını ve düşüncesini içine kapalı bir şekilde yaşamaya başlamıştır.
Aydınlar ise kısa dönemlerle gelen havalarla âdeta on yılda bir başka modaya kapılmıştır (Sütun, s.188).
Topluma yabancı olarak gelen gazetenin asıl probleminin yerlileşememiş olmasıdır.
Çünkü gazete bulunduğu toplumun ruhunu yansıtan bir nitelikte olmalıdır.
Bugün toplumumuzda, örneğin Fransızların Figaro veya Le Monde’u gibi toplumsal kimliğimizi taşıyan bir gazetemizin olmaması önemli bir eksiğimizdir.
Karakoç, bunun sebebini basın tarihimizde aramak gerektiğini söylemektedir (Gün Saati, s.295).
Yarım Aydın
Sezai Karakoç ayrıca eleştirisinin odağına toplumdaki gazeteci-aydın kitlesini de koymaktadır.
İlim, fikir ve edebiyatta bir şey ortaya koymamış ancak ihtiras sahibi bir takım diplomalı yarı aydınların gazeteciliğe kaymış olmalarını büyük bir talihsizlik olarak nitelendirmektedir. Bu tip insanlar, “günün adamı” olma özellikleriyle ne yazık ki basın dünyasında tutunmuşlardır.
Kültür buhranı geçiren, yurt dışında eğitim görmüş ya da yabancı öğreticiler eliyle yetiştirilmiş olmalarıyla “iyi eğitim” imajı çizmelerine rağmen gerçek hiçbir bilginin özüne derinlemesine inemezler.
Yerli kültürden uzaktırlar ve din onlar için modası geçmiş bir eski zaman kalıntısıdır.
İnanma duygusunun köklülüğünden habersizdirler (Gün Saati, s.118).
Karakoç, toplumdaki aydın tipini o kadar yetersiz bulur ki, onun için “aydın, kültür savaşımızda verilen kayıptır, bu kadro orijinalliğini ve asaletini yitirmiş bir kültürün kurbanlarıdır” ifadelerini kullanmaktadır (Farklar, s.14).
Kendi öz kültürüyle ilgisini kesmiş, ruhuna şüphe tohumları ekilmiş bir sahte aydınlar tabakası haline gelmişleridir (Çağ ve İlham I, s.40).
Karakoç’a göre bu şüphe, otokritik için gerekli şüphe değil, insanın yaptıklarına çevrilmiş dikkatin verimi değil, asıl yapıcı kudret olan imanını çürütmek için özel olarak imal edilmiş bir zehirdir.
Şifasız bir aşağılık duygusu ile sınırsız bir narsizm arasında gidip gelen, dünya görüşü yıkılmış, inançları temelinden sarsılmış, hayat üslubu manipülasyonla değiştirilmiş bir aydın sınıfı doğurulmuştur.
Bu aydınlar, Doğu’ya olan imanlarının anlamına ermeden kolayca Batı’ya yönelmiş, ruhça köleleşmiş, zihince tükenmiş duyguca tıkanmış, iş ve hareket planında büzülmüş bir tip karakterin insanlarıdırlar (Çağ ve İlham I, s.39).
Basınla toplum arasında oluşan mesafenin bir sonucu olarak, toplumun dinine, İslâm’a da son derece mesafelidirler. Âdeta ters bir şuur oluşmuştur (Sütun, s.333).
Halkı sevmezler ve acımazlar, halkla aralarında en ufak bir duygu düşünce ve inanç ortaklığı yoktur (Sütun, s.146).
İnsan sevgisi, yurt sevgisi ve tarih sorumluluğu onlara çok uzaktırlar (Gün Saati, s.119).
Düşünce, Kalem Ve İmza
Sezai Karakoç, bütün bu tespitlerinin neticesinde aydın tabakanın birkaç yüzyıldır, ruh açısından toplumun gerisinde oldukları sonucuna varmaktadır (Gün Saati, s.115).
Fikir ve düşünce hayatını süreli yayınlarla devam ettiren bir yazar olarak Sezai Karakoç, reklam ve ilanın gazetenin esası olmaması gerektiğini düşünmektedir.
Düşünce, kalem ve imza kendi başına bir değer kabul edilmelidir (Gün Saati, s.115).
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.