Yeni normal, yeni Avrupa, yeni Almanya
İstanbul
Küresel bir salgın konusundaki en son tecrübeleri 20. yüzyılın başlarında kalan Avrupa’daki ülkeler yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgını patlak verdiğinden beri kendi yaşam tecrübelerine göre hareket ederek, pek çoğu aşırı sert sayılabilecek tedbirler alarak, halen devam etmekte olan pandemiye karşı mücadelelerini yürütüyorlar.
Ülkeler, salgının hızlı yayılmasını önlemek ve etkisini zamana yaymak maksadıyla, okullar ve iş yerlerini kapattılar, başta risk grubunda olan kişiler olmak üzere virüsün bulaştığı veya bulaşma ihtimali bulunan kişilere zorunlu karantina uyguladılar, günlük yaşantıda hijyen, sosyal mesafe ve maske takma zorunluluğu ve hatta genel sokağa çıkma yasağı gibi pek çok tedbirlere riayetle salgından korunmaya çalışıyorlar.
- Prof. Dr. Nevzat Tarhan: “Ailenin pozitif yönlerini tespit edeceğiz”
- Kovid-19 hastasına Türk Işın Tedavisi Yöntemi uygulandı,
- worldometers.info/coronavirus/
- DSÖ'den 'Kovid-19 salgınında en kötüsü henüz gelmedi' uyarısı
- Sağlık Bakanı Koca: Virüsün yayılma hızının azaldığı düşüncesi yanıltıcıdır
- Türkiye'nin koronavirüsle mücadelesinde son 24 saatte yaşananlar
- Dünya genelinde Kovid-19'dan iyileşenlerin sayısı 6 milyonu geçti
Kovid-19 salgını karşısında ülkelerin uygulamış olduğu tedbirler devletler hukuku, uluslararası hukuk, uluslararası ticaret hukuku ve evrensel temel hak ve hürriyetler alanında etkilerini gösterdi, salgın sonrasına yönelik olarak getirilen normalleşme tedbirlerinde de etkisini göstermeye devam ediyor. Avrupa’da başta Almanya olmak üzere, temel hak ve özgürlükler açısından getirilen değişiklikler, yeni düzenlemeler, toplumsal yaşantıyı derinden etkileyecek düzenlemeler olarak karşımıza çıkıyor ve aynı zamanda bir hayli eleştiriliyor.
Salgınla mücadele ve sonrasında hayata geçirilen kontrollü normalleşme etrafında sağlıkla ilgili konuların dışında en çok konuşulan ve siyasi liderlerce de dile getirilen husus, bundan sonra dünyada hiçbir şeyin aynı olmayacağı.
Aylarca süreceği anlaşılan ve şimdiden başta sağlık sistemleri ve ekonomi olmak üzere pek çok faaliyet ve hizmet alanını etkileyen bu salgın hastalık, başta devletlerin alışılmış hukuki düzenleri olmak üzere, Avrupa’da bireyden topluma, ekonomiden siyasete, psikolojiden sosyolojiye, inanç ve ibadet alışkanlıklarına varıncaya kadar çok geniş bir alanda daha uzun bir süre etkilerini gösterecektir.
Yeni normal
Salgının başlamasıyla birlikte salgını hızlı şekilde önlemek için tedbirler alan ülkeler, salgının yavaşlamasıyla bir taraftan normale geçişi sağlamak, diğer taraftan ise salgını baskıda tutmak için yine ilave tedbirler alarak “yeni normal” şeklinde ifade edilen sürece girmiş bulunuyorlar. Kendilerini önce dışa kapatan ülkeler, sınırlı kontrollü olarak yeniden açmaya başladılar.
Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) salgınlarla mücadele kapsamında tavsiye ettiği ve dikkatle uygulanmasını önerdiği sınırların kapatılmamasına dair uyarılarını, hiçbir ülke dikkate almadı. Avrupa’da virüsün görülmeye başlamasıyla, pek çok ülke salgının yaygın olduğu bölgelerle olan sınırlarını panik halinde kapatarak, ilk olarak insan geçişlerini, sonrasında ise belirli mal geçişlerine sınırlama getirdi, akabinde ise sınırlar bütünüyle kapatıldı. Sınır kapatma konusunda bilhassa Almanya’nın sert bir uygulama içine girmesi diğer Avrupa Birliği (AB) üyesi ülkelerde büyük hayal kırıklığı doğurdu. AB üyesi ülkelerde, dönem dönem mülteci akınıyla mücadele kapsamında münferit ülkeler tarafından askıya alınan, AB’nin temelini oluşturan serbest dolaşımı garanti altına alan Schengen Anlaşması, 16 Mart-15 Haziran tarihleri arasında tüm AB ülkelerinde askıya alındı ve uygulanmadı. Serbest sınır geçişlerinin olmadığı bir Avrupa’nın ne ifade ettiğinin, iş gücünün serbest dolaşımının ne anlama geldiğinin bu süre içinde adeta fiilen test edildiğini söylemek mümkün. AB üyesi ülkelerin her ne kadar 15 Haziran tarihinden itibaren kontrollü normalleşmeye geçilmesiyle sınırlarını açmaya başlamasına rağmen, Schengen’in öngördüğü sınırlarda serbest dolaşımın hayata geçmesi sonbaharı bulacaktır. Bunun tabii ki tek şartı, Kovid-19 pandemisinin o döneme kadar yeniden hız kazanmamış olmasıdır.
Kovid-19 salgınıyla birlikte Avrupa’da ve özellikle AB içinde en çok eleştirilen konuların başında, AB organlarının krizi yönetmedeki başarısızlığı ve ülkelerin birbirlerine yardım etmeyişi geliyor.
Ancak dikkatle bakıldığında AB üyesi ülkelerde asıl kriz yönetim birimleri ve kriz yönetiminde görev alan organların, DSÖ’nün tavsiye kararları doğrultusunda, ulusal kriz merkezleri olduğunu söyleyebiliriz. AB ise bu tür bir krizi yönetebilecek kapasiteye sahip değil. Bu kriz merkezlerinin de ulusal devletlerden bağımsız hareket edemediğini not etmeliyiz. Hatta Almanya gibi federal yapıda olan ülkelerde böylesi salgın durumlarında kriz yönetiminin eyaletlerde olması ve bu kriz merkezlerinin karar almakta zorlanması, salgının Avrupa’da hızla yayılmasının doğrudan sebeplerinden biri. Almanya’da kontrol, ancak kriz yönetiminin federal hükümet uhdesine alınmasıyla sağlanabilmiştir.
Normalleşme süreciyle birlikte, başta Almanya olmak üzere, ülkeler seyahat kurallarını ve sınırların açılmasına ilişkin kuralları belirlerken bu defa ortak hareket edildi ve salgının sonradan dönemsel olarak hız kazandığı bölgeler haricinde ortak kararlar alınmaya başlandı. Salgın Avrupa’da her ülkede aynı şiddette seyretmemekle birlikte, normalleşmeye geçişte üye ülkeler, baştaki yanlışlarından dönerek ortak kararlar almaya başlamış durumdalar.
Normalleşmeyle ilgili alınan kararlarda bilhassa seyahat uyarılarıyla ilgili başta Almanya olmak üzere AB organlarının siyasi saiklerle hareket etmesi gözden kaçmıyor. Salgınla başarılı bir mücadele ortaya koyan Türkiye’ye yönelik getirilen sınırlamalar ve ağır seyahat uyarıları, Avrupa’da her kesimden tepki topladı.
Bu noktadan hareketle, yeni normalin gözden kaçmayan en önemli alanlarından birinin, AB üyesi ülkelerde turizm sektörünü ve hava yolu şirketlerini doğrudan etkileyeceği bilinmesine rağmen seyahatlerle ilgili getirilen sıkı düzenlemeler olduğunu söylemek mümkün. Nihayetinde Avrupa ülkelerinin bayrak taşıyıcı milli hava yollarının, yeni normalin ilk kurbanları olduğunu söyleyebiliriz. Bunları tur operatörleri ve seyahat acentelerinin takip etmesi kaçınılmaz.
Yeni Avrupa
Avrupa’da salgının yoğun olarak yaşandığı ülkeler İtalya, İspanya, Fransa, Belçika ve İngiltere olarak gözlemlenmiştir. Normalleşmeye yönelik ilk uygulamalara rağmen, bu ülkelerdeki durum henüz netleşmemiş durumda ve kritik eşikte duruyor. İkinci dalga endişesi, normalleşmeye yönelik uygulamalarda Avrupa genelinde her an geri adımlar atılabileceği ihtimalini canlı tutuyor.
Avrupa’da salgının ilk görüldüğü andan itibaren kriz yönetiminde önemli görev üstlenen ulusal kriz merkezleri, AB içinde üye ülkelerin birbirlerinin yardımına muhtaç olduğunu anlamakla birlikte, ülkelerin bu karşılıklı muhtaciyeti aynı şekilde değerlendirmemeleri sebebiyle üye ülkelerin pek çoğu salgınla tek başına mücadele etti. Ulusal kriz merkezleri, mevcut kriz ortamında AB’nin objektif kriz değerlendirme yöntemlerine göre değil, karar alma mekanizmasında yer alan kişilerin olayları algılamasına ve değerlendirmesine bağlı olarak kararlar alıyor. Bu sebeple ilk başlarda yardım etme konusunda görülen çekinceler, AB içindeki karar alma mekanizmasının sonucu değil, kriz yönetiminde belirleyici olan ulusal karar alma mekanizmalarının başında yer alan kişilerin tercihlerinden kaynaklanan bir durum olarak ortaya çıktı.
Kovid-19 salgını etkisini yitirdikçe Avrupa sathındaki etkisi de belirginleşiyor. Salgın öncesi dönemde belirgin bir şekilde hissedilen bir hal olarak hem Avro bölgesinde hem de AB üyesi ülkeler arasında Kuzey ve Güney arasındaki ekonomik makasın gittikçe açılması, salgın döneminde kendini iyice hissettirdi.
İtalya ve İspanya’nın Kovid-19’dan bu derece etkilenmesinin temel sebebi olarak bu ekonomik durumun bu iki ülke aleyhine işlemesi olarak gösterilebilir. Hatta Fransa’nın da uzun süredir ekonomik darboğazda olduğu, salgının bu ülkede emeklilik ve işsizlikle ilgili yeni yasal düzenlemelerin tartışıldığı bir dönemde başladığı düşünülürse, Fransa’yı da AB içindeki fakir güney ülkelerine dahil etmek gerekir.
Salgının ekonomik olarak etkilediği AB’deki her ülke kendi gücü nispetinde ayakta durmaya çalışıyor. Bununla birlikte, Avro bölgesinin İspanya, İtalya ve Fransa gibi önemli ülkelerinin salgın öncesi de ekonomik sorunlarla uğraştıkları düşünüldüğünde, salgının etkilerinden kendi başlarına kurtulmaları mümkün görünmüyor. Bu çerçevede AB içinde salgından etkilenen bölgelere ve sektörlere dağıtılmak üzere oluşturulan ve üzerinde anlaşmaya varılan 500 milyar Avroluk yardım paketi ve buna ilave olarak 250 milyar Avroluk kredi kaynağı, AB dönem başkanının değişmesini beklemektedir.
Ancak aşikâre dillendirilmese de salgın sonucu yaşanan ekonomik krizin AB’nin geleceğini belirleme açısından önemli olduğu ifade ediliyor ve oluşturulan fonların bununla kalmayacağının işaretleri ortaya konululuyor. Salgın sonucu ekonomik sorunla karşılaşan ülkeler, yardımlar için oluşturdukları kaynaklarının çoğunu borçlanma yoluyla elde ettiler. Borçlanma sebebiyle, Avro bölgesi ülkelerin borçlanma üst sınırlarında 2020 yılı için tayin edilen uygulamalara dikkat edilmeyeceği, sınırların aşılmasında hukuki mekanizmaların işletilmeyeceği ilan edildi. Borçlanma sınırlarına daha önce çok sıkı dikkat eden Avro bölgesi ülkeleri, salgının ekonomik etkisini azaltmak maksadıyla yüzde 10-15 sınırlarını bulan bir borçlanmaya gittiler. Bu bakımdan, AB’de asıl korkulan noktanın, Avro Bölgesi ve para birimi Avro’nun geleceği olduğu ifade ediliyor. Avro bölgesinin halihazırda sorunlu ülkeleri olan İspanya ve İtalya’ya krizle birlikte artık Fransa’nın da eklendiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Yardım paketinin ve kredi kaynaklarının nasıl dağıtılacağı konusunda AB üyesi ülkeler henüz bir anlaşmaya varamamakla birlikte, Fransa ve Almanya 29 Haziran’da Emmanuel Macron ve Angela Merkel’in katıldığı ikili zirvede yardım paketinin dağılımı konusunda anlaştıklarını açıkladılar. Fakat Merkel’in Fransa ve Almanya arasında bu konuda anlaşma olmasının, AB üyesi ülkeler arasında da anlaşmaya varıldığı anlamına gelmeyeceğine vurgu yapması, yardım fonunun dağıtılması konusunda son sözün henüz söylenmediğini ortaya koyuyor.
1 Temmuz’dan itibaren AB dönem başkanlığını devralan Almanya’nın ve Şansölye Merkel’in yerine getirmek zorunda olduğu en büyük görevlerden biri yardım fonunun adil bir şekilde dağılımı olarak gözüküyor. Fransa ve Almanya buluşmasından önce Belçika, Hollanda, Avusturya ile Macaristan’ın başı çektiği Vişegrad ülkelerinden itiraz sesleri yükselmeye başlamıştı bile. Kovid-19 sonrası normalleşmeye başlayan AB’de Almanya’nın güdümündeki bir Fransa’nın sesinin gelecekte fazla çıkmayacağını söylemek mümkün. Ancak oluşturulan fonların dağıtımında ortak kararlar alınabilmesi için Almanya’nın tek tek üye ülkelerle görüşmeler gerçekleştirmesi ve onları ikna etmesi gerekiyor. AB üyesi Doğu Avrupa ülkeleri tarafından sevilmeyen Almanya’nın, yardım fonunun dağıtılmasında, Temmuz ayında yapılacak AB zirvesinde işinin zor olduğunu söylemek gerekir.
Kovid-19 sonrası dağıtılacak yardım fonunun çerçevesini Fransa ile birlikte hareket ederek belirleyen Almanya’nın, Fransa’yı yanına almasına rağmen, AB içindeki eski söz sahibi konumuna hâlâ sahip olup olmadığı konusunda tereddütler oluşmuş durumda.
Bütün bunlardan bağımsız olarak Kovid-19 sonrası normalleşmeye çalışan AB için kendi içinde üç önemli alanda atacağı adımlar, alacağı tedbirler birliğin kaderini belirlemesi açısından önemli rol oynayacaktır. Bunları şöyle sayabiliriz: Schengen Anlaşmasının geleceğine yönelik olarak her ülkenin tek yanlı geçici süreli sınır kontrollerine karar vermesinin önüne geçilmesine ilişkin yeni reformlar; Avro bölgesinde, bölge ülkelerinin milli ekonomilerini ayakta tutabilmek için atacağı adımların hukuki olarak Avro bölgesince kontrolü, Avro bölgesi ile AB bölgesinin eşlenmesi, Avro bölgesinin ortak borçlanması; son olarak ise, malların ve hizmetlerin serbest dolaşımının kriz dönemlerinde de gerçekleşmesi için alınacak tedbirler.
Yeni Almanya
1 Temmuz’dan itibaren AB dönem başkanlığını Hırvatistan’dan devralan Almanya’da Kovid-19 krizinin Merkel öncülüğünde iyi yönetildiği söylense de krizin Almanya’ya ağır ekonomik ve sosyal faturaları olduğunu ifade etmek gerekir. Federal hükümet tarafından salgın müddetince hazır tutulan kaynakların yanı sıra, sadece milli hava yolu Lufthansa’yı ekonomik olarak iflasın eşiğinden çekip almak için 12 milyar Avrodan fazla devlet desteği sağlamak zorunda kalması, Almanya’nın içinde bulunduğu durumu izaha yetecektir. Bu durum, Almanya’nın Kovid-19 krizinden ucuz kurtulduğu yönündeki iddialar bir yana, en az diğer ülkeler kadar krizin etkisine açık olduğunu ortaya koyuyor.
Yeniden normale dönmeye çalışan Almanya’da henüz Kovid-19’un ekonomi üzerindeki etkileri bütünüyle hesaplanabilmiş değil. Ancak yapılan ön araştırmalar en iyimser tahminle yüzde 7-9 arası bir ekonomik daralmanın olacağının sinyallerini şimdiden veriyor. Seyahat ve havacılık sektöründe daralmanın yüzde 80’lere ulaştığı Almanya’da ekonominin motoru sayılan otomobil endüstrisinde yüzde 40’ın üzerinde bir iktisadi daralma yaşanacağı öngörülüyor.
Kovid-19 salgınının Almanya’ya ulaşmasından sonra idari olarak tedbirler alan Almanya’da federal hükümet rahat hareket edebilmek için hızlı bir şekilde yasal düzenlemelere giderek, kriz yönetiminde kontrolü merkezde, federal hükümette topladı. Salgın müddetince genel sokağa çıkma yasağı uygulanmasa da ülke içinde toplantı ve gösterilerin yasaklanması, toplu ibadetlerin geçici olarak yasaklanması, salgının yoğun olarak görüldüğü merkezlerde karantina uygulamaları, sektörel olarak alınan tedbirler, belirli sektörlere getirilen faaliyet yasakları, zaman zaman Almanya’da hayatı durma noktasına getirdi. Normalleşmeye yönelik kontrollü adımlar atılmakla birlikte, salgının yayılma hızının zaman zaman tehlikeli boyutlarda seyretmesi, “geriye doğru bir adım atılması mümkün mü” sorusunu sürekli gündemde tutuyor.
İkinci dalga korkusuyla ve ikinci dalga gelmesi halinde bunun kontrolü maksadıyla hayata geçirilen, cep telefonları için sunulan “Korona Uyarı Programı” gibi uygulamalar dikkat çekiyor. Aynı şekilde, getirilmesi düşünülen “Bağışıklık Pasaportu” gibi uygulamaların, Almanya’da federal hükümete yönelik olarak, temel hak ve özgürlüklere yönelik ağır sınırlamalar getirdiği eleştirilerine haklılık payı katmaktadır.
Siyasi açıdan şimdilik tüm tartışmalar ertelenmiş gözükse de Hristiyan Demokrat Birlik (CDU) içerisindeki liderlik yarışı kapalı kapılar ardında tüm hızıyla sürmekte. 25 Nisan 2020 için planlanan parti genel kurulu ertelenmiş durumda. CDU genel başkanlığına muhtemel adaylardan Armin Laschet ve Jens Spahn Kovid-19 krizi ile uğraşırken, üçüncü aday Frederich Merz’in ise bu erteleme sebebiyle tüm programı alt üst olmuş durumda. Federal sağlık bakanı olarak krizi ustaca yönettiği söylenen Spahn’ın genel başkanlık için şansının arttığı yönünde yorumlar mevcut.
Almanya’da aşırı sağ ile ilgili tartışmalar Kovid-19 krizine rağmen devam ediyor. 20 Şubat 2020’de Hanau’da gerçekleşen aşırı sağcı saldırıdan sonra, neredeyse tüm merkez partiler ülkede bir aşırı sağ sorunu olduğunu kabul etseler de bu sorunu engellemeye yönelik siyasi irade ortaya koymaktan uzaklar. Almanya İçin Alternatif partisi (AfD) şimdilerde iç çalkantılarla uğraşmakla beraber, aşırı sağcı ve ırkçı söylemlerinden vazgeçmiş değil. Kovid-19 krizine rağmen AfD’nin en azından bazı eyalet teşkilatlarının Almanya Anayasayı Koruma Kurulu tarafından yasaklanması tartışılıyor. Aşırı sağ sorununun Almanya’da artık kemikleşmiş bir sorun olduğunu ve kendine taban oluşturduğunu, hatta Kovid-19 krizini fırsat bilerek tabanını genişlettiğini de söylemek mümkün.
AB dönem başkanlığını alan Almanya ve Şansölye Merkel’in üzerinde büyük bir baskı oluşmuş durumda. Başta Almanya ve Fransa olmak üzere önümüzdeki 6 ay için tüm umutlar, tüm gözler Merkel ve Almanya’nın üzerinde olacak.
Merkel’in ısrarlı şekilde sürekli vurguladığı, hiçbir ülkenin bu boyutta bir krizi tek başına atlatamayacağı ifadesine rağmen siyasi saikle alınan kararlar uluslararası yardımlaşmanın önüne geçmekte. Ülkeler kendi menfaatlerini korumak maksadıyla hareket etmekteler. AB üyesi pek çok ülkenin endişesi Almanya’nın Fransa’yı da yanına alarak kendi menfaatlerini koruma gayreti içine girecek olmasıdır.
Merkel’in yaptığı yardımlaşma çağrısının, birlikte hareket etme çağrısının, diğer AB üyesi ülkelerde ne kadar karşılık bulduğu, AB içinde bu yardımlaşma isteğinin var olup olmadığı ise Temmuz ayı ortasında gerçekleşecek AB zirvesinde belli olacak.
[Dr. Muhterem Dilbirliği Polis Akademisi Güvenlik Bilimleri Enstitüsü'nde çalışmalarını sürdürmektedir]
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.