Macron Fransası ve Doğu Akdeniz siyaseti
İstanbul
Arap Baharı olarak lanse edilen sosyal hareketin dünyayı ne denli etkileyeceğini tahmin etmek güçtü. Lakin olayların hemen akabinde anlaşıldı ki bölgenin siyasi, ekonomik ve etnik olarak yeniden şekillendirilmesi hesapları yapılmaktaydı. Olaylar Tunus’ta başlasa da Libya, Mısır ve Suriye’de içinden çıkılmaz hale geldi. Öyle ya 14 milyar dolarlık petrol üretimi olan Libya’nın 6,5 milyonluk nüfusuna bu kadar büyük bir gelirin bırakılması emperyal güçler için “ahmaklık”tı. [1] Binaenaleyh Akdeniz’e kıyıdaş Müslüman ülkelerin kimler marifetiyle ne şekilde siyasi olarak yapılandırılacağı konusunda belirsizlik hakimdi. Analistler ve stratejistler, meydana gelen gelişmelerin, emperyalist dünya görüşüne sahip devletlerin hassas bir zeminde yürüttüğü ilişkilerde bir dünya savaşına yol açacak kıvılcım olmasından endişe etmekteler. Gelinen noktada, Doğu Akdeniz merkezli görünse de tüm Akdeniz’in bereketli denizi ve toprakları üzerinde büyük güçler arasında kıyasıya bir rekabetin yaşanmakta olduğu konusunda aydınlar arasında fikir birliği oluşmuş durumda.
Konuşmalarında “bizim Akdeniz”, “bizim Afrika” gibi ifadelerle emperyal hislere sahip bir devlet başkanı izlenimi veren Macron, 21. yüzyılda bulunan bölgeyi 1850’lerdeki paradigmalarla okumaya çalışan bir zihniyeti temsil ediyor.
Gerçekte en şiddetli rekabetin Fransa ve Türkiye arasında geçeceği öngörülüyor. Akdeniz’de yaşananlara genel bir çerçeve çizecek olursak şu noktaları dikkate almak icap eder: Meselenin görünen boyutu Yunanistan’ın, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki etkinliğinin artmasının ileride kendisi için tehlike doğuracağı zehabına kapılması sonucunda ortaya koyduğu reaksiyondur. Gerçekte ise ekonomik olarak zor durumdaki Akdeniz’e kıyıdaş İtalya ve İspanya’nın, ekonomik olarak güçlü olsa da siyasi, askeri ve diplomatik alanda bağımsız olamayan bir Almanya’nın, son tahlilde etkisiz gibi görünen bir İngiltere’nin olduğu dönemde Fransa, fırsattan istifade ederek öne çıkma stratejisini benimsedi. Bu iş için de Yunanistan’ın Türkiye ile yaşadığı kıta sahanlığı krizini bir payanda olarak kullanmayı tercih etti. Atina ise Akdeniz’de her ne kadar bölgenin asli unsuru olarak gözükse de mevcut güç potansiyeli hesaba katıldığında halihazırda kendini Fransa’nın emir eri mesabesinde konumlandırmış durumda. Bu tercihin “Megali idea”larına ne denli uygun olacağının tartışmalı olmasının yanı sıra temsil ettiği Helenizm ile ne kadar örtüşeceği de ayrı bir muamma. Zira Helenizm fikrine aşkın bir şekilde tutkun olan siyasetçiler, ileride bu ezikliği kabul etmeyecek ve Fransa ile muhtemel bir gerginlik yaşayacaklar. Bu tespiti şimdilik bir tarafa bırakalım.
Macron'un Lübnan ziyaretinde sergilediği diplomatik nezakete sığmayan davranışları saygın Fransa’dan müstemlekeci Fransa’ya doğru bir eksen değişikliğini gösterdi. Böylesine bir tavrın Mitterand veya Chirac zamanlarında sergilenmesi düşünülemezdi.
Esas meselemiz olan Ege ile birlikte konuşulan Doğu Akdeniz sorununda bu noktaya nasıl gelindiğini izah edecek olursak, Doğu Akdeniz’de Libya ile Türkiye’nin imzaladığı deniz yetki alanları sınırlandırma anlaşmasının neticesinde Türk-Yunan gerginliği olarak ortaya çıkan soruna Fransa’nın keskin bir biçimde müdahalesiyle meselenin gidişatının değiştiğini belirtebiliriz. Yunanistan’ın mevcut askeri ve ekonomik konumu neticesinde Ege ve Akdeniz’de etki gösteremeyeceği kabullenilmiş olmalı ki Fransa esasen hangi hukuka dayanarak varlık gösterdiği belli olmayan bir tutum sergileyerek iki ülke arasındaki bir meseleye müdahil oldu. İşte bu noktadan sonra Akdeniz’de meydana gelen gelişmelerin neticesinde meselenin sadece Türk-Yunan gerginliği olmaktan çıktığını ifade edebiliriz. Karşımızda ciddi riskler alarak Akdeniz’e yerleşmeyi planlayan bir Fransa bulunuyor. Göçmenlerin Fransa’ya ulaşmalarının engellenmesi, Suriye’de Fransız çıkarlarının korunması, Libya krizinde baştan beri müdahil olan ülke sıfatıyla bölgede yer alma zorunluluğu gibi nispeten kabullenilebilir argümanlara dayanarak politika geliştirdiğini müşahede etmekteyiz. Binaenaleyh tam olarak uluslararası hukuka dayanmayan Macron Fransası'nın neden bu kadar şahin kesildiği sorusuna cevap aramak durumundayız.
Fransa şimdiye kadar hiçbir uluslararası meselede tek başına varlık gösterememiştir. Bu sebeple özelde Türk-Yunan krizi olarak başlayan meseleyi Fransa, NATO ve AB ile ilişkiler düzlemine kaydırarak Akdeniz’deki varlığını güçlendirme yolunu seçmiş bulunuyor.
Tarihi hafızamızı yokladığımızda görürüz ki Fransa, Osmanlı Deveti’nde büyükelçi olarak da görev yapmış olan Jean de la Foret’den beri, Doğu Hristiyanlarının hamisi olma iddiasıyla Akdeniz’deki etki alanını genişletme stratejisini benimsemiştir. Bu husus Fransız dış siyasetinin temel paradigması olarak kabul edilmiştir. Otuz yıl savaşları, Fransız İhtilali, 1871 Prusya yenilgisi ve son olarak da İkinci Dünya Savaşı’nda işgale uğraması gibi, devleti derinden sarsan olaylar yaşamasına rağmen bu politikasından vazgeçmemiştir.
Ancak bunu yaparken de esasen hukuka dayalı adımlar yerine, geleneksel Fransız dış politikasının üslubuna uymayacak şekilde hareket ederek adeta kabadayılığa yelteniyor. Asırlık diplomatik müktesebat adeta yok sayılıyor.
Uluslararası ilişkilerde hakkaniyet, dostluk, adalet ve hukuk gibi kavramlarının değerini yitirdiği günümüzde mevcut bilgilerle veya birtakım paradigmalar ile olayları kavramak zorlaştı. Dünya barışı kavramının bu kargaşa içerisinde unutulduğunu ve yerini ne olursa olsun kazanma hırsının aldığını müşahede ediyoruz. Bunun en bariz örneğini de Macron Fransası'nın tutumunda görüyoruz. Bölgede gittikçe güçlenen Türkiye’yi kendine rakip gördüğü ve Akdeniz’deki Fransız menfaatlerinin hayata geçirilmesinde en büyük engelin Türkiye olduğu gerçekleri artık gizlenmiyor ve bu husus “şahin” diplomatlarca da dillendiriliyor. Ancak söz konusu diplomatların Fransa’ya mı yoksa Macron liderliğinde teşekkül etmiş bir zümrenin ihtiraslarına mı hizmet ettiği tartışmalı. Zira eski Dışişleri Bakanı ve Başbakan Laurent Fabius, eski Başbakan Alan Juppé, Demokrat Hareket’in lideri François Bayrou gibi ciddi siyasetçilerin Türk-Fransız gerginliğine yol açan açıklamalardan ve tutumlardan rahatsız oldukları ortada. Hatta aşırı sağcı lider Marine Le Pen bile Macron’un politikalarına karşı nispeten temkinli bir tutum takınıyor.
Fransız siyasetindeki bu parçalanmışlık Macron’u rahatsız etmiş olmalı ki 29 Ağustos’ta yaptığı açıklamalarda esasen bir devlet başkanının üslubundan çok sıradan bir akademisyen üslubuyla Akdeniz’de Fransa’nın neden var olması gerektiğini tarihi referans alarak açıklamaya çalıştı. Kullandığı “bizim Akdeniz”, “bizim Afrika” gibi ifadeler, emperyal hislere sahip bir devlet başkanını yansıtıyordu. Halbuki bu tabirler yaklaşık bir buçuk asır önce Afrika ve Yakın Doğu’da hakimiyet tesis etmiş Fransa için kullanılmakta. Yazılmış yüzlerce araştırma eseri bunun en bariz şahidi. Uygulanan siyasete ve yapılan açıklamalara bakılacak olursa, 21. yüzyılda bulunan bölgeyi 1850’lerdeki paradigmalarla okumaya çalışan bir zihniyet ile karşı karşıyayız. Fakat bu sefer sömürülen ülkelerdeki sosyal ve siyasal yapının 19. ve 20. yüzyıllardaki gibi olmadığı, Fransa’nın da aynı güce sahip bulunmadığı hesaba katılmış olmalı ki başkanın açıklamaları, halihazırda elde tutulan ülkelerin de kaybedileceği korkusunun hâkim olduğunu gösteriyor.
Akdeniz siyasetinde paradigma değişikliği
Fransa’nın bu korkusunda haksız olmadığını gösteren veriler mevcut. Örneğin 2018’den beri Fransa’nın Afrika ülkeleriyle ekonomik ilişkilerinin kayda değer oranda gerilemesi [2], Suriye’de etkin bir Fransa yerine bugün silinmiş bir Fransa’dan bahsedilmesi, öyle ki YPG, PYD gibi karanlık terör örgütleriyle irtibat sağlamak suretiyle orada kalmaya çalışan bir duruma düşmesi, Irak’ta esamisi neredeyse hiç okunmayan bir konuma düşmesi, Lübnan gibi kendi arka bahçesi olarak gördüğü bir ülkede bile Türkiye ve İran ile rekabet etmekle karşı karşıya kalması Macron Fransası'nda bir infial meydana getirdi. Ayrıca her yıl enerjiye ödenen 45 milyar avroluk miktar ekonomi için tehlike sinyalleri vermekte. [3] İhracat ve ithalat dengesinde açığın 58 milyar avro olduğunu da hesaba kattığımızda Macron’un feveranını sadece tarihten gelen Akdeniz’i bir medeniyet ve kültür havzası yapma ideolojisine olan “sadakatine” bağlamak safdillik olur. [4]
Son tahlilde, Akdeniz’in önemli bir enerji havzası olduğu anlaşılınca Fransa için Akdeniz’de var olmak hayati bir öneme yükselmiş oldu. Mamafih enerji ihtiyacının ekonomiyi tehdit etme boyutuna ulaşması, içte ve dışta siyaseten lider ülke olma arzusunun Türkiye gibi yükselen bir gücü alt etme sonrasında daha da katmerleşeceğine olan inanç mevcut duruma duyulan infialle birleşince ortaya koyulan uygulamaların zaman zaman aklın ve mantığın önüne geçtiği ayan beyan ortada. Örneğin, Beyrut Limanı’nda meydana gelen sebebi henüz açıklanmayan patlama sonrasında yardımlardan önce Cumhurbaşkanı Macron’un Lübnan’a gitmesi ve burada Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Avn’a karşı sergilediği diplomatik nezakete sığmayan davranışları şuursuzca yapılmış hareketler olarak tarihe geçti. Saygın Fransa’dan müstemlekeci Fransa’ya doğru bir eksen değişikliği kendini gösterdi. Halbuki böylesine bir tavrın François Mitterand veya Jacques Chirac zamanlarında sergilenmesi düşünülemezdi.
Tarihi hafızamızı tekrar hareket geçirecek olursak; Fransa üzerine çalışan akademisyenler bilirler ki Fransa şimdiye kadar hiçbir uluslararası meselede tek başına varlık gösterememiştir. Askeri başarılarda İngiltere ve Rusya ile kıyaslanamayacak kadar geridedir. Bu sebeple özelde Türk-Yunan krizi olarak başlayan meseleyi Fransa NATO ve Avrupa Birliği (AB) ile ilişkiler düzlemine kaydırarak Akdeniz’deki varlığını güçlendirme yolunu seçmiş bulunuyor. Ancak bunu yaparken de esasen hukuka dayalı adımlar yerine, geleneksel Fransız dış politikasının üslubuna uymayacak şekilde hareket ederek adeta kabadayılığa yelteniyor. Asırlık diplomatik müktesebat adeta yok sayılıyor.
Yıllardır Nijer’de ciddi bir operasyon yürütemeyen, Mali’de etkili olamayan ve son olarak da darbe girişimini engelleyemeyen, Fildişi Sahilleri’nde tepkiyle karşılanan Fransa’nın Akdeniz’de Türkiye’ye karşı ne derece etkili operasyon yapabileceği sorusuna genelde Fransa açısından olumsuz cevap verilmekte. Buna rağmen İngiltere’nin AB’den ayrılmasıyla liderliği devralmak isteyen, Akdeniz’de bölge jandarmalığını ABD’den devralmak isteyen bir Fransa görmekteyiz. Bunun için desteğini talep ettiği NATO’nun kuruluş ruhuna aykırı bir biçimde, üstelik Rusya ile birlikte hareket etmekten çekinmeyeceğini de ortaya koymakta. Buna mukabil Akdeniz’de enerjide pay sahibi olmak isteyen, Yunanistan ile kıta sahanlığı meselesinde on iki adalar konusunda uğradığı haksızlığı çözerek güçlenmeye çalışan bir Türkiye bulunuyor. Her iki ülkenin geleneksel tarihi ilişkilerine dayanarak mı yoksa kazanma hırsıyla hareket ederek diplomasiyi bir kenara itmek suretiyle gerekirse savaş pahasına mı meseleye yaklaşacaklarını zaman gösterecek.
Fakat Cumhurbaşkanı Macron’un akılcılıktan ziyade başına buyruk hareketlerde bulunması herkesi endişelendiriyor. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne (GKRY) savaş uçağı göndermesi, askeri tatbikatlara hız vermesi, savaş gemilerini yollaması ve karşı tarafı rencide edici açıklamaları, son olarak da karikatür krizinin sorumlusu Charlie Hebdo’ya destek açıklamaları krizi aşamalı olarak tırmandırarak diplomatik üstünlüğü ele geçirme manevraları olarak yorumlanıyor. Bir zamanların Napolyon’u, XIV. Louis’si olma hevesinde olduğu imajını veren tavırlar sergilemesi uzun vadede Fransa’ya kâr getirmeyecek. Aksine, muhtemel bir yenilgide ikinci bir XVI. Louis vakası ile siyaseten karşılaşması veya Fransa’yı Waterloo mağlubiyetinin sonunda yaşanan durumlara düşürmesi ihtimal dahilinde.
Son tahlilde, Fransız siyaseti Akdeniz’deki gelişmelerde bütüncül hareket etmekten uzak davranışlar sergiliyor. Macron’un “AB sınırlarını korumak”, “Yunanistan karasularına giren Türkiye’yi durdurmak” ve Libya’da darbeci General Halife Hafter’i desteklemek suretiyle bölgede istikrarı sağlama iddialarına ne kadarlık bir kesimin itibar ettiği tartışmalı. Aksine Yunanistan’ı kullanmak suretiyle AB’de lider ülke olma ve Akdeniz’de askeri gücünü gezdirmek suretiyle mücavir ülkelere varlığını hissettirme niyeti taşıdığı aşikâr. Fransa bir taraftan Türkiye’nin etkinliğini artırmasına engel olmaya çalışırken diğer taraftan da krizi fırsata çevirerek ekonomik bunalımdaki Yunanistan’a silah satmaya çalışıyor. Fransa şimdiden Yunanistan’la 10 milyar avroluk askeri teçhizat satma anlaşması imzalamış durumda. Bütün bunlar elbette ki “medeniyet” adına yapılmakta! Bir zamanlar İngilizlerin oyununa gelerek İstanbul’u alma ve Bizans’ı ihya etme hayaliyle Anadolu’yu işgal eden Yunanistan’a şimdi de Fransa, kendi silahlarını kullanması neticesinde Doğu Akdeniz’de egemenlik vaat ediyor. Bunun karşılığında da Yunanistan’ı payanda olarak kullanmak suretiyle Doğu Akdeniz’de en azından Rusya kadar etkin olabilmeyi hedefliyor.
[Doktora derecesini 2010'da Strasbourg Üniversitesi’nde Hatay'ın Türkiye'ye katılması ve Fransa’nın Levant (Yakın Doğu) politikası üzerine yaptığı çalışmayla alan Dr. Yaşar Demir “Fransa’nın Yakındoğu Politikası” ve “Suriye ve Hatay” kitaplarının yazarıdır]
[1] https://www.lepoint.fr/economie/libye-petrole-des-recettes-en-hausse-06-01-2018-2184432_28.php#
[3] https://www.vie-publique.fr/en-bref/273282-le-commerce-exterieur-de-la-france-sameliore-en-2019
[4] https://www.vie-publique.fr/en-bref/273282-le-commerce-exterieur-de-la-france-sameliore-en-2019
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.