Hukuk ve hakkaniyete karşı reel politik: AB'nin Doğu Akdeniz'de dökülen makyajı

Hukuk ve hakkaniyete karşı reel politik: AB'nin Doğu Akdeniz'de dökülen makyajı
AB’nin Suriye krizi, mülteciler, terör örgütleri ile ilişkileri konuları, son aylarda ise Doğu Akdeniz konusunda takındığı tavır, hakkaniyet, adil paylaşım, demokrasi gibi ilkelerin zaman açısından konjonktürel, mekân açısından da Avrupa ile sınırlı.

İstanbul

Son birkaç aydır Doğu Akdeniz’deki jeopolitik rekabet ile enerji kaynakları üzerindeki hak mücadelesi, Türkiye ile AB arasında yeni bir tartışma konusu olarak belirmeye başladı. Doğu Akdeniz meselesi elbette yeni başlamış değil. Kıbrıs’ın statüsü, GKRY’nin bütün ada üzerindeki hak iddiaları zaten Türkiye açısından varoluşsal düzeyde bir sorundu. Bu anlamda Kıbrıs sorunu AB’nin, Türkiye ile müzakerelerinde hep paranteze alınan ya da, perde arkasında Türkiye’ye dayatılan formüllerle çözülmeye çalışılan bir sorun olageldi. Kıbrıs meselesinde AB’nin temel pozisyonu, Yunanistan ve GKRY’nin maksimalist taleplerini karşılayacak şekilde çözülmesinde ısrarcı olmak oldu. 2000’lerin başından itibaren bölgede keşfedilen enerji kaynaklarından Türkiye’nin mahrum bırakılması üzerine kurulan politika da bunun devamı niteliğinde. Kurumsal düzeyde AB ile müzakere konusu olmayan bu konunun ilişkileri belirleyecek düzeyde bir tartışma konusu haline gelme süreci hem Türkiye-AB ilişkilerinin serencamı hem de uluslararası siyasetin nasıl bir zemin üzerinde yürüdüğüne dair öğretici ipuçları barındırıyor.

Haziran 2019’dan itibaren AB’nin üst düzey zirvelerinden sonra yapılan resmî açıklamalarda Yunanistan ve son dönemde Fransa’nın imza attığı hukuksuzluklar değil, çıkarlarını savunmak zorunda kalan Türkiye sorunsallaştırılıyor.

Siyasetin temel amacı ve düzleminin ne olduğu sorusu, siyaset düşüncesinin en kadim sorularından biridir. Bu anlamda, çıkarlar, güvenlik ve gücü merkeze alan yaklaşım ile ahlak, hukuk ve işbirliğini önceleyen düşünce biçimi iki temel parametre olarak her zaman birbirleri ile rekabet halinde olmuştur. Bu tartışma yalnızca modern zamanlar için geçerli değildir. Siyaset ve yönetimin mahiyeti, amacı ve araçlarına dair yapılan tartışmalar eski çağlara kadar uzanır ve hemen her coğrafyada farklı kavramlar ve yöntemlerle süregelmiştir.

Açık bir şekilde anlaşılıyor ki, AB’nin uluslararası hukuka yaptığı vurgu, Türkiye’yi Antalya körfezine hapseden hakkaniyetsiz ve hukuksuz bölüşümün kabul edilmesine yönelik bir çabadan ibaret.

Uluslararası ilişkiler disiplininin yeni bir alan olarak kabul görmesi ile söz konusu tartışma bu alana da sıçramış ve halen devam etmektedir. Uluslararası siyasetin çatışma ve rekabet üzerine mi kurulu olduğu (realist) yoksa işbirliği ve karşılıklı kazanç zemininde mi yürüdüğü (liberal) tartışması bu anlamda en temel tartışma konusu olmuştur. II. Dünya Savaşı sonrasında başlayan küresel rekabet, ideolojik kamplaşma ve bölgesel çatışmalar, realist paradigmanın başat bir pozisyona sahip olmasına zemin hazırladı.

ABD’nin zorlayıcı etkisi ve Almanya ile Fransa’nın 1940’ların sonunda enerji ve maden kaynaklarının (kömür ve çelik) bölüşümü üzerine kurgulanması ile Avrupa kıtasında büyük çatışmaların sona ermesi ile işbirliğine dayalı paradigma hem teorik hem de pratik düzeyde sarsılmaz bir pozisyona ulaştı. Entegrasyon ve genişleme politikalarının eş zamanlı olarak yürütülmesi ile devam eden politika 2000’lerin başında Avrupa’nın kurumsal bir bütünlükle, yani “Avrupa Birliği” ile temsil edilmesi ile istisnai bir noktaya ulaştı. Kurumsal çıkarların ülke çıkarlarını yönlendirdiği iyiden iyiye kabul edilmeye başlandı. Kurum çıkarlarının ise AB’nin üzerinde kurulu olduğu ilkelerle, yani işbirliği, hakkaniyet, adil paylaşım, demokrasi gibi ortak değerler üzerine kurulu olduğu varsayıldı.

“Makyaj hatası” olarak demokrasi ve işbirliği söylemleri

2013 yılından itibaren ise AB’nin Suriye krizi, mülteciler, terör örgütleri ile ilişkileri gibi konular, son aylarda ise Doğu Akdeniz konusunda takındığı tavır bütün bu ilkelerin zaman açısından konjonktürel, mekân açısından da Avrupa ile sınırlı olduğu ortaya çıktı. Bir adım daha ileri giderek ifade etmek gerekirse Avrupa ülkeleri ile kurumsal düzeyde AB’nin kendi dışındaki aktörlerle ilişkisi tamamen çıkar üzerinden şekillendi. Demokrasi, hakkaniyet, işbirliği, kazan-kazan gibi söylemler ve politikaya dökülmüş çıktıları ise ya Avrupa’nın ve AB’nin çıkarlarının maksimizasyonu için birer araç ya da muhatap ülkeler üzerinde “Demokles’in kılıcı” olarak işlevselleştirildi.

AB’nin Doğu Akdeniz’de hukuksuzluğa verdiği desteğin en görünür tarafı, Yunanistan’ın GKRY ve diğer adalar üzerinden Doğu Akdeniz’de hakimiyet kurmaya dönük Mısır, Lübnan ve İsrail’le kurduğu hakkaniyet ilkesine uymayan işbirlikleri, Türkiye’nin hak ve çıkarlarını yok sayan girişimlerine destek vermiş olmasıdır. Haziran 2019’dan itibaren AB’nin üst düzey zirvelerinden sonra yapılan resmî açıklamalarda Yunanistan ve son dönemde Fransa’nın imza attığı hukuksuzluklar değil, çıkarlarını savunmak zorunda kalan Türkiye sorunsallaştırılıyor. Haziran ve Ekim 2019 ve Mayıs 2020’deki Bakanlar Konseyi toplantılarının sonuç bildirgelerinde aynı pozisyon ve tonlama dikkat çekiyor. Türkiye’nin ortak toplantı düzenleme ve müzakere çağrıları ise İtalya, Malta gibi ülkeler nezdinde karşılık bulurken AB düzeyinde herhangi bir karşılık bulmamakta. Açık bir şekilde anlaşılıyor ki, AB’nin uluslararası hukuka yaptığı vurgu, Türkiye’yi Antalya körfezine hapseden hakkaniyetsiz ve hukuksuz bölüşümün kabul edilmesine yönelik bir çabadan ibaret. Dahası AB, Doğu Akdeniz’de herhangi bir varlığı bulunmayan Fransa’nın son birkaç aydır takındığı tavra teslim olmak üzere.

Fransa ve Yunanistan’ın son AB zirvesinden Türkiye’ye yaptırım çıkarmak için kurumu felç edercesine harcadığı çabalar, daha dengeli bir tavır takınan Almanya ile mülteci sorunu başta olmak üzere yeni krizler yaşamak istemeyen ülkelerin itirazına takıldı. Bu anlamda kendi üyelerinin çıkarlarını hiçe sayan kurum, diğer taraftan Türkiye’ye karşı gerginlik siyaseti yürüten Fransa ve Yunanistan’ı destekleyecek açıklamalar yapmaya devam etmekte. AB Konseyi Başkanı Charles Michel’in çok taraflı konferans önerisine sıcak baktıklarını ifade ettiği açıklamada Türkiye’ye karşı “havuç ve sopa” yaklaşımını benimseyeceklerini ifade etmesi Türkiye ile ilişkilerde tam anlamıyla bir çıkmaz oluşturmakta. Türkiye’nin, AB’nin havuç-sopa yaklaşımı ile terbiye edeceği bir noktadan çoktan uzaklaştığı gerçeğini not ederek ifade etmek gerekirse bu ifadeler esasında AB’nin diplomasi, müzakere, işbirliği ve uluslararası hukuk gibi ilkeleri politik çıkarları için araçsallaştırdığına işaret etmektedir.

Ayrıca neredeyse son on yıldır Türkiye’nin AB’den bir “havuç” görmediğini sürekli sopa gördüğünü, AB’nin ve birçok Avrupa ülkesinin PKK, FETÖ, DHKP-C gibi terör örgütleri ile kurdukları ilişkilerde, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı operasyonları ve son olarak mülteci meselesinde gördük. Bu konuların bütününde işbirliği bir tarafa Türkiye’ye maliyet üretmeye dönük tavırlar takınan AB ve bazı Avrupa ülkelerinin “sopa” stratejisinin de işe yaramadığını hep birlikte gördük. Türkiye bu konuların hepsinde AB ve Avrupa’nın yardımı ile değil, AB ve Avrupa’ya rağmen sonuç almıştır.

AB’nin Türkiye takıntısı ve Doğu Akdeniz’de dökülen makyajı

Uluslararası ilişkilerde hele hele 2010 sonrasında reel politiğin küreselleşme retoriğini ve bu retorik üzerinden yürütülen siyaseti tükettiği bir düzlemde AB’nin eski reflekslerle hareket ediyor olması kurumun kendini güncellemekten uzak düştüğüne, inandırıcılığını kaybettiğine ve hatta yaptırım gücünün de sınırlandığına işaret ediyor. AB’nin kurumsal bir yapı olarak kurumun ve üyelerinin politik çıkarlarını öncelemesi günümüz dünyasında abes görülecek bir şey değildir. Doğu Akdeniz özelinde de bu çıkarları elde etmeye dönük söylem ve politikalar üretme derdine düşmüş durumda. EastMed projesi ile Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarının Yunanistan ve İtalya üzerinden Avrupa’ya taşınmasını önemli görmektedir. Bu mekanizma elbette çok önemli ekonomik kazançları beraberinde getirebilir. Avrupalı şirketlerin milyarlarca avroluk yatırımı ve üye ülkelerin doğalgaza harcadığı bütçeden yaşanacak tasarruf ekonomik düzeyde önemli kazanımlar. Rusya’ya bağımlılığın azalması ise siyasi ve jeopolitik düzeyde başta Almanya olmak üzere bütün Avrupa için orta ve uzun vadede önemli risklerin bertaraf edilmesi için bir kaldıraca dönüşebilir.

Avrupa’nın bu potansiyel kazançları elde etmekten her geçen gün biraz daha uzaklaşması, Rusya’ya Doğu Akdeniz, Libya ve Suriye’de daha fazla alan açan yaklaşımları hem üye ülkelerin hem de AB’nin sorgulaması gereken önemli bir mesele olarak karşımıza çıkıyor. Bu sonuç AB’nin rasyonaliteden uzaklaşması ve Türkiye takıntısından kaynaklanıyor. GKRY’nin, Türkiye’ye yaptırım uygulanmadığı için Belarus’a yönelik belirlenen yaptırımları veto etmesi bu anlamda önemli bir gösterge. Buna rağmen gerek üyelik müzakereleri için belirlenen fasıllar müzakere edilirken gerek diğer toplantılarda AB yönetiminin Türkiye’yi Yunanistan ve GKRY’nin hırslarına teslim olması için zorlamalarda bulunması, kurumun gittikçe işlevsizleşmesi karşısındaki çaresizliğini gösteriyor. 25 Eylül’deki toplantıdan Türkiye’ye karşı etkisiz bir yaptırım kararı çıkması durumunda AB’nin köhnemiş siyaseti bir kez daha kendini göstermiş olacak. Dahası yaptırım kararının Türkiye üzerinde caydırıcı olmadığı anlaşıldığında ise AB için tehlike çanları çalmaya başlayacak.

[Orta Doğu'da otoriteryenizm, demokratikleşme, asker-sivil ilişkileri alanlarında çalışan İstanbul Medeniyet Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Veysel Kurt aynı zamanda SETA Stratejik Araştırmalar Direktörlüğü'nde görev yapmaktadır]

 

Kaynak:

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.