Biden faktörü ve Kovid-19 salgını Trump'ın seçim hesaplarını bozabilir
İstanbul
Yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgınıyla sarsılan ABD’de gündem tamamen bu konuya ayrılmış gibi görünse de siyasi arenadaki hareketlilik de devam ediyor.
Nitekim kriz ortaya çıkmadan önce özellikle muhalefette yer alan Demokrat Parti’deki adaylık yarışı ciddi bir ivme kazanmıştı. Özellikle partinin sol kanadında yer alan Bernie Sanders’ın adaylık yarışı ekseninde düzenlenen seçimlerin ilk aşamasında yüksek oy oranlarına ulaşması, Vermont Senatörü’nün 2016’nın aksine bu kez Demokrat Parti’nin başkan adaylığını elde edebileceğine dair analizlerin yapılmasına yol açmıştı. Joe Biden ve Michael Bloomberg gibi yakından tanınan, partinin “ılımlı” kesimini temsil eden ve Demokrat Parti’nin merkez teşkilatının (establishment) “seçilebilir” olduğunu düşündüğü adayların aksine, Sanders ve hatta Elizabeth Warren gibi “sol” çizgide yer alan isimlerin medyada ve özellikle de genç seçmenler nezdinde ön plana çıkması, şaşırtıcı bir durum olarak görülmüştü. Hatta Demokrat Parti kurmaylarının bu durumdan önemli oranda ürktüğü ve çekindiği de bilinmekte. Zira özellikle Sanders ve Warren’ın önem kazanması, Demokrat Parti’yi büyük sermayeyle uyumlu “liberal” çizgiden, daha yenilikçi, çevreci ve hatta sosyalist olduğu iddia edilebilecek bir programa ve pozisyona entegre edebilirdi. Bu husus önemlidir, zira ABD’deki iki partili siyasal yapı esasen birbirlerinden çok da uzak olmayan iki “merkez” partisinin üzerine oturtulmuştur. Cumhuriyetçi Parti, ekonomik anlamda daha bireyci, Protestan muhafazakarlığına dayalı ve neoliberal bir görünüme haizken; Demokrat Parti, liberal siyasal ve toplumsal değerleri içselleştirmiş, sosyal devlete yatkın ve dini muhafazakarlığı daha ikinci planda gören bir anlayışı yansıtmaktadır. Yani, her iki parti de “liberal” çizginin sağ ve sol yanına bitişik şekilde konumlanmış durumdadır.
Demokrat Parti'nin müesses nizamınca uzun süredir aday olarak gösterilmek istenen Biden, kişiliğiyle partinin önüne geçen bir isim değil. Genç ve yenilikçi kesimi peşinden sürükleyen Sanders’ın aksine, Biden, partinin isminin ve kurumsal yapısının gerisinde kalan ve sistemle barışık bir siyasetçi portföyü çiziyor.
Demokrat Parti’de “üvey evlat” Sanders saf dışı bırakıldı
Demokrat Parti müesses nizamının çekindiği esas unsur da Bernie Sanders ya da Elizabeth Warren’dan birinin aday adaylığı sürecini başarıyla tamamlayıp Donald Trump’ın karşısına aday olarak çıkması oldu. Nitekim böyle bir durumda, Demokrat Parti geleneksel pozisyonundan daha sola taşınabileceği gibi, geleneksel oy tabanını oluşturan belli kesimlerden oy alamaz hale gelebilir ve hatta seçimleri kazanabilmek için gerekli olan Cumhuriyetçi tabandan oy kaymasını sağlama hususunda da başarısız olabilirdi. Büyük sermaye, ılımlı muhafazakârlar ve özellikle bireyci ekonomik yaklaşımlarıyla bilinen profesyonel meslek sahiplerinin desteğini alamama ya da var olan desteği de yitirme düşüncesi, partinin müesses nizamı tarafından kaygıyla karşılandı. Zira Sanders ya da Warren’ın partiye getireceği genç ve mevcut düzenden huzursuzluk duyan seçmenlerin oy oranı, partinin kaybedebileceği oy oranına göre daha düşük bir seviyede kalabilirdi. Her ne kadar Afro-Amerikalılar ve Latin kökenli Amerikalıların önemli bir bölümü Demokrat Parti’ye oy veriyor olsa da, Trump’ın son dönemde işsizliği azaltma hususunda ve genel olarak ekonomik durumu düzeltme yönünde attığı adımlar, Sanders veya Warren’ın beraberinde getireceği ekonomik belirsizlik ortamına kıyasla bu gruplar açısından da Trump’ı daha kabul edilebilir bir çizgide tutabilirdi.
Bu minvalde işleyen süreç sonrasında, seçim kampanyası ilerledikçe ve özellikle Mart başındaki Süper Salı ve ardından elde ettiği büyük çaplı zaferlerle, müesses nizamın adayı Joe Biden liderliği ele geçirdi ve geçen süre zarfında da sürekli olarak arayı açtı. Özellikle Pete Buttigieg, Amy Klobuchar ve Bloomberg gibi ılımlı adayların seçim süreçlerini sonlandırarak Biden’a destek sunmaları, Warren’ın yarıştan çekilmesiyle sol cenahta yalnız kalan ve onun oylarını da kendisine çekmesi beklenen Sanders’ın etkinliğine ciddi oranda darbe vurdu. Partinin daha geleneksel kodlarla hareket eden delegeleri, parti merkezinin Biden’a yakın durduğunu gördükçe ona olan desteği artırdı ve Sanders yalnızca genç, yenilikçi ve çevreci bir kesimle yeni nesil göçmenlerin adayına dönüştü. Kampanyasına mali desteğin azalması ve partinin kendisine “üvey evlat” muamelesi yapmasının yanı sıra, çeşitli eyaletlerde girilen seçimlerin de kaybedilmeye devam edilmesi sonrası, Bernie Sanders, geçtiğimiz günlerde adaylık yarışından çekildiğini açıkladı. Böyle bir kararın alınması sürecinde, Kovid-19 salgını nedeniyle seçim kampanyalarının zaten yapılamaz hale gelmesi ve Sanders’ın bu yolla seçmenleri kendisine çekme ümidinin kaybolmasının da önemli bir etkisi oldu. Belli çevrelerde, Sanders’ın, Kovid-19 salgınının ekonomide bırakacağı derin izler nedeniyle, seçim programına koyduğu sosyal yönü güçlü politikaları uygulayamayacağı düşüncesinin de etkili olduğuna dair analizler yapılmakta.
Biden’a “zoraki” destek ve Cuomo faktörü
Biden ise başkan yardımcılığı deneyiminin yanı sıra, ılımlı liberal pozisyonu itibarıyla gerek büyük sermaye gruplarıyla gerek etnik/dini lobilerle yakın ilişkileri ve gerekse de Demokrat Parti’nin pozisyonunu sorgulamayan tutumuyla “ehven-i şer” olarak görüldü. Bu bakımdan, Demokratların müesses nizamınca uzun süredir aday olarak gösterilmek istenen Joe Biden, kişiliğiyle partinin önüne geçen bir isim değil. Kendisini demokratik sosyalist olarak adlandıran ve büyük bir genç ve yenilikçi kesimi peşinden sürükleyen Sanders’ın aksine, Biden, Demokrat Parti’nin isminin ve kurumsal yapısının gerisinde kalan ve sistemle barışık bir siyasetçi portföyü çiziyor. Nitekim Sanders’ın kampanyasına destek veren grup içinde, onun yeni bir parti kurarak Amerikan siyasal sistemini kökünden değiştirecek bir girişimde bulunmasını isteyen ciddi bir kesim bulunmasına karşın, Biden için böyle bir durum söz konusu değil. Joe Biden, Demokrat Parti’nin geleneksel tabanından oy alacak ve bu kesimde oy kaybına engel olabileceği gibi, Trump’tan memnun olmayan Cumhuriyetçilerden ve ona “zoraki” olarak oy verecek Sanders destekçilerinden destek alarak başkanlık koltuğuna oturmaya çalışacaktır. Yani, Demokrat Parti ve seçmeni, yenilikçi bir macera aramaktansa geleneği takip etme yolunu seçmiştir.
Biden’ın parti içindeki seçim yarışını kazanması sürecinde en önemli etken ise özellikle nüfusu yüksek olan eyaletlerde ve güney eyaletlerinde ciddi bir oy potansiyeline sahip olan Afro-Amerikalı nüfus oldu. Uzun süredir devam ettirdiği senatörlüğü ve sonrasında yürüttüğü başkan yardımcılığı sürecinde Afro-Amerikan nüfusun kişi ve kurumlarıyla yakın işbirliği yapmış olan Biden, bu kesimin oyunun büyük bölümünü alarak ve beyaz yakalılardan da ciddi bir destek görerek seçim yarışını önde tamamladı. Genç nüfustan yeterince destek alamasa da, orta yaş grubu ve bazı eyaletlerde Latin kökenliler de desteklerini Biden’dan yana kullandı. Seçim sürecinde Biden’e destek verip vermeyeceği yönünde tartışmalar yürütülüyor olsa da Sanders, esas amacın Trump’ı koltuğundan indirmek olduğunu belirterek, Demokrat Partili bir siyasetçi olarak Demokrat adayı destekleyeceğini açıkça ortaya koydu. Bu yönden, Sanders taraftarlarının büyük bir bölümünün Biden’e oy vermesi beklenebilir. Ne var ki, Sanders taraftarları içinde belli bir kesimin de sandığa gitmeyeceği anlaşılıyor. Zira onlar, özellikle herkese sağlık sigortası ile ücretsiz üniversite eğitimi vaat eden ve çevreci bir ekonomi programına sahip olan Sanders’a ilerici bir lider gözüyle bakarken, Sanders’a uzak bir yaklaşım sergileyen Biden’a soğuk yaklaşıyorlar. Biden’ın Demokratlar adına seçime girmesi artık kesinleşmiş gibi. Fakat Kovid-19 salgınıyla mücadele ekseninde ön plana çıkan New York Valisi Andrew Cuomo’nun halk tarafından takdir edilmesi ve hatta Demokrat valinin başkan adayı olarak görülmek istenmesi, Biden’ın arkasındaki halk desteğinin ne denli zoraki olduğunu da kanıtlıyor. Her ne kadar Cuomo, böyle bir düşüncesinin olmadığını açıklasa ve prosedür gereği böyle bir harekete kalkışmak mümkün olmasa da ABD’de halk, başarılı liderleri ödüllendirme hususunda çok daha isteklidir. Nitekim halihazırda Cuomo’nun prestiji Biden’ın önünde.
ABD’deki Yunan lobisiyle yakın hareket eden Biden, bu doğrultuda Kıbrıs Türklerinin haklarıyla Türkiye’nin bölgedeki kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgesinden yararlanabilmesi bağlamında Ankara’nın tezlerine karşı çıkıyor.
Türkiye’nin temel tezlerine karşı
Biden’ın dış politika yaklaşımı ele alındığında, kendisinin, Türkiye’nin Suriye’deki girişimlerini ABD dış politikası için ciddi bir problem olarak gördüğünü biliyoruz. Nitekim Obama’nın yardımcısıyken de özellikle terör örgütü PYD/YPG’nin güçlenmesi ve bölgede alan hakimiyeti kazanması sürecinde söylemleri ve yaklaşımıyla önemli bir rol oynamıştı. Biden, PKK ile PYD/YPG arasında bir mesafe olmadığını bilmesine rağmen, Washington’un bölgesel çıkarları adına Türkiye ile PKK/PYD-YPG’yi uyumlu hale getirmeyi düşünen bir çizgide. Bu bakımdan, Türkiye adına Suriye özelinde çalışılması çok zor bir siyasetçi olduğu söylenebilir. Öyle ki Biden’ın gerek Zeytin Dalı gerekse de Barış Pınarı harekatlarına şiddetle karşı çıkarak, Türkiye’ye silah satışının durdurulması yönünde bir tavır aldığı da bilinen bir husus.
Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki girişimlerinden, özellikle de Kıbrıs çevresindeki sondaj faaliyetlerinden oldukça huzursuz olan Biden, bu noktada ABD’deki Yunan lobisiyle yakın hareket etmekte ve Kıbrıs Türklerinin haklarıyla Türkiye’nin bölgedeki kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgesinden yararlanabilmesi bağlamında Ankara’nın tezlerine karşı çıkmakta. Nitekim Biden’ın, Obama döneminden itibaren oluşum emareleri gösteren ve Trump döneminde konsolide olan Doğu Akdeniz’deki Yunanistan, Güney Kıbrıs, İsrail, Mısır bölgesel ittifakına karşı çıkmadığı da ortada. Bu faktörler göz önünde tutulduğunda, henüz herhangi bir açıklamasına rastlanılmamakla birlikte, Biden’ın, bilinen tavırlarının mantıksal sonucu olarak Türkiye’nin Libya ile imzaladığı ve iki ülkenin münhasır ekonomik bölge sınırlarını belirlediği antlaşmaya da karşı çıkacağı tahmin edilebilir. Bu hususlara karşın, Biden, kendisini Türkiye’nin iyi anlaşabileceği bir politikacı olarak yansıtmaya çalışıyor. Bu duruşunun arkasında, ABD’de çok etkili bir konuma sahip olmasa da Türk lobisinin ve Türkiye kökenli ABD vatandaşlarının desteğini alma hedefi bulunuyor.
Biden, Trump döneminde oldukça ileri bir safhaya varan ABD-İsrail yakınlığı hususunda ise nispeten biraz daha ılımlı bir yaklaşım sergiliyor. Ülkedeki Yahudi lobisini kızdırmaktan ve karşısına almaya zorlamaktan kaçınmaya çalışmakla birlikte, İsrail-Filistin sorununun “iki devletli çözüm” çerçevesinde ele alınmasını isteyen Biden, Batı Şeria’daki yeni yerleşim yerleri inşaatlarının da durdurulmasını istiyor. ABD’nin İsrail büyükelçiliğinin “şimdilik” kaydıyla Kudüs’te bulunmasından rahatsız olmayan Biden, bu yönüyle de Trump ile aynı noktada buluşuyor. Biden, kendisini hem Filistin liderliği hem de İsrail ile yakın çalışabilecek bir isim olarak görüyor ve Filistin’de Hamas’ın etkinliğinin azaltılması gerektiğini savunuyor.
Biden’ın Trump yönetiminden farklılaştığı en önemli nokta ise İran konusu. Nitekim Biden, Obama döneminde imzalanan P5+1 Antlaşması’nın yeniden yürürlüğe girmesini ve İran ile müzakereler bağlamında bir temas alanı geliştirilmesi gerektiği görüşünde. Hatta Kovid-19 salgını kapsamında İran’a uygulanan yaptırımların bir bölümünün kaldırılması gerektiği görüşünde olduğuna dair haberler de var.
Joe Biden, Suriye konusunda ise Beşşar Esed’in görevi bırakması ve ülkede Rusya ve İran ile de temas halinde yeni ve federal bir hükümet kurulmasından yana. Federal diyoruz, zira Biden, Suriye’de Kürtlerin yoğun yaşadıkları bölgelerde terör örgütü PYD/YPG’nin öncülüğünde özerk idari birimlerin oluşturulmasına yeşil ışık yakıyor.
Afganistan konusunda ise ülkedeki Amerikan askerlerinin büyük bir bölümünün eve döndürülmesinden yana olduğunu bildiğimiz Biden, Trump’ın Taliban ile yürüttüğü yönetim paylaşımını öngören müzakereler hususunda herhangi bir açıklama yapmış değil.
Biden’ın Trump’a oranla farklı düşündüğü hususlardan biri ise Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri'ne (BAE) yönelik tutum ekseninde ortaya çıkıyor. Nitekim bu ülkelerle çok yakın çalışan ve Yemen’e düzenlenen askeri operasyona destek veren Trump yönetiminin aksine, Biden, bu operasyonun derhal sonlandırılması ve Yemen’de müzakere edilmiş bir çözümün kurgulanması gerektiği görüşünde. Ayrıca Riyad’ın, başta Kaşıkçı cinayeti olmak üzere giriştiği suikast ve insan hakları ihlallerinin Washington’un desteğiyle aydınlatılması yönünde bir düşünce içerisinde. Bu nedenle, Suudi Arabistan ve müttefiklerinin, Biden’ın adaylığına oldukça soğuk yaklaştığı da bilinen bir durum.
Görünen o ki, Kasım seçimleri için kampanya süreci oldukça kısa olacak. Bu durum, Trump’tan çok Biden’ın işine gelebilir. Zira Biden hem Trump'ı eleştirme imkanına hem de krizin faturasını Trump’ın üzerine yıkarak kendi politikalarını meşrulaştırma ya da çözüm olarak sunma imkanına sahip olacak.
Salgın Trump'ın seçim hesaplarını bozdu
Demokrat Parti’de bu gelişmeler yaşanırken, Cumhuriyetçi cenahta da işler zora girmiş durumda. Nitekim Demokrat Parti’deki aday enflasyonu ve Sanders’ın parti içinde özerk bir duruş sergiliyor olmasından önemli oranda yararlanan Donald Trump, bu sürecin sona ermesi ve partinin “seçilebilir” bir isim olarak gördüğü Biden’ın yarışı önde tamamlamasıyla yeni bir strateji oluşturmak zorunda kalacak. Zira Trump, Biden ile mücadelesini çok önce başlatmış ve Ukrayna üzerinden yaşanan kriz ekseninde Temsilciler Meclisi'nin hakkında aldığı azil kararının Senato tarafından reddedilmesiyle görevde kalabilmişti. Yani Biden’a karşı giriştiği hamle ters tepti ve mevcut pozisyonunu dahi tehlikeye attı. Trump, “ılımlı” pozisyonuyla Cumhuriyetçi Parti’den de oy koparması mümkün görünen Biden’a karşı güçlü bir kampanya yürütmek zorunda. Ne var ki Kovid-19 salgınının doğurduğu derin insani, ekonomik ve siyasal kriz, Trump yönetimini an itibarıyla tamamen felç etmiş durumda. Gerek New York, New Jersey ve California valilerinden gelen büyük çaplı eleştiriler, gerek Trump’ın virüsü önemsemeyip geç hareket ettiği ve insanların ölümüne neden olduğu yönündeki analizler, gerekse de krizin yönetimi ekseninde federal hükümetin kendi içerisindeki tartışmalar, Donald Trump’ın siyasal hamlelerini kısıtlamış durumda. Nitekim New York Valisi’nin Trump’a hemen her gün yönelttiği eleştiriler, halkta çok ciddi bir karşılık buluyor ve ülkenin en önemli ticari/finansal merkezinin içine sürüklendiği insani krizin faturası Trump’a çıkartılıyor. Trump’ın krizin etkisi daha yeni görülmeye başlamışken ve halihazırda 23 binden fazla insan ölmüşken ekonomiyi ön plana alan ve işsizliği ve gelir kaybını engellemeye yönelik yaklaşımı, kendi pozisyonunu sağlamlaştırmaya dönük siyasal hamleler olarak görülerek kınanıyor.
Trump, krizi önemsediğini gösterebilmek adına solunum cihazı, maske ve koruyucu giysi üretimi yönündeki çabalara hız verirken, açıkladığı büyük çaplı ekonomik yardım paketiyle de (CARE) işsizlik, vergi, borçlar, üretim kaybı ve genel sağlık hizmetlerinin maliyeti gibi hususları ön plana alan bir yaklaşım sergiledi. Hatta bugünlerde Senato’da tartışılan ve Temsilciler Meclisi’nin de desteğini alacağı belirtilen ek bir ekonomik paketin hazırlıkları söz konusu. Tüm bu çabalar yaklaşık 2,5 trilyon dolarlık bir maliyete sahip. Kongre’nin alt kanadı Temsilciler Meclisi’nde Demokratlar çoğunlukta olmasına karşın, çoğunluk lideri konumundaki Nancy Pelosi, krizle mücadele kapsamında çıkarılan ve içeriğini olumlu buldukları ekonomik paketleri onaylayacaklarını ve kendilerinin de bazı eklemeler yaparak bunu Trump yönetiminden pakete eklemesini isteyeceklerini belirtiyor. Yani Demokrat Parti, Kovid-19'la mücadele konusunu siyasetin gündemine taşıyarak büyük çaplı tartışmalara yol açmaktansa, ufak eklemeler ve sosyal yardımlar konusundaki değişikliklerle hızlı karar alınabilmesi yönünde çalışıyor. Burada Demokratların, sorumluluğun tamamen Trump’ın üzerinde kaldığı bir süreçte eleştirilerini, süreci kısır tartışmalarla boğmadan yaparak gerekli onayı verdikleri ve böylece halkı düşünen gerçek birer vatansever olduklarını göstermeye çalıştıklarını söyleyebiliriz.
Yeni tip koronavirüsle mücadele kapsamında Beyaz Saray’ın yol göstericisi pozisyonundaki Dr. Anthony Fauci, Kasım 2020’deki seçimlerin “şimdiki göstergeler göz önünde bulundurulduğunda” düzenlenebileceğini düşünüyor. Hatta Trump yönetimi, ulusal afet ilan ederek 50 eyaletin her birine mali yardım yaparken ve yardım imkanlarının önünü açarken, diğer yandan da krizin yatıştığı gözlemlenen eyaletlerde Mayıs ayı içinde ekonomiyi yeniden açmayı düşünüyor. Pek tabii ki, Trump adına bu kararın en doğru zamanda verilmesi ve eyaletlerle ilişkilerin sağlıklı bir zeminde işletilmesi çok önemli olacak. Fakat görünen o ki, Kasım seçimleri için girişilecek kampanya süreci oldukça kısa olacak. Bu durum, Trump’tan çok Biden’ın işine gelebilir. Zira sürecin sorumluluğu ve alınan yanlış kararlar ya da alınmayan tedbirlerden dolayı Trump hedef tahtasına oturtulurken, Biden hem onu eleştirme imkanına sahip olacak hem de krizin faturasını Trump’ın üzerine yıkarak kendi politikalarını meşrulaştırma ya da çözüm olarak sunma imkanına sahip olacak. Bu çerçevede, Kasım seçimleri öncesinde, Kovid-19'la mücadele süreci ve bu süreçte Trump yönetiminin vereceği kararların, seçim sonucunu doğrudan etkileyecek bir faktör haline geldiği söylenebilir.
[Doç. Dr. Göktürk Tüysüzoğlu Giresun Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesidir]
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.