BAE-İsrail anlaşması Filistin’e 'teslim ol' çağrısı mı?
İstanbul
Birleşik Arap Emirlikleri’nde (BAE) yaklaşık 60 yıl önce petrolün keşfedilmesiyle, küçük çöl şeyhliklerinden oluşan bu fakir bölge, çok büyük bir dönüşüm yaşayarak görece yüksek yaşam standartlarına sahip modern bir devlete dönüşmüştü.
BAE’nin İsrail’le kapalı kapılar ardında iyi ilişkiler kurduğu biliniyordu. Son açıklamalarıyla bu ilişki biçimi resmi düzeye çekilerek alenileşti. Ancak bundan daha önemlisi BAE ile İsrail’in Filistin toprakları üzerinde bir anlaşmaya imza atmış olmaları.
Petrolden doğan Emirliklerin kısa tarihi
Toplam yüzölçümü 77 bin 700 kilometrekare olan BAE petrolden doğan bir emirlikler topluluğudur. On altıncı yüzyılın başında Portekizlilerin Kızıldeniz ve Basra körfezi üzerinden Arap yarımadasına, özellikle de kutsal beldelere yönelik tehditlerine son vermek ve doğu sınırlarını İran yayılmasına kapatmak amacındaki Osmanlı Devleti, dirayetli padişah Yavuz Sultan Selim Han ile bu hedefini gerçekleştirmek için harekete geçti. Yavuz Selim başta Kudüs, Şam, Kahire, Mekke ve Medine gibi kutsal ve kadim kentleri Osmanlı topraklarına katmasıyla Portekizliler engellendiği gibi, bölgedeki Arapları bir çatı altında toplayarak güvenliklerini de sağladı. Kanuni Sultan Süleyman ise Basra körfezi ve Arap yarımadasına yönelik tehditlerini sürdüren Portekizlileri uzaklaştırmak amacıyla Basra ve Lahsâ’yı topraklarına kattı. Böylece Basra körfezinin güney kıyıları da güvenlik altına alındı. İngiltere’nin Doğu Hindistan Şirketi 19. yüzyılda bölgeye gelene kadar, Basra körfezinde durum stabil idi.
1820 yılında, İngiliz ticaret şirketine ait gemilerin korsan saldırılarına karşı emniyeti ve limanları güvenli bir şekilde kullanımı konusunda, sahildeki kabile şeyhleri ile İngilizler arasında anlaşmalar imzalandı. 1853’te korsanlığı tamamen engellemek amacıyla taraflar daha kapsamlı bir barış anlaşması yaptı. İşte bu anlaşma ile “Sahil Emirlikleri” veya “Umman Sahili Emirlikleri” diye bilinen kabilelere İngilizler “Trucial States”, Araplar “el-İmârâtü’l-mütesâliha” denildi; Türkçede ise onlara “Antlaşmalı Emirlikler” diyoruz. Sahil Emirlikleri bu isimlendirmeyi kabul ederek İngiltere’nin bölgedeki antlaşmalı temsilcisine dönüştüler.
İngilizlerin bu hamlesine karşı, bölgenin diğer güçleri olan Osmanlı Devleti ve İran kendi çıkarlarını korumak için ayrı ayrı harekete geçtiler. İran Körfez’deki Şiiler üzerinden İngiltere aleyhinde çalışmalar yaparken Osmanlı Devleti 1871 yılında Necid bölgesinde hakimiyetini daha güçlü bir şekilde tesis ederek Katar’a kadar olan bölgeleri kontrolü altına aldı. Ayrıca İngilizlerin Basra körfezinde sahil şeyhleri ile yaptıkları antlaşmaları tanımadığını da ilan etti.
İngiltere 1892’de sahil şeyhlikleri ile daha kapsamlı ve kendi lehinde bir antlaşma daha yaptı. Buna göre, emirlikler içişlerinde serbest kalırken güvenlik ve dış ilişkiler konusunda İngiltere’ye bağımlı oldular. 1914 yılına kadar tüm bu antlaşmaları reddeden Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı başlamadan evvel İngilizlerin Körfez emirlikleri ile yaptığı antlaşmaları tanıdı. İngilizler bu antlaşmalar sayesinde, Hindistan’daki çıkarları yanında, Umman sahilleri ve Basra Körfezi’nin giriş-çıkışını kontrol etme bağlamındaki menfaatlerini de garanti altına aldı. 1947 yılında Hindistan’ın bağımsızlığını tanıyıp buradan çekilmesine rağmen, İngiltere Basra körfezi ve Umman sahillerindeki emirlikler üzerindeki nüfuzunu terk etmek istemedi.
30 Mart 1968 tarihinde Bahreyn ve Katar’ın da içlerinde olduğu dokuz emirlik, aralarında bir birlik kurma konusunda anlaştılar. Fakat daha sonra Bahreyn ve Katar bağımsız olma kararı alarak söz konusu birlikten ayrıldı. Nitekim İngiltere’nin onayıyla, BM gözlemcisinin hazır bulunmasıyla, 14 Ağustos 1971’de Bahreyn ve 1 Eylül 1971’de Katar bağımsızlığını ilan etti. Bunun üzerine sahil emirlikleri ya da İngiltere’nin tanıdığı şekliyle Antlaşmalı Emirlikler’den altı tanesi Abu Dabi (Ebûzabî), Dubai (Dübey), Şârika, Acmân, Ümmülkayveyn ve Füceyre emirlikleri 2 Aralık 1971 tarihinde bir araya gelerek el-İmârâtü’l-Arabiyyetü’l-Müttehide’yi (The United Arab Emirates [Birleşik Arap Emirlikleri]) ilan ettiler. Re’sü’l-hayme Şubat 1972’de bu federasyona yedinci üye olarak katıldı. Devlet başkanı olarak Abu Dabi şeyhi, başkan yardımcısı olarak ise Dubai şeyhi tayin edildi; başkent ise geçici olarak -ama o günden beri değişmeyen- Abu Dabi oldu. Ülkenin karar alma mekanizmasının en üstünde bulunan yedi üyelik Yüksek Federal Konsey’de (el-Meclisü’l-a’lâ li’l-ittihâd) kararlar oybirliği esasına göre alınır. Ancak alınan her kararda Abu Dabi ve Dubai’nin veto hakkı vardır. Birlik başkanı ve yardımcısı da bu konsey tarafından seçilir.
Petrol sahil şeyhliklerini devlet ve nüfus sahibi yaptı
BAE’de yaklaşık 60 yıl önce petrolün keşfedilmesinden bu yana, ülke küçük çöl şeyhliklerinden oluşan fakir bir bölgeden yüksek yaşam standardına sahip modern bir devlete doğru derin bir dönüşüm geçirdi. 1962 yılında petrol ihraç eden ülkeler arasına girene kadar, bölge şeyhlikleri inci avcılığı ve balıkçılık ve az miktarda ticaretle meşgul oluyordu.
1960 yılında 100 binin altında olan emirliklerin nüfusu 1968’de 180 bin, 1975’de 558 bin, 1980’de 1 milyon, 1985’te 1 milyon 379 bin, 1999’da 2 milyon 938 bin ve 2010’da 8 milyon 264 bin oldu. BM 2019 yılı ortası itibariyle ülkenin toplam nüfusunun 9 milyon 771 bin olduğunu tahmin ediyor; BM verilerine göre (2019) göçmenler toplam nüfusun yüzde 87,9’unu oluşturuyor. Nüfusun köken dağılımı ise 2015 tahminlerine göre şöyle: Emirlikler yüzde 11,6, Güney Asya yüzde 59,4 (Hindistan yüzde 38,2, Bangladeş yüzde 9,5, Pakistan yüzde 9,4, diğer yüzde 2,3), Mısır yüzde 10,2, Filipinler yüzde 6,1, diğer yüzde 12,8. Emirlikler’deki yabancı nüfus, kaynak ülkelerdeki devlet politikaları ve uluslararası gelişmelerden etkilenmektedir. Örneğin 1985 yılında Hindistan kökenli nüfusun oranı yüzde 25 iken 2015’te yüzde 38’e çıkmıştır. Pakistan kökenli nüfus ise aynı tarihlerde yüzde 13’ten yüzde 9,4’e düşmüştür.
ABD ilişkileri
BAE’nin İngiltere’ye olan bağlılık/bağımlılık ilişkisinin yerini zamanla ABD aldı. Özellikle 11 Eylül 2001 saldırısından sonra ABD’nin değişen bölge siyasetinde en önemli ortağı BAE oldu. 2017 verilerine göre ihracatı 308,5, ithalatı ise 229,2 milyar dolar olan BAE, ana ihraç kalemleri petrol ve doğalgaz olduğu için, uluslararası piyasalardaki dalgalanmalardan en fazla etkilenen ülkelerin başında geliyor. Bu durum da ülke yönetimini ABD ile ilişkilerinde daha bağımlı hale getiriyor. Aslında bu rol, yakın tarihe bakıldığında, BAE açısından büyük riskler taşıyor. Batı dünyasının ve ABD’nin 1980 öncesi en önemli bölgesel partneri İran iken devrimden sonra bu rol Saddam liderliğindeki Irak’a geçti. Saddam’ın (ABD’nin en azından göz yummasıyla) Kuveyt’e saldırması ve ardından gelen 11 Eylül olayıyla gözden düşüp kendisinin sonunu getirmesi ve ülkesinin ABD tarafından işgal edilmesine yol açmasından sonra, bu rol BAE ve Suudi Arabistan’a geçmiş oldu.
Arap Baharı olarak adlandırılan süreçte sürekli zikzaklar çizen, fakat ABD çizgisinden sapmayan BAE, son olarak yüzyıldır süren Arap-İsrail çatışmasına bir “barış planı” ile son verileceğini ilan eden Trump yönetiminin yanında yer aldı.
Yüzyılın Barış Planı mı, İsrail’e kayıtsız şartsız teslimiyet mi?
İsrail’in öteden beri Basra körfezindeki Arap ülkeleriyle ilişkilerini güçlendirmeye yönelik diplomatik çalışmalar yaptığı biliniyordu. Son yıllarda ise İran düşmanlığı tarafları birbirine yakınlaştırdı. BAE ve bazı Körfez Arap ülkeleri İsrail’le barış yapma amaçlarını gizlemiyorlardı. Kapalı kapılar ardındaki uzlaşma BAE’nin barış ilanıyla alenileşti. İsrail’in ABD’ye Kudüs’ü kendi başkenti olarak kabul ettirmesini BAE’nin de içselleştirdiği malumdu. İsrail’le barış yapılması, Batı Şeria topraklarının ilhak kararı sırasında, imza tarihinin ertelenmesine neden olarak gösteriliyordu. Ancak Beyrut’taki patlama ile dikkatler başka yöne çevrildikten sonra, uygun bir zaman diye düşünülerek bu imzalar atıldı. Böylece BAE ile İsrail ilişkileri İran karşıtlığından öte bir noktaya taşındı.
İsrail’in işgal altındaki Batı Şeria’nın bazı kısımlarını ilhak etme planını askıya alması karşılığında, BAE İsrail’le resmi diplomatik ilişkiler kurmak için 13 Ağustos 2020 Perşembe günü harekete geçti. İsrail, ABD ve BAE’nin ortak bir açıklamasında bu adım, Ortadoğu’ya barış getirecek “tarihi diplomatik atılım” olarak değerlendirildi. ABD ise BAE ve İsrail’in “bölgedeki büyük potansiyeli açığa çıkaracak” yeni bir yol çizme “cesaretini” övdü.
BAE İsrail’le neden barış anlaşması yaptı?
İsrail ile BAE arasında yıllardır ifade edilmeyen bir askeri ittifak vardı ve bu bir sır değildi. Fakat neden şimdi böyle bir anlaşma açıktan yapıldı? İsrail’in Batı Şeria’daki işgal edilen bölgeleri ilhak etmesini durdurmanın tek yolunun bu şekilde bir anlaşma olduğuna dair görüşler Filistin tarafında kabul görmedi. Çünkü Emirlikler şimdiye kadar ne barış yapma diplomasisinin ön saflarında yer aldılar ne de Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas ile iyi bir ilişkileri oldu.
Bilindiği gibi, İsrail 1989’da Mısır ve 1994’te Ürdün ile bu minvalde birer barış anlaşması yaptı. Bütün bu anlaşmalar Filistinli Araplar aleyhine değerlendirilecek maddeler içermesine rağmen, anılan ülkelerin kendi halklarını ikna edici kazanımlar da içeriyordu. Mısır bunun karşılığında 1967 savaşında kaybettiği topraklardan Sina yarımadasını geri aldı. Ürdün de böylece, İsrail karşısında Saddam’ı destekleyen bir devlet olarak “günah keçisi” olmaktan kurtuldu.
BAE İsrail ile resmi bir bağ kurduğunu ilan eden ilk Körfez Arap devleti olarak kayda geçti. Peki, BAE bu anlaşma ile ne elde etti? Filistin toprakları üzerinde yapılan bir anlaşma, Filistinli Arapları yalnız bırakmak anlamına geliyor. İşgal edilen topraklar üzerinde İsrail’in varlığı tanınmış olmakla birlikte, ilhak kararına bile karşı çıkılmıyor. Sadece bu aşamada İsrail’in ilhak kararını ertelemesi bir kazanım olarak gösteriliyor.
Diplomatik atılım, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun işgal altındaki Batı Şeria’nın bazı kısımlarını ilhak etme kararını askıya almayı kabul etmesinden sonra geldi. Bu anlaşma niyeti, daha önce Arap devletlerinden ve Avrupa’dan eleştiri almıştı. İsrail’in yanında bir Filistin devletinin kurulması umutlarını kalıcı olarak yıkacağını belirten AB ve bazı Arap ülkeleri, Filistinlilerin topraklarının işgal statüsünün ilhaka dönüştüğünü dile getirerek, söz konusu anlaşma zemininin haksızlıkları tanımak anlamına geldiğini öne sürmekteydiler.
Trump anlaşmayı kıdemli danışmanı Jared Kushner, ABD’nin İsrail Büyükelçisi David Friedman ve Trump yönetiminin İran’a karşı azami baskı kampanyasına öncülük eden ABD Dışişleri Bakanlığı’nın İran özel elçisi Brian Hook ile birlikte duyurdu.
Anlaşmanın içeriği tam olarak belli olmasa da, BAE açısından ABD’nin “güvenilir müttefiklik” iltifatları yeterli görülmüş durumda. Netanyahu İsrail ve BAE arasındaki anlaşmanın, Filistinlilerle resmi bir barış anlaşması olmasa bile, ülkesinin bölgede hoş karşılanmaya başladığını göstermesi bakımından önemini vurguladı.
Netanyahu Kudüs’te “Bu bize Orta Doğu’da İsrail’in durumunda yaptığımız çarpıcı değişikliği gösteriyor” dedi: “On yıllar boyunca İsrail her zaman bir düşman olarak sembolize edildi. Ancak bugün birçok ülke İsrail’i stratejik bir müttefik olarak görüyor”.
Diplomatik anlaşma, İsrail ve Körfez Arap ülkeleri arasında, İran’la potansiyel bir çatışma konusunda artan endişeyi yansıtıyor. İsrail Suriye sınırları yakınında İran mevzilerine düzenli olarak askeri saldırılar düzenledi. ABD ve müttefikleri Tahran’ı İran’ın güney kıyısındaki dar Hürmüz boğazından geçerek Basra körfezine uzanan petrol tankerlerine saldırılar düzenlemekle suçladı.
Trump İsrail ve BAE liderlerinin önümüzdeki haftalarda bir imza töreni için Beyaz Saray’ı ziyaret edeceklerini söyledi. Anlaşmada doğrudan uçuşlar, büyükelçilikler ve diğer ikili anlaşmalar yer alacak. İsrail ve Emirlikler yetkilileri de yakında bir dizi ikili anlaşma imzalamak için bir araya gelecekler. İran’ı Orta Doğu’da bir istikrarsızlık kaynağı olarak görenler de dahil olmak üzere, ABD’li yetkililer İsrail ile BAE arasında diplomatik bağların kurulmasını alkışladılar.
ABD’nin İran işlerine bakan özel elçisi Brian Hook’un “Araplar ve İsrailliler arasındaki barış İran’ın en kötü kâbusu” diyerek anlaşmanın taraflarını “Araplar” diye lanse etmesi, BAE ile birlikte Bahreyn ve Umman’ı ve örtük olarak Suudi Arabistan’ı da işaret ediyor.
BAE tarafının dile getirdiği iddiaya göre, Veliaht Prens Muhammed bin Zayid ve diğer Emirlik liderleri, İsrail’in ilhakının iki devlet planını ve İsrail-Filistin barışını öldüreceğine inandıkları için, normalleşme anlaşmasını teklif etmeye karar verdiler. Nitekim bin Zayid “Başkan Trump ve Başbakan Netanyahu ile yapılan bir görüşme sırasında, İsrail’in Filistin topraklarını daha fazla ilhak etmesini durdurmak için bir anlaşmaya varıldı. BAE ve İsrail ayrıca ikili bir ilişki kurmaya yönelik işbirliği ve bir yol haritası belirleme konusunda anlaştı” şeklinde açıklama yaptı.
İsrail’in kazançları, Arapların kayıpları
Bu anlaşmanın içeriği ile kazanan ve kaybeden tarafları maddeler halinde yazacak olursak:
1. ABD’de Trump yönetimi, barış politikası ve İsrail’e pozitif katkılar sunmak bakımından seçmenleri nezdinde olumlu bir imaja kavuşuyor. Trump açısından seçim öncesi Biden’ın yelkenlerinden biraz rüzgâr almak için iyi zamanlanmış bir siyasal atak olarak değerlendirilebilir.
2. İsrail’de Netanyahu kendisini “Arap düşmanlığı çemberini başarılı bir şekilde kıran büyük bir devlet adamı” olarak lanse etmeye başlayabilir. Aleyhindeki yolsuzluk suçlamaları karşısında, uzun zamandır konuşulan olumsuz haberlerden sonra, Netanyahu’nun imajını düzeltecek bir gelişmedir.
3. BAE “İsrail’in ilhakını durdurmak için barış yapan Arap ülkesi” propagandası yapmaya başladı. Fakat İsrail, anlaşmanın ilhak politikasını ertelediğini, ortadan kaldırmadığını söylüyor ve bunun tamamen geçici olduğu konusunda ısrar ediyor.
4. Filistinliler müzakerelere herhangi bir şekilde veya biçimde dahil oldu mu? Hayır, olmadı. Filistinliler ilhakın “geçici” olarak durdurulmasına destek verdiler mi? Filistinliler hiçbir şekilde bu anlaşmaya olumlu bir tepki vermediler.
5. İsrail’in Arap toprakları üzerindeki yayılmasına karşı birliktelik oluşturmak amacıyla kurulan 22 üyeli Arap Birliği ve 57 üyeli İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) bu anlaşmaya nasıl bir tepki verdi? Türkiye’den bariz bir tepki gelmesine rağmen, Mısır ve Suudi Arabistan’ın sessiz kalması oldukça manidardır. Bundan sonra bölge siyasetinde ve İslam ülkeleri nezdinde diğerlerinin rolü zayıflarken Türkiye’nin liderlik rolü daha da güçlenecektir. Zira anılan anlaşmaya en ciddi tepki Türkiye’den geldiği gibi, gerek coğrafi sınırları içinde gerekse Doğu Akdeniz’de görüldüğü gibi, denizlerdeki haklarını koruma konusunda, bölge ülkelerinin de hukukunu gözeterek yaptığı ataklar, başta İİT ülkeleri, uluslararası kamuoyu ve bölge halkları nezdinde ilgiyle izlenmekte. Buna ilaveten, Türkiye’nin Orta Doğu ülkelerinin karşılaştıkları sorunlarda yapıcı tutum sergilemesi, insani yardım faaliyetleriyle gönülleri kazanması ve askeri kapasitesini her olayda caydırıcı bir güç olarak ortaya koyması, İİT ülkelerinin ve bölge halklarının Filistin sorununda teslimiyetçi politikalar yerine, kalıcı ve adil barış arzusunu canlı tutmasında en önemli katkıyı sağlamaktadır.
6. BAE İsrail’in ilhakı durdurmayı iptal etmesi halinde anlaşmayı iptal etme hakkını saklı tuttu mu? Hayır; bu konuda bir açıklama yok. Aksine, Netanyahu ilhak kararını geçici bir süreliğine askıya aldıklarını ifade etti. Yani İsrail tarafı bir süre sonra yeni ilhak kararı verebilir.
Sonuç olarak, anlaşma İsrail için büyük bir galibiyet anlamına geliyor. İsrail zamanla diğer Sünni Arap devletleriyle de ilişkilerini normalleştirecek ve böylece işgal ettiği topraklarda statüsünü önemli ölçüde artıracak avantajlar elde edecektir. Bu anlaşma ile Araplar İsrail’i uluslararası alanda izole etme ve boykot etme hamlelerini artık geride bırakacaklardır. Bundan sonra Filistinliler İsrail karşısında daha yalnız olduğunu görerek topraklarını savunma konusunda farklı direniş stratejileri deneyecektir. Bu noktada, Orta Doğu çatışması bitmeyecek, aksine çok boyutlu Orta Doğu çatışma sistemini daha karmaşık hale getirecektir. Öngörülebilir bir gelecekte bu çatışma devam edecek ve nihai barış sağlanamayacaktır.
Buna karşılık, BAE’nin ABD Büyükelçisi Yusuf Uteybe’nin beklentisi, bölgeye barışın geleceği şeklindedir. Ona göre bu anlaşma “Arap-İsrail ilişkilerinde gerilimleri azaltan ve bölgede olumlu değişim için yeni enerji meydana getiren” önemli bir ilerlemedir, “İlhakı ve şiddetli tırmanma potansiyelini derhal durduracaktır”.
Bakalım öyle mi olacak? İsrail’in sınırlarını genişletmek amacıyla Filistin, Lübnan, Suriye, Irak ve Ürdün topraklarını işgal stratejisi duracak mı? İsrail işgal ettiği topraklarda Yahudi yerleşimini tamamladıktan sonra ilhak, yani ulusal sınırlarına katma politikasına son verecek mi? Yüzyıldır kan ve göz yaşı akan bölgeye barış gelecek mi? ABD ile yakın ilişkiler kurduktan sonra tahtını kaybeden İran şahının, Irak diktatörü Saddam’ın talihsizliği BAE’ye geçecek mi?
Bütün bu soruların cevabını zaman verecek. Fakat BAE’nin bu kararı Orta Doğu ve Basra körfezinde yeni bir dönemin başladığını göstermektedir. BAE’nin hem kendi tarihinde hem de bölge tarihinde son 50 yılda tanık olduğu olaylar, gelecek 50 yılda yeni nesiller tarafından yeniden yaşanabilir.
[Prof. Dr. Süleyman Kızıltoprak Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi öğretim üyesidir]
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.