Amerikan dış politika aklı ve yeni Başkan Joe Biden
İstanbul
Amerika Birleşik Devletleri geçtiğimiz Salı günü gerçekleşen sorunlu ve kaotik seçimle 46. başkanını belirledi ve Joe Biden ile birlikte yeniden bir Demokrat döneme uyandık. Amerikan siyasal sosyolojisi ve politika biçimi anlamında ülkeyi gelecekte çok iyi günlerin beklemediğinin işaret taşlarıyla dolu bir seçim süreciydi, şahit olunan. Meselenin elbette birçok farklı boyutu var. Siyasal vizyon ve tasavvurdaki daralma, sosyo-iktisadi ve sosyo-politik kodlara içkin dip dalga ve büyük bir ahlaki meşruiyet kaybı.
Peki, ABD böylesi bir zeminde yeni başkanını karşılarken ortada duran siyasal manzara, özelde Amerikan dış politika aklı, kodları ve icrası bakımından bize ne anlatıyor?
Biden’ın İran-Körfez-İsrail dengesini işletme biçimi Trump’tan belki de en belirgin farklılaşabileceği alan olacak. Ne var ki Amerikan devlet politikasının Soğuk Savaş boyunca ve sonrasında hep ulaşmayı hedeflediği Arap-İsrail normalleşmesini elinden kaçırabilecek hamlelerden de özenle uzak duracaktır.
Amerikan dış politika aklının zihinsel/normatif temelleri
Amerikan dış politika aklının yapısına ilişkin yapılacak bir tartışma, her şeyden evvel Amerika’nın kendisine nasıl istisnai bir karakter atfettiğiyle ilgilidir. Amerikan oryantalizmi ve istisnailiği, bu bakımdan kendi kurucu anlatısında olduğu gibi, Amerika’nın tarihsel, temel ve niteliksel anlamda biricikliği ve özel konumu üzerinden yükselir. “Tanrı tarafından biçilmiş bir yazgı” vehmiyle şekillenen bir düşünce biçimi, ABD’ye dünyanın geri kalan kısmına yönelik normatif bir güç iddiası ve icrası hakkı sunar. Öyle ki bundan Avrupa dahi arî değildir. Zira monolitik ve hermetik olarak bir Batı var olsa da transatlantik uyuşmazlık ve farklılıklar, ABD açısından “üstünlük sorunu” üzerinden yükselen bir zemine oturur. Bu ise “Amerika ve diğerleri” ayrımına esas teşkil eden ontolojik özbilinçle ilgilidir. Püriten İngiliz hukukçu John Winthrop’un “city on a hill” (tepedeki şehir) analojisinden bu yana, “manifest destiny” (belirgin yazgı) ve sonrasında Wilsoncı ve II. Dünya Savaşı sonrası liberal uluslararasıcılığa, en nihayetinde ise Soğuk Savaş’tan 11 Eylül ve sonraki sürece ruhunu veren saik, bir Fransız-Amerikalı olan Crevecoeur’ün ifadelendirdiği “Amerikan Rüyası”nı betimleyen bir zihin dünyasını simgeler. Keza Alexis Tocqueville’in demokrasi-Amerika anlatısını da bu zihinsel düzlemle ilişkilendirerek tarif ettiğini hatırlamakta yarar var.
İzolasyonizm vs küresel liderlik misyonu
Tüm bunlara karşın, pratik saikler bakımından 19. yüzyıldan bu yana Amerikan dış politikasını belirleyen iki temel damardan bahsedilir. Monroe Doktrini’nde ifadesini bulan ve John Quincy Adams gibi etkin liderler eliyle Amerika’nın ilgisini kıta dışı meselelerden çok kıta içi duruma ve ülkenin gücüne odaklayan “izolasyoncu” bir politik tercih ile yukarıda çerçevesi çizilen “küresel liderlik” mefhumu ekseninde kümelenmiş, Amerikan askeri üstünlüğünün adil ve temiz bir dünya için bir önkoşul olduğu tezi arasındaki gel-gitli hâl. Ne var ki, Başkan Franklin Roosevelt’in Monroe Doktrini’ni Karayip ve Orta Amerika’daki borçlarını ödeyemeyen küçük ekonomilere müdahale hakkı yönünde genişleten ve Pearl Harbor ile küresel askeri liderlik iddiası düzeyine taşıyan politikası, artık ABD dış politikasının yönünü ve içeriğini de netleştiriyordu. Burada dikkat çeken nokta ise, Amerikan tarihi boyunca “izolasyoncu” olarak yaftalanan çizgi geri kafalı ve bencil olarak tanımlanırken, “uluslararasıcı” olarak tanımlananların cömert ve ilerici olarak kabul görmeleri. Yani ihtiyari biçimde bu şekilde inşa olunan bir ikilikten bahsetmek gerek. Bu yönüyle izolasyonculuğun, tanımlanması ve konumlandırılması itibarıyla, belirlenmiş bir içerikle tek taraflı bir inşa olarak belirdiği görülüyor. Entelektüel arka planında, felsefi bakımdan yukarıda çerçevesi çizilen hattın, icraî bakımdan da New York’taki ana akım gazetelere yazan, çoğunluğu Yale ve Princeton merkezli entelektüeller ve büyük fonları bu sürece aktaran finans elitlerinin olduğu bir zemin bu. Ki bu zeminin etki sahibi hemen her üyesi, aynı zamanda Dış İlişkiler Konseyi’nin (Council on Foreign Relations) de üyesi.
Bunun küresel siyaset ve coğrafyalar bazında ne anlama geldiği ise esas can alıcı nokta: ABD dış politika paradigmasının artık geri dönülemez patikasında daimî yüksek seviyelerde askeri harcama, küre çapında büyük bir üs ağı, küresel askeri müdahaleye dair büyük bir tutku, genişleyen ulusal güvenlik aygıtları ve tahripkâr bir silah endüstrisi bulunuyor. Ki bunların hepsi, küre çapında fiili müdahalelerin başladığı Pearl Harbor’ı müteakip sadece birkaç yıl içerisinde aşikârlaşmaya başlamıştı. Bundan sonrası ise gerek Soğuk Savaş süresince gerekse Soğuk Savaş sonrası dönemde sert askeri adımlar, görece yumuşama ve yer yer lokal çekilmeler, yıkıcılığı büyük yanlış hesaplar, başarı-başarısızlık ikilemleri ve büyük trajediler…
Soğuk Savaş ikliminde rasyonelleştirilebilecek bir zeminde oturduğunu iddia eden bu perspektif açısından gerçekten de asıl sınama Sovyetlerin yıkılmasıyla gelen yeni düzene geçişin meşruiyet dinamiklerini nasıl ve nereden türetebileceğiydi. Yani yeni sistemik soru, Amerikan dış politika aklının Soğuk Savaş sonrası dünyanın polisi olmak ile liberal siyasi-iktisadi düzenin zaferini tahkim etmek arasındaki sıkışmışlık halini nasıl çözümleyeceği idi. Bu ise gerek George H. W. Bush’un Birinci Körfez Savaşı’nda, gerek Bill Clinton’ın Balkanlar’a ilişkin angajmanının tonu ve içeriğinde, gerekse G.W. Bush’un 11 Eylül ile kristalleşen politikasında görülen ortak bir stratejik dil ve formülasyona dayanıyordu: liberal sistemin ve onun herkes için gerekli -demokrasi, özgürlük, insan hakları, serbest ticaret ve piyasa ekonomisi gibi- çıktılarının tehdit edilmesine karşı dünya uluslarının korunması misyonu. Yani yeni dönem Amerikan siyasetinin kimlik ve pozisyonlanma krizinden çıkışın yolu, üç Cumhuriyetçi (bir dönem G.H.W. Bush ve iki dönem G.W. Bush) iki Demokrat (iki dönem B. Clinton) yönetim ile geçen bu zaman diliminde, bu ortak formülasyon üzerinden yürüdü: Amerikan değerleri gereği, dış dünyaya aktif müdahil olma "sorumluluğu".
Doğu Akdeniz’deki duruma ilişkin görece aktif bir Amerikan politikası beklenebilir. Buradaki ana taşıyıcının ise NATO olması kuvvetle muhtemel. Zira Suriye ve Akdeniz’deki gelişmelerde etkisiz kalan NATO’nun, Biden dönemiyle birlikte daha aktif ve etkin kullanılması yolunda bir iradeyi bekleyebiliriz.
Dış politikada aslî aktör kim?
Özetle ABD dış politikasının bir çeşit “grand strateji”sinde ana izlek, dış politikanın kurumsal yapısı kaynaklı ve belirli normlar ekseninde tanımlı süreklilik arz eden bir stratejik hatta dayanıyor. Beraberinde başkanlar ve onların kişilik, politik perspektif, anlayış, metot, söylem ve davranış biçimleri ise dış politika sürecini bütünleyen unsurlar olarak beliren değişkenler. Söz gelimi Wilson Prensipleri olarak liberal uluslararasıcılığın kurucu metnini ve bu metnin içerdiği temel izleği üreten Başkan Wilson’ı, yine bizatihi Avrupa’ya savaşmak için asker gönderen başkan olması gerçeğiyle birlikte düşünmek durumundayız. Ya da Hitler’in karşısına konacak bir siyasal perspektifi yeni bir siyaset vizyonu üretme yolunda kitlelerin iknasında kullanan Franklin Roosevelt’i, ABD’nin bir biçimde savaşa dahil olması “gereğinden” hareketle ülkeyi küresel bir askeri güce dönüştürecek fitili yakan başkan olarak hatırlayacağız. Keza bunun gibi, Soğuk Savaş atmosferinde “çevreleme” siyasetinin kendisi üzerinden icra edildiği Truman ve Eisenhower doktrinlerini, birbirinden söylem ve davranış tonları bakımından farklılaşsa da yapısal zemini ve ana izleği Sovyetlerin çevrelenmesi olan bütüncül bir Soğuk Savaş stratejik konseptinden ayrı düşünemeyiz. Küba krizinde nükleer bir savaşın engellenmesi yolundaki politik ve diplomatik uygulama biçimiyle hatırlanan Başkan Kennedy’nin, Vietnam Savaşı’nı başlatan sürece dur diyemeyen ve napalm bombası kullanımı da dâhil birçok savaş suçunun işlendiği ve milyonlarca masum insanın ölümünden sorumlu ekibin bir parçası olduğu gerçeğini göz ardı edemeyeceğimiz gibi.
O halde Amerikan dış politika aklı; kurumsal yapısı, başkanları ve onların ekipleri eliyle ortaya çıkan bütüncül fotoğrafta, temel sorusuna cevabını bulabilmiş değil: Amerika’nın ilke-çıkar ve meşruiyet-hegemonya arasındaki kesitte kimlik ve pozisyonu nedir? Veya soruyu şöyle soralım: Demokrat Başkan Bill Clinton döneminde kavramsallaştırılan “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi” ile Cumhuriyetçi Başkan George W. Bush’un “Bush Doktrini” arasındaki süreklilik ve/ya kopuş çizgisinin sınırları nerede başlar, nerede biter?
Kimlik ve pozisyonlanma krizi arasında Amerikan dış politikası
Özetle ABD, kendisine bir pozisyon arıyor. Bugün Trump ile Biden, 2016’da Obama/Hillary Clinton ile Trump, 2008’de George W. Bush/John McCain ile Obama arasındaki perspektif ve politika farklılıklarını ya da süreklilik noktalarını çizgisel bir hatta değerlendirmek, ne kastettiğimizi anlatabilir.
Geriden başlayalım… Amerikan dış politikasının Soğuk Savaş sonrası içine girdiği kimlik ve pozisyonlanma krizi ve bunun maliyetlerinden kaçınma endişesinin en temeyyüz etmiş ve billurlaşmış hâli, 11 Eylül sonrası girdiği politik-askeri patikanın olağanüstü maliyetleri ve altı bir türlü doldurulamayan meşruiyet problemi oldu. Obama’nın, yardımcısı Joe Biden ile birlikte (Obama’nın iki dönemi boyunca Orta Doğu dosyası Biden’daydı), tam da bu yüzden, “retreat” (ricat) olarak ifadelendirilebilecek; dış müdahaleden ve yeni bir askeri çatışmadan mümkün olduğunca geri durmaya çalışan politikası, Irak’tan çekilme vaadi, İslam dünyasıyla daha fazla diyalog çabası/iddiası, Filistin meselesinde iki devletli çözümü zorlaması, İran ile ABD-Avrupa hattı arasında her tarafın kazançlı çıkacağı yeni bir müzakere süreci yolundaki önermesi, Rusya ve Çin’le ilişkilerde daha yakın çalışma hatta işbirliği nosyonu gibi unsurlar, bir yandan halktan genel anlamda desteğin devamını sağlarken beraberinde ise küresel liderlik iddiasından vazgeçildiği eleştirilerine maruz kalmasına neden olan bir süreci tetikliyordu. Yine de 2012 seçimlerinde Romney ile girdiği mücadelede kendisine olan halk desteğinin sürmesi, ikinci döneminde birçok kişi açısından Obama’ya daha özgür ve özgün bir politika alanı açılacağı beklentisini meydana getirmişti. Ancak böyle olmadı. Ne Romney’in ne Obama’nın kişisel tasarruflarıyla değiştirebileceği ABD’nin ulusal çıkarlarına ilişkin temel hususlar olan enerji güvenliği, İsrail’in güvenliği ve el-Kaide ile mücadele, Arap ayaklanmaları süreciyle birlikte bambaşka bir patikaya evrildi. İlkelerle çıkarlar arasındaki pozisyonlanma krizini ilk kez bu denli somut yaşayan Obama yönetiminin ilkeler aleyhine çıkarlar temelli bir yönelime kayması, Arap ayaklanmalarına yaklaşımda da ana çizgi halini aldı.
“Geriden liderlik” denen fakat ne olduğu belli olmayan bir idare biçimiyle, yeni karşılaşılan meydan okumalarda Libya, Mısır ve Suriye’de, miras alınan iki vakada ise Irak ve Afganistan’da çok büyük insani, sosyal, siyasal ve iktisadi maliyetti Obama’nın bıraktığı. Yeni bir cephe açmama konusundaki Amerikan devlet stratejisinin sahada kaos siyaseti olarak pratiğe döndüğü bir dönemdi Obama’nın “liberal demokrasinin geri dönüşü” olarak nitelediği dönem. Obama politikalarının yönünün Orta Doğu açısından orta ve uzun vadeli en büyük maliyeti ise Irak ve Suriye’de mezhep eksenli gerilimlerin fitilinin yakılması oldu. Bush’tan devralınan Irak politikasında, Sünni bloğa karşı Iraklı bir Şii liderlik inşa etme çabasındaki Nuri el-Maliki’nin sistematik etnik-mezhebi temizlik politikasına verilen zımni onay, 2014’te cumhurbaşkanı yardımcılığına geçen Maliki’nin yerini yine İran’ın desteğiyle Haydar el-İbadi’nin almasıyla bütünleştiğinde, Irak’ta demografik dengelerin parçalanmasına sebebiyet veren dinamiğin mimarisini inşa etmiş oluyordu Obama yönetimi. Bu ise oluşan derin boşlukta sosyolojik fay hatlarının kırılmasına ve istikrarsızlığın derinleşerek kurumsallaşmasına zemin açan, buradan da DEAŞ’ın filizlenebileceği “uygun” bir iklim olarak neticelenecekti. Maliki yönetimince Sistani’nin fetvasıyla kurulan ve 2016’da çıkarılan yasa sonucu Irak silahlı kuvvetlerine dahil edilen Haşdi Şabi ile DEAŞ arasındaki mezhep-temelli çatışma dalgası ise bölgeyi uzun sürecek bir kaosa hapsedecekti.
“Geriden liderlik” konseptinin belki de yapısal bir gereği olarak, doğrudan müdahale biçiminde değil; maliyetsiz, kolay dengeleme enstrümanı anlamında işlevsel aktörler olarak lokal paramiliter güçler, terör grupları ve vekil unsurları sahada arkalayıp işlevselleştiren bir stratejiye geçen Amerikan devlet politikası, Obama yönetimi üzerinden mezhep kartıyla Irak’takinin benzerini, Lübnan ve Suriye’de de uygulamaya koydu bu dönemde.
2013’e kadar Obama yönetiminin savunma bakanı olan Leon Panetta’nın sonradan açıklayacağı üzere, Suriyeli muhaliflere silah yardımı konusunda yapılan planlama ve hazırlıkların her defasında Beyaz Saray tarafından reddedildiği gerçeğini de bir tarafa koyarsak (ki selefi Robert Gates de, Afganistan konusunda uygulanan politikaların hemen tamamının, ilgisiz ve uyguluyor görüntüsü içinde icra edildiğini belirtmişti), (kimyasal silah kullanımına dair) ilan edilen kırmızı çizgilerin defaatle aşıldığı Suriye’de, Esed yönetiminin alanının aşamalı biçimde genişleyerek açık bir demografik temizliğin icra edildiği bir noktaya varıldı Suriye’de. Ortaya çıkan kaotik kesitin ise, hem Rusya’nın aktif oyuncu olarak bölgeye yerleşmesi (ki Amerikan elitlerinin Obama dış politikasına yönelttikleri suçlamanın ana hassasiyet noktasını burası oluşturuyor) hem de terör gruplarının önce Irak-Suriye, ardından da Türkiye-Suriye hattında örgütlenebilmeleri için “gerekli” boşluğu ve zemini oluşturduğunu görmek zor değil. Suriye’nin kuzeyinde PYD ve YPG’nin silahlandırılması, ekipman, teçhizat ve eğitim desteğinin sunulmasında Demokrat bir yönetimin dayandığı tek argümanın DEAŞ ile savaş olması durumu da Amerikan dış politika izleğindeki fiili gerçekliği en net ifade eden durumdu. Kaldı ki sürecin başındaki iddiaları ile gelinen nokta arasındaki derin uçurumu bizzat Başkan Obama’nın tercihlerinde görmek mümkündü. Kendisinin bizzat görevlendirmesiyle işbaşına gelen ABD Merkez Kuvvetler (CENTCOM) Komutanı Joseph Votel ve DEAŞ ile Mücadele Özel Temsilcisi Brett McGurk gibi şahin isimlerin bölgede oynadıkları aktif ve kirli role bakmak bunun için yeterli.
Yine Filistin-İsrail meselesinin çözümüne ilişkin pratik sonuçlar da benzer bir fotoğrafı içeriyor. Çift devletli ve 1967 sınırları temelindeki Amerikan geleneksel dış politikasının söylemsel düzeyde ikrarının uygulama sahasındaki neticesi, uluslararası alanda İsrail’e her platformda kalkan olunan ve barışın eskisine dahi oranla çok daha gerilere itildiği bir manzara oldu. Söylemsel düzeydeki ve Başkan Obama’nın kişisel davranış biçimlerine yansıyan nüanslar bir yana, politik sonuçlar itibarıyla, dönemin İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak, kendi siyasi ve askeri kariyeri boyunca Obama’dan daha fazla İsrail’in güvenliğine hassasiyet gösteren bir başkan tanımadığını söylüyordu (elbette Trump’ı görmemişti). Nitekim istihbarat işbirliği, İran’a karşı siber savaşta ortaklık, “demir kubbe projesi”ne destek ve artan askeri yardımlar, Obama döneminin İsrail’e dair politik rotasının bazı somut işaret taşlarıydı. Dahası var: 2016 seçimlerinde Trump’a karşı yarışan Hillary Clinton, bir yönü seçim yatırımı olmakla beraber bir Demokrat başkan adayı olarak, Cumhuriyetçi ve hayli ideolojik Trump’ın başkanlık programına eşdeğer bir tonda, İsrail’in güvenliğini Orta Doğu politikalarının temel taşı olarak niteliyordu.
Obama’nın çift taraflı keskin bir bıçak gibi küresel liderlik siyasetini nereden tutacağına ilişkin bir başka söylem-eylem uyuşmazlığı, “Asya’ya dönüş” olarak ifadelendirilen Pasifik stratejisi idi. Çin’in Güney Çin ve Doğu Asya denizlerine yönelik emellerini frenleme amacından doğan, bölgede askeri üslerini ve donanma varlığını güçlendirerek Çin’e karşı ön alıcı/önleyici politikalar (pivot stratejisi) geliştiren bir ABD’nin, Obama’nın ilk başkanlık iddialarından hayli uzak bir noktada olduğunu görmek bu yönüyle çok zor değil.
Benzer bir karmaşa hâli, Karadeniz-Kafkasya hattında oldu. Rusya’nın belli hassasiyetler sebebiyle kontrol altına alınabileceği düşüncesinden hareket eden “reset” politikasının hemen akabinde Gürcistan ve Kırım olayları yaşandı ve bu kez mesele NATO güvenliği dinamikleri bağlamında ele alınarak, Rusya ile geliştirilen angajman tonunun sertleştirildiği bir faza geçildi. Zira NATO’ya ilişkin özel hassasiyet, Amerikan askeri-sivil bürokrasisinin ve elitlerinin geleneksel dış politika aklındaki kırmızı çizgisidir. Bir “NATO sorunu” ise, başkanın şahsi yaklaşım ve özelliklerinden ve karşıda hangi aktörle hesaplaşılacağından bağımsız, Amerikan dış politikasının kurumsal yapısına devredilecek bir mesele olarak kodlanır. Dönemin Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın 2016 seçimlerindeki özel Rusya parantezinin bizatihi kendisi -ki tonu ve vaat ettikleri itibarıyla oldukça sert bir politika sunuyordu- bu yapısal bağlamla direkt alakalı bir durum.
O halde, Obama-Biden-Hillary Clinton siyasetinin oluşturduğu hoşnutsuzluk durumu, temelde, retorik olarak “doğru” gibi görünen ancak hem uygulamada hem de politika kontrolü bakımından istikrarsızlık üreten politikaların ve tamamlanmamış ve açık bırakılmış gerilim hatlarının Orta Doğu-Afrika-Kafkasya hattına dayatılması oldu. Bir başka deyişle, Obama Bush’tan savaşlar devraldı, Trump’a iç savaşlar, terör yapılanmalarının artan etkinliği ve mezhep eksenli gerilimler bıraktı. Büyük fotoğrafta ise atılan adımları, dış politika aklına ve kurumsal yapısına ilişkin ABD’nin küresel taahhütlerini yeniden üretmeye çalışarak bir konumlanma amacına matuf adımlar olarak nitelemek mümkün. Bu öngörülü bir stratejik izlek mi, ayrı bir konu. Ancak açık olan bir nokta var ki ABD dış politika aklının yapısal kodları bu “gerekler” üzerinden hareket etmeyi sürdürme noktasında duruyor.
Peki ya Trump Amerikası? 2016’da büyük gürültüyle işbaşına gelen ve kimi ana akım çevrelerce dış politikada “izolasyoncu” olarak tanımlanan Trump’ın stratejik ve icraî yönelimi de bu süreklilik çizgisinden çok ayrık değil. Yani, Trump dönemi için, ilk dönemlerde çokça dillendirilenin aksine, içe kapanan bir ABD değil, mevcut hegemonyasını muhafaza edip yeniden pozisyonlandırmak adına küresel düzeyde hamleler yapan bir ABD olduğu pekâlâ söylenebilir. Belki seleflerinden farkı, hegemonyasını korumak için yerleşik kurum, norm, anlayış ve anlaşmalara uymayan, uluslararası toplumun rızasına kulak asar gibi davranmayan ve maddi kazanç odaklı Makyavelci bir patikada ilerleyen tarzı oldu. Bir başka ifadeyle, ABD’nin hegemonik siyasetini paraya tahvil ederek artık açık bedeller karşılığında bu taahhütleri sürdüreceğini deklare eden bir yol bu. Trump’ın “önce Amerika” doktrininin dış politika yansıması, bu bağlamda, ekonomik çıkarlar konusunda somut sonuçlara odaklı ve gerektiğinde tek taraflılık üzerinden yürüyen bir tacir/işadamı müzakereciliği idi. Burada sorun esasen tek taraflılık meselesinde düğümleniyor. Zira Amerikan kurumsal aklı, elitler ve askeri-sivil bürokrasisini de içine alan geniş bir blok, Trump’ın bu siyaset pratiğinin ABD’nin kurumlarının, ittifaklarının, yumuşak gücünün ve en önemlisi kendisine duyulan küresel güvenin gerilemesine neden olan adımlar olarak telakki ederken, çokuluslu kurum ve anlaşmalara dönük şüpheci yaklaşımının Amerikan küresel liderliği açısından uzun vadede ciddi tahribat anlamına geleceğini tekrarlıyorlar. Hatta Joseph Nye bunu, “ABD’nin II. Dünya Savaşı’nın ardından yarattığı liberal uluslararası sisteme sırtını dönen tek lider eliyle gelen tarihi bir kırılma” olarak tarif ediyor.
Peki gerçekten de Trump, ABD’yi (olumlu ya da olumsuz) tarihi bir kırılmanın eşiğine getirmiş bir aktör mü? Bizim cevabımız, hayır. Metodolojik nüanslar ve yaklaşım, strateji ve üslup bakımından epey farklı bir profil çizdiği doğru. Tek taraflı, yer yer keyfi ve -kurumsal etkiden sıyrılabildiği alanlarda- kişisel, ideolojik ve karakteristik tarafları üzerinden politika üreten bir figür olduğuna da şüphe yok. Ancak Trump üzerinden ABD’nin paradigma ve konsept kırılmasına dair başlatılacak bir tartışma, -ki “Amerikan Rüyası”na ilişkin derin kaygılar ifade eden çok büyük ve etkin bir kitlenin olduğu malum- havada asılı kalmaya mahkum.
Yürüyen tartışmanın yüzeydeki resmine bakıldığında evvela izolasyonizm ile alakalı argümanların çok da içi dolu olmadığını belirtmek gerek. Daha somut konuşacak olursak;
-Nükleer silah modernizasyonu programına trilyonlarca dolar aktarmayı programına alan,
-Rusya’ya karşı “Avrupa Güvencesi İnisiyatifi” kapsamında Doğu Avrupa’ya binlerce asker gönderip aynı zamanda Ukrayna birliklerini eğiterek Kiev’e iki önemli silah satışı yapan,
-Toplamda 170 bin askerin denizaşırı görevlerde bulunduğu,
-NATO’ya dair tüm operasyonel eleştirileri bir yana, görev süresince NATO’nun birliği ve güvenlik hassasiyetlerinin başat aktörü olmayı sürdürerek kuruma kaynak artırmaya devam ederken NATO’nun genişlemesi yolunda Karadağ ve Kuzey Makedonya’nın üyeliğini arkalayan ve Doğu Avrupa ve Karadeniz’de sayısı istikrarlı biçimde artan NATO tatbikatlarında ABD askeri güçlerinin fiili ve güçlendirilmiş varlığını devam ettiren,
-Polonya’da daimî bir askeri üs için müzakereler yürüten,
-Asya-Pasifik’te Çin’e karşı blok inşası kapsamında Tayvan, Japonya ve Güney Kore ile ilişkileri derinleştiren ve Çin’in ısrarlı ikazlarına karşın Güney Çin Denizi’nde ABD donanmasının seyrüsefer devriyelerini artırırken bir yandan da tek taraflı ithalat vergisi koyan,
-Afganistan ve Suriye’den asker çekme söylemine karşın her iki ülkedeki askeri varlığını ileri adımlarla tahkim eden,
-İran’a karşı Orta Doğu’da politik-mezhepsel bir blok kurarak sistematik çevreleme politikası inşa eden,
-Yemen’de Suudi Arabistan önderliğindeki savaşa ABD’yi suç ortağı yapan Obama politikalarını kaldığı yerden devam ettiren; hatta bu başlık ve Cemal Kaşıkçı cinayetine ilişkin takınılan tutum da dahil olmak üzere Riyad’la olan bağlamın kapsamını genişleten bir “izolasyonculuğun” nasıl bir şey olduğunun anlatılması gerekiyor.
Yani, özetle Trump döneminde, ABD’nin ne Avrupa’ya ilişkin güvenlik politikalarının özünde ne de Orta Doğu ve Pasifik’e dair önceliklerinin niteliğinde herhangi bir değişiklik yaşandı. Söylemsel bakımdan değişimler içeren; fakat uygulama ve politikalar itibarıyla II. Dünya Savaşı sonrası normlarında niteliksel bir farklılaşmanın yaşanmadığı bir dönem. Ötesi de var: Tarihsel olarak Amerikan dış politikasının kurumsal aklı, kendisini Orta Doğu’ya yönelik temel bir çelişkinin içerisinde bulmuştur hep: aynı anda hem Arap petrolüne hem Yahudi lobisi/gücü/sermayesine olan ihtiyaç. Trump’ın bu noktada oldukça etkili ve pragmatik biçimde yaptığı şey, meşhur "küre" fotoğrafıyla başlayıp Körfez ülkeleriyle İsrail arasındaki normalleşme anlaşmalarıyla olgunlaştırdığı süreç eliyle çözüm formülünün kapısını aralaması oldu. Bu yönüyle tarihsel olarak İsrail’in güvenliğini esas alan bir dış politika aklına yaslanan ABD kurumsal yapısı açısından, Trump döneminde Körfez-İsrail-İran üçgeninde tek taraflı, ideolojik, kısa vadeli ve pragmatik de olsa sonuç alındığı sürece, liberal uluslararası sistemin normlarına herhangi bir halel gelip gelmediğiyle çok da ilgilenen olmadı.
Aynı şekilde, esasen Obama döneminden miras alarak, vaat ettiğinin aksine daha da tahkim ettiği Suriye’nin kuzeydoğusundaki varlığını ve PYD-YPG üzerinden operasyonel faaliyetlerini bilfiil yürütmeye devam etmesi de bu başlıkla yakından ilişkili. Zira Suriye’nin petrol rezerv bölgesinde bulundurduğu aktif ve vekil/aparat güçleriyle, bir yandan petrol üretim sürecini kontrolünde tutan, bir yandan da İsrail’in bölgedeki güvenlik hassasiyetini garantileyen bir formül olarak görülüyor ve işletiliyor güncel Suriye politikası. Bu ise, elbette doğrudan Amerikan devlet politikasına içkin bir husus.
Amerikan ana akım çevrelerin Trump’a yönelttiği öfkenin bir başka temel başlığı da liberal uluslararası sistemin temel direklerinin aşındırılması suçlaması. Buradaki sorun ise, bu terimin en iyi ihtimalle heyecan uyandırıcı, en kötüsünde ise hayali/kurmaca bir terim olması. Kissinger, Soğuk Savaş sonrası dünya düzeninin içine girdiği yapısal krizi tarif ederken, güç dağılımındaki kaymaların ve “post-demokrasi” diye de adlandırılabilecek dönemin ürettiği sistemik boşluktan yakınıyordu. Burada yeni güçlerin ortaya çıkışları ve II. Dünya Savaşı sonrası uluslararası sistemin değişimine dönük talepleriyle, bu sistemin bizatihi kurucularının kendi yapısal/ontolojik krizleriyle baş etmedeki sorunlarını masaya yatırmak gerek. Trump burada bir yere oturacaksa, bu boşluğun ürünü olan bir prototip olabilir. Ayrıca ABD özelinde 11 Eylül sonrası dönemin yüklü faturası üzerine, ekonomik verimlilikteki ciddi problem, yükselen ekonomilere (başta Çin’e) karşı rekabet gücü kaybı, yaşlanan nüfus yapısı ve kötüleşen sosyo-iktisadi yapının yarattığı yeni bir siyasa biçimi, Trump tarzı bir figürü üreten gerekli iklime zaten işaret ediyor.
Politika bakımından gerek Obama’nın gerekse Trump’ın söylem düzeyinde sarıldığı “Amerika fikri”nin geleceğinin nasıl olacağı sorusu, Paul Kennedy’nin de vurguladığı gibi, Batı dünyası adına şu ana dek yüklenilen küresel taahhütlerin doğurduğu politik, sosyal ve iktisadi yüklerle baş edebilmenin yollarını aramakla ilgili. Nitekim Trump 2016’da henüz başkanlık görevine gelmeden evvel Financial Times’dan Martin Wolf, içinde bulunulan anı, “hem ekonomik bir dönemin -Batı liderliğindeki küreselleşme döneminin- hem de jeopolitik bir dönemin -Soğuk Savaş sonrası ABD öncülüğündeki tek kutuplu düzenin- sonu” olarak tanımlıyordu. Soru şu: ABD, yeni stratejiler üzerinden kendisine yeni bir liderlik yolu açarken aynı anda Soğuk Savaş’ın bitiminden bu yana yüklendiği ve büyük maliyetler içeren misyonunu ve bu bağlamdaki kurum, anlaşma vb. unsurları heybesinden atma ya da kendi çıkarlarına göre yeniden tanımlama noktasında kompakt bir stratejiyi nasıl geliştirebilir? Trump’ın -dil, üslup ve tarzından bağımsız- “irrasyonel” olarak görülen bazı çıkış ve adımlarını (Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması -NAFTA-, Paris İklim Anlaşması, nükleer meseleler, Çin Küba, İran, Kuzey Kore gibi) bu düzlemi de göz önünde bulundurarak düşünmek gerekebilir. Çünkü bu, ABD açısından yeni güç dengeleriyle mukabele edebilme kapasitesini, etkinliğini ve gücünü restore etme, düzenleme ve yeni bir tahkimat yapma anlamına gelebilecek bir strateji demek. Hem Obama hem Trump döneminin öncelikli projeksiyonunun Çin-Pasifik hattına kayma nedeni de bununla ilgili olsa gerek.
Bu noktada esasen ABD’de merkez-liberal-sol çevrelerin ve elitlerin bir yandan Trump figürü üzerinden kişileştirmeye başvurarak ahlakçılığa soyunurken (benzer bir kişileştirmenin G.W. Bush için Obama öncesinde de yapıldığını; fakat ilginç şekilde ABD’de aynı ana akım kesimlerin -Biden dâhil- Irak işgaline verdiği desteği hatırlayalım), aynı anda ise bazı temel konularda Trump’ın fikirlerini reel bulduklarını (mesela Çin’e karşı olması gereken tutum) gözlemlemek mümkün. Ezop Masalları’ndaki farelerle onları yiyen kedi hikayesini andırıyor bu durum. Fareler toplanıp, erken bir uyarı olması için kedinin boynuna bir çan asılmasını kararlaştırıyorlar. Fakat bunu deneyen üç fare de kedinin yemi oluyor. Dördüncüyü denememe kararı alan fareler ise, ölen farelerin kediye yapmaya çalıştıkları şeyi esasen ahlaken sıkıntılı bulduklarını söylüyorlar. Denir ya: “gerçeği yalnızca masallar anlatır”.
Pentagon ve CENTCOM’un öncelik tanımlamaları doğrultusunda Orta Doğu’ya ilişkin stratejinin ana yönünün ve askeri varlığın tahkiminin süreceğini öngörmek mümkün. Ki buradaki en önemli başlığı Suriye teşkil ediyor.
Biden’ın bize vadettikleri
O halde Biden bize ne vadediyor? Biden her şeyden önce dış politikada tek taraflılığa karşı geleneksel çizgiye dönerek kurumsal zemine dayanmayı yeniden tesis edecektir. “Geleneksel normal” doğrultusunda kısmî tadil edilmesi beklenen kurumsal yapılar, küresel liderliğin uygulanmasına dönük Amerikan istisnacılığının mantraları doğrultusunda revize edilecek. Foreign Affairs’e yazmış olduğu makalede belirttiği gibi: “Demokrasi ve liberalizmin, faşizm ve otokrasilere karşı zaferi özgür dünyayı yarattı. Fakat bu sınav sadece geçmişimizin sınavı değil. Geleceğimizi de belirleyecek şey”. [1] Ne var ki bu, dramatik ve paradigmal bir kırılmayı resmedecek bir durum değil. Zira tam da Soğuk Savaş sonrası dış politikanın ana aksı zaten bu. Kaldı ki Trump’ın yukarıda çerçevesi çizilen politik ve icraî patikasını da göz önünde bulundurursak, büyük ve belirgin farklılıklar beklemek için ne bir nedenimiz var ne de verimiz. Peter Beinart’ın vurguladığı gibi: “Mesele söylemsel savunuya gelince, Biden başkanlığı Obama başkanlığına çok yakın, benzer bir yönetim olacaktır; rakamlara gerçekten baktığınızda ise Trump başkanlığından da çok farklı görünmeyecek.”
Bu doğrultuda, pratikte karşımıza muhtemelen, devlet aklının gerekleri doğrultusunda “Amerikan Rüyası”nın tadil ve tahkim ettirileceğine dönük küresel düzeyde bir inanç ve güven inşası çabası çıkacak. Ki, Trump dönemine dönük ana akım kritiklerin ana ekseninde güven ve kurumların aldığı tahribata vurgu vardı. Bunun için ise bir tarafta liberal uluslararasıcılığın normlarına yaslanan retorik ve söylemsel bir tazelenme, bir tarafta ise kurumsal zemine dayalı ve (bölgesel ve küresel yapılar, anlaşmalar ve ittifaklara yeniden vurgu anlamına gelen) çok taraflılığı işleten bir küresel liderlik siyaseti göreceğiz.
Bu yüzden her şeyden evvel NATO ittifakının bizatihi varlığı, etkinliği, gücü ve dayandığı söylenen normlarına dönük bir kuvvetlendirme/yeniden yapılandırma çabasını beklemek mümkün. Ki bu aynı zamanda Avrupa ile ABD arasındaki transatlantik hattın zayıflayan ilişkilerini de restore edebilme anlamına gelecektir. Beraberinde, küresel düzeydeki ve kimi bölgesel meselelerin NATO üzerinden ele alınması suretiyle, ABD’nin elini rahatlatacak ve esneklik alanını genişletecek operasyonel bir anlamı da olacaktır. Rusya ile kurulacak ilişki biçimini de bu parantez bağlamında değerlendirebiliriz. Ki bu zemin Biden yönetimini, Hillary Clinton’ın 2016’daki seçim programında sert önermelerle özel bir yer verdiği Rusya başlığını buradan pratize etme noktasına taşıyabilir. Daha sert, daha tavizsiz bir yaklaşım yani. Türkiye’nin S-400 başlığının da, bu zeminden bakıldığında, daha sert bir ABD politikası ile karşılaşabileceğini bekleyebiliriz.
Bu küresel liderlik siyasetinin bölgelere olan yansımasında ise, Obama döneminden alınan “dersler” neticesinde ve Trump’a daha yakın bir pozisyonda, Çin’e karşı angajman tonunun daha başından sıkı ve sert tutulacağı beklenebilir. Bu ise, Trump’ın son döneminin kalan mirası olarak ticaret eksenli bir liderlik mücadelesi şeklinde tezahür edecektir.
Yine, Pentagon ve CENTCOM’un öncelik tanımlamaları doğrultusunda Orta Doğu’ya ilişkin stratejinin ana yönünün ve askeri varlığın tahkiminin süreceğini öngörmek mümkün. Ki buradaki en önemli başlığı Suriye teşkil ediyor. Obama döneminde başlayıp Trump döneminde aynen sürdürülen temel stratejisi gereği, Suriye’nin kuzeydoğusunda, az maliyetli ve geriden yönlendirilen; enerji ve İsrail’in güvenliği başlıklarına bir nevi garantörlük hizmeti sunacak vekil-paramiliter-terör güçlerine daha da yatırım yapılacağı; hatta iç yapılanmalarında birtakım niteliksel değişikliklere gidilebileceği beklenebilir. Yani meşruiyet adına uluslararası toplumun onayını da kazanabilmek için PYD-YPG unsurlarının içeriğinde bir niteliksel değişime gitmek suretiyle, bizatihi kendisi tarafından da resmi olarak terör örgütü kabul edilen PKK’nın görünür unsurlarının Irak tarafına çekilerek, bu yapıyı (PYD-YPG) legal bir muhalefet yapısı olarak tahkim ettirme yolunda bir stratejiyi bekleyebiliriz. Nitekim son yıllarda Cenevre süreci kapsamında kurulacak masaya meşru muhalefetin bir aktörü olarak Suriye Demokratik Güçleri’ni (SDG) takdim etme ve uluslararası toplumu buna ikna etme çabasının zaten başlamış olduğunu göz önünde bulundurmalıyız. Türkiye’nin bu meseleye dair güvenlik hassasiyetlerinin de bu yeni mimariyle birlikte, manipüle ve ikna edilmesi tasarlanan uluslararası toplum üzerinden dışsal bir baskılanmaya uğratılma çabası, bu bakımdan önümüze çıkacak muhtemel bir senaryo olabilir. Nitekim sahada Rusya ve İran ile bu kadar net fiili askeri varlığa ulaşmış ve Fırat’ın doğusuna askeri operasyonlarla adım adım geçmiş bir Türkiye’nin sadece sahada askeri bir tırmanma tehdidi üzerinden geriye çekilmesinin çok mümkün olamayacağını değerlendiriyor olmalı ABD. Özetle Türkiye burada, hibrit bir baskılama stratejisi ile karşı karşıya kalabilir.
Biden’ın İran-Körfez-İsrail dengesini işletme biçimi ise, Trump’tan belki de en belirgin farklılaşabileceği alan olacaktır. Ne var ki Amerikan devlet politikasının Soğuk Savaş boyunca ve sonraki süreçte hep ulaşmayı hedeflediği Arap-İsrail normalleşmesini elinden kaçırabilecek hamlelerden de özenle uzak duracaktır. Tabii burada yapısal bir çelişki ve açmazla karşılaşma ihtimali var. Yani Arap-İsrail yakınlaşmasını sağlayan parametrelerden biri olan Trump dönemi Suudi Arabistan- Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ekseniyle olan angajmanın, İran ile nükleer müzakere ve anlaşmaya yeniden oturmayı düşünebilecek bir Biden yönetimi açısından nereye konacağı, çetrefilli bir husus olarak duruyor.
Doğu Akdeniz’deki mevcut duruma ilişkin de görece aktif bir Amerikan politikası beklenebilir. Buradaki ana taşıyıcının ise NATO olması kuvvetle muhtemel. Zira hem Suriye denkleminde hem Akdeniz’deki gelişmelerde etkisiz kalan NATO’nun, Biden dönemiyle birlikte daha aktif ve etkin kullanılması yolunda bir iradeyi bekleyebiliriz. Daha müdahil bir NATO ile, Doğu Akdeniz’deki tarafların aynı ittifakın üyeleri olması gerçeğinden hareketle meselenin diplomatik bir zemine daha fazla kayabileceği, Türkiye’nin de bu yönlü bir baskılama ile karşılaşabileceği durumuna hazırlanmak gerek. Ancak çift taraflı bir bıçak bu. Nitekim NATO zeminine çekilen herhangi bir başlık, Türkiye’nin sahip olduğu göreli avantajlar demeti dolayısıyla Türkiye’ye ciddi alanlar ve imkanlar da sunuyor. Zira Türkiye, hem fiili gerçekler dolayısıyla Rusya kartını NATO’ya karşı elinde tutan hem de Doğu Akdeniz’de gerilim yaşadığı NATO müttefikleri olan Fransa ve Yunanistan ile kıyaslanamayacak büyüklükte askeri ve fiili ağırlığa sahip bir ülke NATO içerisinde. Bu ise elbette Türkiye’nin diplomatik anlamda işletilebilecek önemli kozlarının var olması demek.
Özetle; bir Demokrat başkan olarak Biden’ın, bir taraftan “Trump döneminin enkazına” vurgu yaparken, stratejik ana hatta tıpkı seleflerinin yolundan giden Trump’a benzer bir izlek sürdüreceğini öngörmek çok zor değil. Nüanslar, uygulama biçimleri, söylem tonu ise aradaki farkı oluşturacak ana dinamikler. Yoksa, ABD’nin küresel liderlik misyonundan dramatik bir uzaklaşma gerçekleştireceğini, dünyanın bir numaralı silah tacirliğinin ilkesel ve pratik yansımalarını tartışmaya açacağını, küresel askerileştirme politikasını durduracağını, tüm Amerikan nükleer saldırı gücünün modernizasyon sürecini sonlandıracağını en azından bu vadede beklemiyor kimse. Zira askeri-sivil bürokrasi ve askeri-endüstriyel kompleksin parçaları olarak Pentagon, silah üreticileri ve onların Kongre’deki temsilcileri üzerinden oluşan kurumsal akıl, ABD’nin felsefi/normatif temellerinden de ilhamla, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana çizdiği hattı revize ederek, yer yer güncelleyerek ama yapısal kodlarını muhakkak muhafaza ederek bugüne geldi. Öyle ki, II. Dünya Savaşı’nın başlangıcındaki küresel güç dağılımındaki değişimler Amerikan politikasının yeniden kodlanmasını teşvik etmişti. Bugün ise yeniden, küresel güç dağılımındaki tadilat/tahrifat/dönüşüm, Amerikan dış politika düzenini (establishment), stratejisindeki enstrümanlarını çeşitlendirme ve geliştirme konusunda bir kez daha, fakat bu kez icbar ediyor. Soğuk Savaş sonrası gelişmelerin hızına ve debisine bakıldığında (11 Eylül, Arap ayaklanmaları, 2008 küresel krizi, Kovid-19) Amerika, karşı karşıya olduğu bu mecburiyet halini nasıl ele alacağına ve nerden tutacağına bir karar verecek. Verdiği karara göre de kendi hikâyesinin kahramanı olacak. İyi ya da kötü bir kahraman…
[Doç. Dr. Abdurrahman Babacan Medipol Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü öğretim üyesidir]
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.