Türkiye-Mısır ilişkilerinin tarihsel seyri
İstanbul
Türkiye ile Mısır arasında son yüzyıldaki ilişkiler ne küresel bağlamından ne de bölgesel düzlemdeki değişimden bağımsız ele alınabilir. Bir başka deyişle, ikili ilişkiler yalnızca söz konusu iki ülkenin karar alıcılarının basit tercihleri çerçevesinde şekillenmez ve bu düzlemde ele alınamaz. Özellikle Soğuk Savaş döneminde dünya siyasetinin ortadan ikiye ayrıldığı ve her bir ülkenin bulunduğu kampın öncelikleri çerçevesinde hareket ettiğini düşündüğümüzde, bu durum daha da açık hale gelir. Türkiye-Mısır ilişkilerinin tarihsel seyri de bu perspektifle anlaşılabilir.
İki ülke arasında başlayan normalleşme arayışları ve arka kapı diplomasisinin sonuç vermesi iyimser bir havanın oluşmasına yol açtı. Nitekim Türkiye ile Mısır’ın önkoşulsuz masaya oturması, görüşmelerin sonuç verebileceğine dair iyimserliği de artırıyor.
Ortadoğu’nun şekillenmesinde önemli rol oynayan Türkiye ve Mısır’ın, kara sınırına sahip olmamalarına ve birbirlerine yönelik doğrudan tehdit teşkil etmemelerine rağmen, ilişkilerinin tarihsel olarak dalgalı bir seyir izlediğini söylemek mümkün. Halbuki iki ülke arasında doğrudan sorun teşkil edecek aktif ya da potansiyel bir tehdit unsuru olmadığı için, ilişkilerin de stabil olması beklenirdi. Fakat böyle olmadı. İki ülke karşılıklı olarak büyükelçilerini geri çekecek kadar gerilimli süreçler yaşadı. Bu durumu anlayabilmek için, iki ülkenin —tarihsel bağlamda— küresel güç dağılımı açısından nerede durduklarına bakarak bir analiz yapmak gerekiyor.
Türkiye-Mısır ilişkilerinin tarihsel seyri
Soğuk Savaş dönemindeki güç dağılımı, iki bağımsız devlet olarak Türkiye ile Mısır’ın ikili ilişkileri en fazla etkileyen unsur olmuştur. Türkiye ve Mısır’ın bölgesel politikaları ve ikili ilişkileri de bu durumdan bağımsız değildir. ABD-SSCB rekabeti 1950’li yılların başından itibaren Ortadoğu’daki konumlanmayı ve ikili ilişkileri de etkiledi. Bu anlamda Türkiye-Mısır ilişkileri açısından en önemli gösterge Cemal Abdünnasır’ın iktidara geldikten sonra SSCB ile kurduğu yakın ilişkilere karşılık Türkiye’nin NATO’da yer almasıdır.
1955’te kurulan Bağdat Paktı tam da bu iki vizyonun çarpıştığı bir sahne oldu. 1952’de askeri bir darbeyle monarşiyi deviren ve Mısır’ı İngiliz ekseninden SSCB eksenine kaydıran Nasır, Bu dönemde Arap milliyetçiliğinin rüzgarını da arkasına alarak Arap dünyasının liderliğine oynamaya başladı. Türkiye ise Batı politikasına entegre işbirlikleri yoluyla güvenliğini sağlamaya çalışıyordu. İngiltere’nin öncülüğünde kurulan Bağdat Paktı da bunlardan biriydi. Bunun yanı sıra ABD Nasır’ın talep ettiği yardımları ve işbirliğini Bağdat Paktı’na girmesi şartına bağlamıştı. İngiltere’nin Pakt üzerindeki etkisini de hesaba katan Nasır, Bağdat Paktı’nı Mısır’ın Arap dünyasında sınırlandırılması olarak yorumladığı için sert tepki gösterdi. Bu konuda iki ülke arasında başlayan gerilim, büyükelçilerin geri çekilmesiyle sonuçlandı. Ancak Türkiye’nin Süveyş krizinde ABD ile uyumlu, soğukkanlı ve Mısır lehine yorumlanabilecek bir davranış sergilemesi, ilişkilerin toparlanmasına yardımcı oldu. İsrail ise iki ülkenin dış politikasındaki dikkat çekici ortak noktalarından biri. Kurulmasının hemen ardından İsrail’i tanımasına rağmen, Türkiye’nin Soğuk Savaş boyunca Kudüs başta olmak üzere birçok konuda Arap dünyasına yakın bir politika izlemesi, iki ülke arasındaki en önemli ortak noktalarından biri oldu.
Soğuk Savaş sonrası dönemde ise ikili ilişkilerde olumlu ya da olumsuz anlamda önemli bir değişiklik yaşanmadı. 1998’de Türkiye’nin PKK —dolayısıyla Suriye— ile yaşadığı krizde Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek arabulucu oldu ve krizin çözülmesine katkı sağladı.
Arap isyanları ve gerilimin yeniden başlaması
Arap isyanları sürecinde değişen küresel ve bölgesel şartlar birçok ülkenin dış politikasını yeniden güncellemesine yol açtı. Bu süreçte isyanların baş gösterdiği Mısır’da Hüsnü Mübarek devrilmiş ve bir buçuk yıllık geçiş sürecinin ardından gerçekleşen ilk demokratik seçimlerle Muhammed Mursi cumhurbaşkanı seçilmişti. Mursi’nin iktidarda kaldığı bir yıl boyunca ilişkiler hızlı bir iyileşme sürecine girdi. Suriye krizinin çözümü için Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan ve İran arasında oluşturulan dörtlü mekanizma ve Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanları sınırlandırılmasına yönelik çabalar, bölgesel politika ve ikili ilişkiler açısından önemli ipuçları sundu. Fakat 3 Temmuz 2013’te Mursi iktidarına karşı gerçekleşen askeri darbeye Türkiye’nin gösterdiği tepki ikili ilişkilerin hızlıca gerilemesine yol açtı. Karşılıklı olarak geri çekilen büyükelçilerin tekrar görevlerine döneceği sırada, 23 Kasım 2013’te Mısır Türkiye’nin Büyükelçisini “persona nongrata” (istenmeyen kişi) ilan ederek diplomatik ilişkilerin seviyesini düşürdü.
Mısır bu hareketiyle, konjonktürel şartlar ve bölgesel vizyonun ayrışmasını dikkate almadan, Türkiye-Mısır ilişkilerinin gerilmesine zemin hazırladı. Bu noktada “İki ülke yönetimi daha dikkatli bir süreç yönetimiyle ilişkilerin bu denli gerilmesini engelleyebilir miydi?” sorusu akla gelebilir. Fakat küresel ve bölgesel şartların ve fırsat/maliyet hesabının aktörleri yönlendiren temel etmenler olduğunu söyleyebiliriz. Konjonktürel şartlardan kasıt, Mısır’da gerçekleşen 3 Temmuz darbesiyle eş zamanlı olarak Türkiye’de yaşanan Gezi olaylarıdır. Bu eş zamanlı olaylar Türkiye’nin de içeride çaba harcadığı ve bölgesel düzlemde destek verdiği demokratikleşme sürecine karşı yeni bir dalganın başlangıcına işaret etmekteydi. Türkiye’nin Mısır’daki darbeye verdiği tepki bu perspektifle anlam kazanmakta.
Benzer şekilde Suriye, Yemen, Libya ve Doğu Akdeniz’de Türkiye aleyhine başlayan planlı işbirlikleri Türkiye’yi bir teyakkuz haline soktu. Mısır ve Türkiye bölgesel siyaset düzleminde özellikle Libya ve Doğu Akdeniz’de farklı politikalar izledi ve iki alanda da dolaylı olarak karşı karşıya geldi.
2013 yılından itibaren iki ülke arasında üç alanda anlaşmazlık yaşandı: Birincisi ikili ilişkiler. Mısır yönetimi Türkiye’yi içişlerine karışmakla suçladı. Bu suçlamanın temelinde ise Türkiye’nin konjonktürel şartlar çerçevesinde verdiği tepki ve Mursi döneminde görev alan birçok hükümet yetkilisinin ve destekçisinin Mısır’dan kaçarak Türkiye’de ikamet etmesi bulunuyor. Özellikle Müslüman Kardeşler teşkilatı ile ilişkili isimlerin Türkiye’de bulunması Mısır yönetiminin suçlamalarına neden oldu. Müslüman Kardeşler mensupları İngiltere başta olmak üzere birçok Avrupa ülkesine gitmesine rağmen, Mısır yönetimi benzer suçlamaları bu ülkelere yöneltmedi. Dahası ABD “Mısır’ın içişlerine karışma” olarak yorumlanabilecek birçok açıklamaya imza attı. Daha önemlisi Türkiye bu kişilerin yalnızca Türkiye’de ikamet etmelerine izin vermiş, örgütlenmelerine ve Mısır’a karşı herhangi bir illegal faaliyet gerçekleştirmelerine izin vermemiştir. Dolayısıyla Mısır’ın Türkiye’ye yönelik suçlamalarının temelini bu durum teşkil ediyor görünse de, anlaşmazlığın esas temel sebebi bölgesel vizyon ve Libya ile Doğu Akdeniz’de yaşanan ayrışmadır.
İki ülke arasındaki ikinci anlaşmazlık alanı Libya oldu. Mısır 2014 yılından itibaren meşru yönetime karşı güç kullanarak darbe yoluyla iktidara gelmeye çalışan Hafter öncülüğündeki gruba ciddi şekilde destek verdi. Fakat Libya krizi Doğu Akdeniz’deki enerji rekabeti ve Türkiye’nin haklarının gasp edilmesi politikasıyla birleşince Türkiye’nin adım atması kaçınılmaz oldu. 2019 yılının sonunda Türkiye’nin Libya hükümetiyle deniz yetki alanları sınırlandırma anlaşması ve güvenlik ve askeri işbirliği anlaşmaları imzalaması Türkiye ve Mısır’ın Libya’da dolaylı bir şekilde de olsa karşı karşıya gelmelerine yol açtı.
Üçüncü anlaşmazlık alanı ise Doğu Akdeniz oldu. Bölgesel düzlemde ayrışan ilişkiler, Doğu Akdeniz’de Yunanistan ve Mısır’ın birlikte hareket etmesine zemin hazırladı. Bu politika aynı zamanda 2003 yılında Mısır’ın Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ile imzalanan ekonomik bölge sınırlandırma anlaşmasıyla da uyumlu bir çizgideydi. Son yıllarda Doğu Akdeniz’de artan enerji rekabetinde, Yunanistan’ın çabalarıyla Türkiye karşıtı bir blok oluştu ve EastMed Boru Hattı ve Doğu Akdeniz Gaz Forumu gibi projeler çerçevesinde bir kurumsallaşma çabası başladı. Mısır Türkiye’yi dışarıda bırakan bu oluşumlara çeşitli seviyelerde katıldı.
Küresel/bölgesel şartlar ve yumuşama
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu geçtiğimiz hafta yaptığı bir açıklamada, ilişkilerin seyrine göre Doğu Akdeniz’de Türkiye ile Mısır arasında deniz yetki alanları sınırlandırma anlaşması imzalanabileceğini, daha sonra yaptığı bir açıklamada ise diplomatik temasların başladığını ifade etti. Bir hafta arayla yapılan bu açıklamalar Türkiye ile Mısır arasındaki ilişkilerin yumuşamaya başladığına işaret ediyor. İlişkilerin normalleşme eğilimi göstermesinde küresel ve bölgesel gelişmelerin etkisi yadsınamaz.
Küresel düzeyde ABD’nin dünya ve Ortadoğu siyasetinde oynayabileceği role dair süren belirsizlik birçok ülkeyi harekete geçirdi. ABD’nin Obama döneminde başlayan “geri çekilme” politikasının Biden’ın “ABD geri dönüyor” sloganına rağmen bu dönemde de devam edebileceğine dair beklentiler, birçok aktörü bölgesel ve ikili ilişkilerini yeniden düzenlemeye itti. Bu bağlamda, ABD’nin neden olabileceği krizlerin yaratacağı maliyetlerden kaçınmak ve inisiyatif üstlenmek, birçok aktör için rasyonel politika halinde geldi. Bölgesel düzeyde ise Mısır’ın Libya’da ve Doğu Akdeniz’de Türkiye karşıtı blokta yer almanın bir kazanç sağlamadığını görmesi bir politika değişikliğini gerektirmiştir. Türkiye ve Mısır’ın Libya’da başlayan normalleşme sürecindeki olumlu katkıları ikili ilişkiler açısından ilk işaret oldu. İstihbarat düzeyinde bir süredir devam eden görüşmelerin sonuç vermesi ve diplomatik seviyeye gelmesi bu durumla doğrudan ilgilidir.
İki ülke arasında başlayan normalleşme arayışları ve arka kapı diplomasisinin sonuç vermesi iyimser bir havanın oluşmasına yol açtı. Nitekim Türkiye ile Mısır’ın önkoşulsuz masaya oturması, görüşmelerin sonuç verebileceğine dair iyimserliği de artırıyor. Bununla birlikte, normalleşme adımlarının sonuç vermesi için, karşılıklı olarak büyükelçilerin atanması veya deniz yetki alanlarına dair bir anlaşmanın imzalanması gerekiyor. Aslında bu ihtimaller uzak değil. Ancak diplomatik ilişkilerin sekiz yıldır düşük seviyede seyretmesi, bölge politikalarında ayrı kamplarda yer almaları, normalleşme sürecinin biraz daha zamana ihtiyacı olabileceğini gösteriyor. Dahası normalleşme yaşansa bile, dünya siyasetinde geçerli hale gelen “parçalı ilişkiler düzlemi” iki ülke arasında da söz konusu olabilir. Başka bir deyişle, çeşitli konularda anlaşmazlıkların çıkabileceğini de göz ardı etmemek gerekiyor. Bu noktada önemli olan, iki ülkenin de yumuşamayla birlikte ortaya çıkabilecek gerilimleri yönetme iradesi göstermesidir.
[Orta Doğu’da otoriteryenizm, demokratikleşme, asker-sivil ilişkileri alanlarında çalışan İstanbul Medeniyet Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Veysel Kurt aynı zamanda SETA Stratejik Araştırmalar Direktörlüğü’nde görev yapmaktadır]
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.