'Türk milletinin Peygamber Efendimize olan aşkı, sevdası ve Kur'an-ı Kerim'e olan hürmeti bir başkadır'
İstanbul
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Hayrettin Karaman, yarım asırdan fazla süredir fikri ve ilmi çalışmalarıyla binlerce konferans, seminer, panel, vaaz, hutbe, kurs, yazılı ve görsel medya programı ile eğitim programlarında yer alarak eğitim, öğretim, tebliğ ve irşad faaliyetlerini sürdürüyor.
Çorum'da 1934 yılında dünyaya gelen Karaman, bir kış günü anneannesinin, evin bir köşesinde fısıltı halinde okuduğu Kur'an-ı Kerim'den etkilenerek kendini, 15 yaşında İslami ilimlere adamaya karar verdi. İmam hatip okuluna başlayana kadar çeşitli hocalardan medrese usulü Emsile, Bina ve Maksud dersleri aldı.
Yayınlanmaya başladığı günden bu yana Yeni Şafak gazetesinde köşe yazarlığı da yapan Prof. Dr. Karaman, Konya İmam Hatip Okulu'nun ardından İstanbul Yüksek İslam Enstitüsünde öğrenim gördü. Karaman, iki yıl İstanbul İmam Hatip Okulu'nda meslek dersleri öğretmeni olarak çalıştıktan sonra İstanbul Yüksek İslam Enstitüsünde fıkıh asistanı oldu.
Aralarında bugünün tanınmış ilim ve fikir adamlarından olan binlerce öğrenci yetiştiren Karaman, 1971 yılında İzmir Yüksek İslam Enstitüsüne tayin edildi. 1975'te İstanbul Yüksek İslam Enstitüsüne geri döndü. Yüksek İslam enstitülerinin ilahiyat fakültelerine dönüşmesinin ardından akademik çalışmalarını tamamlayarak doktor, doçent ve profesör unvanlarını aldı. 2001 yılında üniversitelerdeki başörtüsü yasağına karşı çıkarak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesindeki görevinden ayrıldı.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, "Türkiye'nin Yaşayan İlim Hazineleri" haber dosyası kapsamında AA muhabirinin sorularını yanıtlayarak hayat hikayesi, ilmi çalışmaları, köklü din eğitiminin önemi ve İslam dünyasında son dönemde varlık gösteren "şiddet" ve "terör" eğilimli akımlarla ilgili değerlendirmelerde bulundu.
Mübarek Ramazan-ı Şerif ayı içerisindeyiz lakin bu yıl farklı bir ramazan yaşıyoruz. Koronavirüs salgını sebebiyle Müslümanların çoğunlukla zamanlarını evde geçirdiği bugünler için tavsiyelerinizi ve hislerinizi öğrenebilir miyiz?
"Kamil insan ve güzel kul olabilmek için nefis terbiyesine ihtiyaç vardır. Terbiye, tedip eğitimi, kamil eğiticiler tarafından yapılır. Onların uyguladıkları bir eğitim yöntemi de uzlettir. Yani belli bir süre yalnız kalmaktır, uygun bir mekana kapanıp insanlarla ve tabiatla alakayı kesmektir. Bu durumda insan kendini kendinden ve Rabb'inden uzaklaştıran, araya giren masivaya arkasını döner. Özünü ve kalbini kendine ve Rabb'ine yöneltme fırsatı bulur. Namazı ve zikri daha bir başka, tefekkürü daha derin olur. Asıl vatanından ayrı düşmüş olan ruh kendini kuşatan masiva duvarlarını bu uzlette şeffaf hale getirir. Baş gözüyle göremediklerini kalp gözüyle görme fırsatını yakalar. Şimdi biz bu salgın yüzünden bir cebriuzlet yaşıyoruz. Oruç birçok şey ile alakamızı kesiyor, kalanı ile de bu uzlet kesiyor. Şu halde bugünleri biz insanı kendine getiren ve kemale erdiren uzlet eğitimi olarak değerlendirmeye bakmalıyız. İnsanın iç dünyası son derecede geniş ve zengindir, aldatıcı ve oyalayıcı dış dünyadan biraz da bu muhteşem aleme yönelmeye çalışalım."
"Ülkemizin zor zamanlar geçirdiği yıllarda yetiştiniz, Türkiye'nin farklı dönemlerine şahitlik ettiniz. Yaşadığınız çeşitli zorluklara rağmen ilim, bilgi yolunda yürümeye gayret ettiniz. Sizi kısaca tanıyabilir miyiz?"
"Bu sorunun cevabı aslında sorunun içerisinde gizli. Çünkü tam da sizin söylediğiniz gibi bizim kültürümüzü, medeniyetimizi sahih olarak dinimizi öğrenmenin zor olduğu bir zamanda yetiştik. 1934'te doğduğuma göre 16 yılım tek partili dönem içerisinde geçti. Dolayısıyla ilkokulu o dönem içerisinde okudum. Bu tür konuşmalarda hep söylerim, çocukluğuma dair şu iki şeyi hiç unutamıyorum; Birincisi, ailemiz bize 'Evde dinimizle, yakın tarihimizle ve bazı şahıslarla alakalı olarak evde konuşulan şeyleri ev dışında özellikle okulda katiyen söylemeyeceksiniz. Sadece orada size ne öğretiliyorsa onu imtihanda hakkıyla tekrar edeceksiniz.' derdi. İkinci olarak da ilkokulda 5 yıl okuduk ve bu 5 yıl içerisinde, mesela benim okulumun karşısında cami var. Orada 'Tanrı uludur, tanrı uludur...' diye ezan okunurdu, bir tane öğretmenin cumaya gittiğini görmedik. Okuduğumuz sürece bir tane öğretmenin ders icabı veya ders dışı Allah'tan, Peygamber'den ve İslam dininden söz ettiğini, hele hele müspet söz ettiğini hiç ama hiç duymadık."
"Eğitim hayatınız nasıl başladı?"
1934 senesinin şubat ayında Çorum'da doğmuşum. İlkokula giderken tabip olmak istiyorum ama babam demirci ve beni yanına çekmek istiyor. Demircilik zor bir meslek; isli, paslı o mesleği sevmem mümkün değil. Gerçi tatillerde körük çekerek yardım ediyorum falan ama severek değil, babam istediği için yapıyordum. Okumak da istiyorum, tabip olmayı kafama koymuştum. Babamın bu teklifini reddetmiştim. O da "Peki madem okumak istiyorsun öyleyse seni okula yazdıralım." dedi. Ortaokula bir yıl devam ettim. Orada bir hocanın haksız yere kızların ve oğlanların önünde elimi açtırıp bir metre cetvelle elime kötü bir şekilde vurmuş olması ile sınıftan çıktım ve bir daha artık okulla gönül ve fikir alakamı kestim.
Ondan sonra birçok macera var, oraları uzatmayalım ama şunu söyleyeyim; sadece okul ile alakamı kesmekle kalmadım, anne ve babamın yanına da dönmedim artık. Çorum'u gizlice terk ettim. 13-14 yaşlarında Ankara'ya gittim, orada 3 ay bir bavul kapağına koyduğum öteberiyi satarak işportacılık yaptım. Sonra işte çalışırken bir hemşehrimize rastladım, annemin hastalandığını falan söyledi. Ona dayanamadım ben de geri döndüm. Dönünce babam, 'Bir daha aman kaçayım deme sen ne istiyorsan onu yap.' dedi. Ben de 'Terzi olacağım' dedim. O da 'Peki' dedi. Çünkü baktım terzilik temiz, giyim kuşam iyi. Bir yıl da terziliğe devam ettim. Orada da başıma bir kalfa musallat oldu. Bir gün istediği uygunsuz bir şeyi yerine getirmediğim için bayağı bir yumruk attı omzuma. Böylece terzilik macerası da orada bitmiş oldu. Yani bizim işler ya bir cetvelle ya bir yumrukla bitiyor. Demek ki Allahutaala başka bir vazife ile tavzif edeceği kulunu böyle imtihanlarla sınıyor."
Anneannesinin Kur'an-ı Kerim okuyuşu hayatını değiştirdi
"Peki Kur'an-ı Kerim ile nasıl tanıştınız?"
"Terzilikten de ayrılınca kendi kendime, 'Bari yaşımı büyüteyim de askere gidip geleyim. O önümden bir çıksın' diye düşünerek yaşımı büyütmeye teşebbüs ettim ama yine de onun bir süresi vardı ben de onun için bekliyorum. Bir kış günü dışarıda kar yağıyor, pencereden dışarıyı seyrediyorum. Doğrusu o zamanlar seküler bir hayat yaşıyorum, arkadaşlarım var, kahveye gidiyorum, kağıt oynuyorum, sinemaya gidiyorum. Neyse ben pencereden dışarıdaki kar yağışını seyre dalmışken ebem de arka planda fısıltı halinde Kur'an-ı Kerim okuyor. Yani tarif edilemez bir tatlılık esti o taraftan benim tarafıma doğru. Beni çekti, cezbetti. Kalktım ve pencerenin oradan yanında gittim. 'Ebe' diyoruz biz anneanneye, 'Ebe! ben de bu Kur'an-ı Kerim'i okuyup öğrenmek istiyorum.' dedim. İşte o seküler hayatla bu teklif arasında bir tezat olduğu için bu teklifin ciddi olması şüpheli olur. Onun için böyle; eskiden gümüş çerçeveli gözlükler olurdu, burnun ön tarafına konurdu, ebem başını eğip gözlerini kaldırarak onun üst tarafından baktı bana ve ciddi olduğumu anlayınca anında gözlerinden yaşlar geldi. 'Peki. Bir abdest al gel, ben de bir cüz bakayım.' dedi. Geldim Nas suresini açtı ve böylece bugünkü maceram başlamış oldu."
"Çorum'da üç gün Emsile (Arapça dil bilgisi) kitabı aradık, bulamadık"
"Arapça eğitiminiz nasıl başladı?"
"Bir hafta ebemde okudum ve Kur'an-ı Kerim okumayı söktüm. Sonra, 'Ben tam tecvitli okumuyor olabilirim. Yanlış öğrendiğinde onu düzeltmek daha zor olur. Seni Kur'an kursuna gönderelim.' dedi. Kur'an kursuna gittim, hızlandırdım, tecvit okudum falan. Sonra bir yol ayrımına geldim. Ya bundan sonra hıfza başlayacağım ya da yaşım olmuş 16 askere gideceğim çünkü askere gitmek için yaşımı büyütmüştüm. Bu arada Kur'an-ı Kerim hocam Çerkez Hafız Kemal Efendi, alim bir zat olduğu için ve benim dersimi kendi dinlediği için ara ara bazı ayetleri tercüme ediyordu. Bu sefer bendeki Kur'an okuma aşkı, onu anlama aşkına dönüştü. Meğer asıl zevk buymuş. Yani 'Biz bal kavanozunu dışından yalıyormuşuz, bunun tadı içindeymiş.' diye düşündüm. Hocama, 'Ben de sizin gibi okuduğumu anlamak istiyorum.' dedim. O da bana cevaben, 'O çok zor, çok uzun bir iş.' dedi. İşte bu benim için çok önemli bir olaydır. Yani yapamazsın anlamında biri bana bir şey söylemeli. Sonra hocama, 'Bana okutur musunuz?' diye sordum. O da 'Ben memurum, devlet memuruyum, benim okutmam yasak, okutamam.' dedi. Ben de 'Peki ne yapacağız, ben bunu okumak istiyorum.' deyince hocam, 'O zaman bir hocaefendi var, Ahıskalı. Oradan, zulüm gördükleri için kaçmışlar, Çorum'da bakkallık yapıyor. Server Efendi adında bu zat, birkaç kişiyi okutuyor sen ona bir git.' dedi. Böylece bizim medrese usulü Arapça okuma işi başlamış oldu.
Allah razı olsun hoca kabul etti ama dedi ki 'Biz biraz ilerledik bunu bitirince tekrar başa döneceğiz. Sen o zamana kadar Molla Yahya diye birisi var, o da bakkal, git ondan Emsile, Bina, Maksud oku.' Yani Arapça gramerinden ilk kitapları. 'Onları oku sonra biz tekrar ederken bize yetişmiş olursun.' Öyle söyleyince ben de hocaefendiye gittim ama bu sefer o da dedi ki 'Git bir Emsile bul gel.' Düşünün Çorum'da vaktiyle üç medrese varmış ama o yıllarda üç gün aradık bir tane Emsile kitabı bulamadık."
"Neden bulamadınız hocam?"
"Çünkü kitaplar ya gömülmüş ya da yakılmış korkudan. Kimin evinde Arapça, Osmanlıca kitap bulmuşlarsa ona eziyet etmişler. Onun için de hocalar ya saklamış, gömmüş ya da imha etmiş."
"Benim için imam hatibe girmiş olmak Mecnun'un Leyla'sına kavuşması gibiydi"
"İmam hatip okuluna başlama hikayenizden de bahsedebilir misiniz?"
"Askerliğe gitmek için yaşımı büyüttüğümden imam hatip okuluna başlamaya yaşım yetmiyor. Konya İmam Hatip Okulu'na kayıt için başvurmuştum, oraya gitmek istiyorum. Düşündüm ki zaten benim asıl yaşım daha küçük, ben kendim büyüttüm. Sonra elimle doğum tarihimi evrak üzerinde 1934 olarak düzelttim. Önce aldılar tabii o evraka göre 1 ay kadar da okudum. Hem de iyi okudum yani biraz da gecikmiştim ama müsamaha ettiler. Beni özel olarak ikişer imtihan yaptılar. İyi de notlar aldım, söylediğim gibi bir aşk var, artık uçuyorum yani benim için imam hatip okuluna girmiş olmak Mecnun'un Leyla'sına kavuşması gibiydi. En son coğrafya dersine kalktım, sözlüden 8 aldım. Hala hatırımda ders bitmeden kapı çalındı, katip geldi; 'Hayrettin Karaman! seni müdür çağırıyor.' dedi. Tabii ben bilmiyorum bir okula gittiğiniz zaman nereden geldiyseniz, hangi okuldan ayrıldıysanız, oradan dosyanız yeni kayıt yaptığınız okula geliyormuş. İşte o 1 ay içerisinde benim dosyam da buraya gelmiş ve bakmışlar ki ben o değilim, o da ben değil. Müdürümüz hem avukat hem de medresede de okumuş, Ali Rıza Uğurlu adı, Allah gani gani rahmet eylesin iyi insanlar ama bu tabii tehlikeli bir iş. Müdür, 'Ya oğlum sen çok iyi, çalışkan bir çocuksun ama ağabeyinin evrakını almış getirmişsin, üzerinde de oynama yapılmış, senin kendi evrakın yok mu?' diye sordu. Ben olup biteni bu sefer ağlaya ağlaya anlattım ona, o da çok müteessir oldu ama 'Yapabileceğim bir şey yok ancak seni şikayet etmem, sen beni görmedin buraya da gelmedin, şu andan itibaren de ben seni görmeyeyim.' dedi.
Milli Eğitim Müdürü, yetkisini imam hatip okulu lehine kullanmadı
Böylece ben 1951'de imam hatibe girdim, bir ay da okudum, birinci dönem notlarım da iyiydi fakat okuldan çıkartıldığım için 1952'de okula başladım. O yıl içerisinde yeniden ilkokul imtihanlarına girdim, resmen engelleri ortadan kaldırdım. Yaş tahsisi yaparken doğum yılımı 1935 olarak değiştirdim ve nihayetinde 17 yaşımda görünüyorum. Neyse geldim kayıt olmaya tekrardan ama bu sefer de '17 yaşındakileri almıyoruz.' dediler. Halbuki mevzuata göre 17 yaşındakiler de Milli Eğitim Müdürlüğünün tensibiyle alınabiliyor. Milli Eğitim Müdürüne çıktım ben de 'Ben imam hatibe gitmek için sizden yardım istiyorum.' dedim. O zamanki Milli Eğitim Müdürü olumsuz bir tavır sergiledi: 'Ya sen aklı başında bir çocuğa benziyorsun, bak şurada ortaokul var, şurada ticaret okulu var, orayı iste göndereyim, ne yapacaksın bu imam hatipte?' dedi. Ben de 'Ama benim bütün emelim, arzum imam hatibe gitmek.' dedim. Müdür de 'Öyleyse çık' dedi. Yetkisini imam hatip okulu için kullanmıyor, diğer okullara gitmemi istiyor.
"İmam hatibe girebilmek için Milli Eğitim Bakanına telgraf yazdım"
Neyse otele döndüm, otelde kalıyordum. Gene çok müteessir olarak geldim. Oturdum, Milli Eğitim Bakanı'na uzunca bir telgraf yazdım, yakındım, halimi arz ettim ve postayla gönderdim. Bir gün yahut iki gün sonra o zamanın Milli Eğitim Bakanı, Maarif Vekili Tevfik İleri'ydi, ondan cevap geldi bana: 'Gözlerinden öperim, okuma sevgini takdir ettim, tebrik ederim. İstediğin imam hatip okuluna git, kaydını yaptır.' Ben de bu cevabı aldım, imam hatip mektebine gittim beni kayıt etsinler diye. Müdür vekili, 'Bu bana hitap etmiyor, beni ilgilendirmez, ben seni kayıt edemem.' dedi. Telgrafı ben yazdığım için bana cevap verilmiş. Ben de 'Bu bana hitap ediyor ama git imam hatibe kaydettir diyor, ben kendimi nasıl kaydedeyim." diye biraz da ukalaca cevap verince bağırdı, kovdu beni huzurundan. Bu sefer daha uzun bir telgraf yazdım, işte o telgrafın cevabı bana gelmedi. Doğrudan Milli Eğitim Müdürlüğüne gelmiş, mektuptaki emir yerine getirilmediği için galiba fırçalamış ki, Milli Eğitim Müdürünün evrak memuru iki gün beni Konya'da aramış. Elinde bir klasör içerisinde bana hitaben yazılmış bir yazı. Nihayetinde buldu, onu aldık götürdük, sonra kaydettiler. İmam hatibe girişim böyle oldu.
Ondan sonra imam hatipte okuduğum yedi sene içerisinde her yıl ve her dönem iftihara geçecek kadar çalıştım ve diğer yandan da dışarıda bulduğum hocalarımdan Çorum'da başladığım o eski medrese usulü derslere devam ettim. Öğrendiklerimi de arkadaşlarıma okuttum."
"Peki hocam Konya'dan İstanbul'a geliş nasıl oldu?"
Evet, oradan mezun olduk. Lise 1'de evlendim, okulu bitirinceye kadar iki çocuğum oldu ve maişet için imamlık yaptım. Bu sırada da İstanbul'da Yüksek İslam Enstitüsü açıldı. Ben de muhakkak oraya gitmek istiyorum. İmtihanla alıyorlar, zamanı gelince İstanbul'a gittim. Kur'an-ı Kerim'den, Arapçadan ve de genel olarak İslam bilgisinden imtihan ediyorlar. İmtihanı kazandım fakat taşradan gelip girmek isteyenleri devlet yatılısı olarak alıyorlar, İstanbul İmam Hatip'ten mezun olanları gündüzcü olarak alıyorlar. Ben nasıl yatılı talebe olacağım; evliyim, yasak ama ben de okumak istiyorum. Ben de evli olduğum bilgisini yazmadım ve böylece girdim."
"Kendinizi nasıl bir ilmi sürekliliğin devamı olarak görüyorsunuz? Hayat yolculuğunuzda sizi etkileyen şahsiyetlerden ve sizi motive eden hususlardan bahsedebilir misiniz?"
İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü hocaları arasında çok değerli insanlar vardı. Alim, dava sahibi, yönlendirebilen, etkili, kişiliğinizi ikmal eden, tekmil eden, sizi iyi bir Müslüman, size bu fikri, bu azmi, bu niyeti, bu programı aşılayan ve başlatan hocalar vardı.
Mesela bunların başında Mahir İz Hoca vardır. Dersi de anlatır ama asıl davasını anlatır. Yani biz neredeyiz? Nerede duruyoruz? Buraya nereden geldik? Bu yer bizim yerimiz mi ve nereye gitmemiz lazım? Bunun için ne yapmalı? İşte Mehmet Akif Ersoy'dan şiir okur, kendi hocalarından tanıdığı büyük şahsiyetlerden bahseder, heyecanlanır.
Nihat Sami Banarlı diye bir edebiyat hocamız vardı. Bizim kültürümüz, medeniyetimiz ve dilimiz bakımından mesela bu zatın müspet etkisi oldu. Şerif Hazım Bey diye bir zat vardı Irak Kralı Faysal'ın dayısı. Hem tabipti hem de edebiyat fakültesi okumuş birisiydi. Peygamber Efendimize aşıktı ve Arapçası, İngilizcesi, Fransızcası çok mükemmeldi. Onunla da yakın olduk, evine gittik, oturduk, sohbetlerini dinledik. Sonradan biraz aramızın şekerrenk olduğu Ahmet Davudoğlu Hocamız vardı. Ahmet Davudoğlu Hoca ile de çok geceler birlikte olduk. O da Bulgaristan'da bizim tek parti döneminde Türkiye'de yaşanan maceraya benzer şeyler yaşamış, hatta daha kötüsü komünizm gelmiş orada, işkencelere maruz kaldığı için onları anlatırdı. Ayrıca El-Ezher'de Mustafa Sabri Efendi'nin sohbetlerinde bulunmuş, dizinin dibinde olmuşlar. Oralardan nakiller yapar, bazı önemli şeyleri anlatır yakın tarihimizle alakalı, onlardan naklederdi.
Merhum Ömer Nasuhi (Bilmen) Hoca derste Türkiye tarihiyle alakalı pek bir şey anlatmazdı. O konuya girmezdi yani belki de müftü olduğu için biraz çekingendi açıkçası. Bir de o idamları falan görmüş bir insan yani onun belki ders arkadaşlarından bir kısmı sürgüne gönderilmiş, bir kısmı hapse gönderilmiş, bir kısmı idamla yargılanmış bunları görmüş ama özel sohbetlerde size itimat ediyorsa o da güzel şeyler anlatırdı.
"Talebe yetiştirmek rahat döşekte olmaz"
Saffet Efendi diye bir zat vardı Ermenekli Saffet Efendi. Bize derse gelmedi fakat onun ev sohbetlerine biraz devam ettik. O ev sohbetlerinde yakın tarihimizle ilgili çok önemli şeyler anlattı. Düşünün ki kendisi fıtıktı, oturup çok konuştuğunda bağırsakları husyelerine iniyordu, şişiyor rahatsız oluyordu. Bu olunca 'Bana yarım saat müsaade edin çocuklar' diyordu. Gidiyordu sırt üstü yatıp yavaş yavaş masaj yaparak o bağırsağı tekrar yerine getiriyor, sonra gelip ders anlatmaya devam ediyordu. Şimdi bu olaylar insanı çok etkiliyor. 'Bu böyleyse' diyorsunuz, 'Bu böyle olmalı' diyorsunuz. Bu iş öyle rahat döşeğinde olmaz. Öyle maaşını al, gözünü yum, vazifeni yap. Bu, bundan ibaret değil. Bu zatın bu işten bir beklentisi yok, maaş almıyor, evine gidiyoruz, rahatsız ediyoruz çay falan da ikram ediyor. Kendini şu hale getiriyor bize bir şeyler anlatabilmek, bizi bilinçlendirebilmek, bize yol gösterebilmek için.
"Topçu'nun evinde Mehmet Akif Ersoy ve Adolf Hitler resimleri yan yana duruyordu"
Topçu (Nurettin Topçu) çok edepli bir insan. Hem Avrupa'da doktora yapmış, orayı iyi biliyor hem de İstanbul'da derviş olmuş. Ali Fuat Başgil'e çok hürmet ederdi. Bir gün Başgil Hoca, 'Ben bir gideyim Yüksek İslam Enstitüsündeki çocuklara bir bakayım, burada ne oluyor, ne okutuluyor, bu çocuklar nasıl?' diye merak etmiş, Nurettin Topçu ile beraber gelmişler. Yemekhanede toplandık, şöyle bir etraflarına halka olduk. Kaza, kader icabı bir şeyler konuştuktan sonra bana soru tevcih etti. Yani ben kalkıp da bir şey demedim, elimi de kaldırmadım. Bana birkaç soru sordu ben de cevap verdim. Çok sonra benden müspet bir şekilde bahsedilmiş bir yerde Topçu Hoca da 'ama kibirli' demiş. Böyle bir teşhis koymuş, onun teşhisi çok önemli, ben kendimi yokladım, kibirli olmadığımdan emin olduğum için şuna yorumladım işi: 'Ben İstanbul adabını bilmiyorum. Ben Anadolu çocuğuyum, bana soru tevcih eden Ali Fuat Başgil karşısında duruşum ve kullandığım kelimeler ona göre sadece adaba aykırı değil, ayrıca kendini bir şey zannetmekten kaynaklanıyor.' intibasını vermiş. Hocayla bu intiba ile başladık ama sonradan çok sevdi ve takdir etti. Bu sefer gıyabımda çok kez lehimde şeyler söylemiş.
Topçu Hoca'nın sohbetlerine, bayram ziyaretine, evine ya da bir yerde konuşması falan olursa gider dinlerdik. Evine ilk gittiğimizde kitapların olduğu bir dolabın üstünde bir çerçeve içerisinde iki tane resim ilgimi çekti. Resimlerden biri Mehmet Akif Ersoy diğeri de Adolf Hitler'in idi. Ne kadar enteresan değil mi? Şimdi ben tefsir ediyorum; Topçu Hoca kafa yapısı itibarıyla, ruh yapısı, hedefleri itibarıyla Akif, aksiyoner olması itibarıyla de Hitler... Hitler'in yapıp ettiklerini onaylıyor anlamında değil ama azimli, kararlı ve aksiyoner olmak gerekir, galiba o tarafıyla ilgileniyordu.
"Muhammed Hamidullah'ın saltanatta, sultanlıkta gözü yoktu"
Çok etkilendiğim bir başka insan Muhammed Hamidullah'tır. Hoca da doğrudan doğruya benim talebe olduğum sürece İstanbul Yüksek İslam Enstitüsünde dersimize gelmedi ama Edebiyat Fakültesi'nde ders veriyordu, onun dersine gidiyordum. Yıllar geçtikçe biraz daha tanıştık hatta Tayyar Altıkulaç Hoca ile bu Türkiye Diyanet Vakfının finanse ettiği İSAM adıyla kısaca anılan İslam Araştırmaları Merkezi kurulduğu zaman, Hamidullah Hoca da Paris'te, onu Paris'ten İstanbul'a davet etmek üzere gittik. 'Elden gelen en güzel, en müreffeh hayatı size sağlayalım, siz İSAM'da bulunun, size başvursunlar, başvuralım.' diye söyledik. O da, "Orada siz kardeşlerim varsınız, oranın bana haceti yok ama buranın bana haceti var. Onun için ben burada kalayım.' dedi ve kabul etmedi. 90 küsur basamakla çıkılan, asansörü olmayan bir buçuk odalık bir evde hayatını devam ettirdi. Biz ona, Vahdettin Köşkü vardır, Boğaz'a nazır bir yer, orayı restore ettiriyordu vakıf, orada bir yer verecektik ama onun öyle saltanatta, sultanlıkta gözü yok."
"O yıllarda tanıdığınız önemli şahsiyetlerden bahsedebilir misiniz?"
"Osmanlı'nın son zamanında bir uyanış vardı. 'Nerede hata ettik' sorusu sorulmuş ve ıslahata yönelmişler. Orada değerli insanlar var, ben o dönemin insanlarının hayatlarını, eserlerini okudum. Mehmet Akif, İskilipli Atıf Efendi, Şeyh Said, Ahmet Naim Efendi, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır gibi pek çok ismin maceralarını ve kitaplarını okudum. Meraklı olduğum için bana verilenle yetinemiyorum. Hem bilgi hem aksiyon olarak daha fazlasının peşinde olduğum için böyle kimseleri buldukça görmeye gayret ettim. Mesela, babamın arkadaşı manifaturacı Enver Amca vardı, bana İstanbul'dan kitap getiren. Yine İstanbul'a gittiği bir seferinde orada bir sohbet olmuş, Bediüzzaman merhumdan bahsedilmiş, sohbette birileri; 'Kamil Miras nasıl biridir?' diye bir hocaya soruyorlar. Hoca cevaben, 'Kamil Miras, Türkiye'de bir tanedir.' demiş. Hocaya tekrar sormuşlar, 'Peki Bediüzzaman nasıldır?' Hoca, 'O kürre-i arzda bir tanedir.' demiş. Bu zat bana, ben imam hatip öğrencisiyken bunu anlattı. Hemen karar verdim ben de Kamil Miras ölmüş, onun eserlerini okumalıyım. Bediüzzaman hayatta bunun hem kitabını okumalıyım hem de kendisini görmeliyim. İkisini de yaptım."
"Endülüs İslam medeniyetinden başlayarak, Zeytune, Karaviyyin, el-Ezher, Bağdat, Nizamülmülk, Osmanlı İstanbul Medreseleri gibi İslam medeniyetinin kurucu merkezleri var. Bu merkezlerin din anlayışındaki temel zemin ve ortak noktalar nelerdir?"
"Bu medreselerin bir kısmı fıkıh mezhepleri olarak farklı yaklaşımlarda olabilir. Mesela bir adam medresede 'Şafii fıkhı okutulacak' diye vakıf yapabiliyor, öteki tarafta da Hanefi veya Maliki fıkhının okutulması üzerine bir başkası vakıf kurabiliyor. Bu medreselerin kurucu iradelerinde fıkıh mezhepleri farklı olduğu gibi itikadi mezhepleri de Maturidi ve Eşari olarak farklılık gösterebilir. Bütün bu bölgelerdeki medreselerin tamamı ehlisünnettir, 'Ehlisünnetin şubeleri' diyebiliriz yani Maturidi ve Eşari'dir. Medreselerin en önemli ortak noktaları budur.
Bazı medreseler ile bazı tarikatlar arasında zaman zaman mücadele olmuştur. Yani birisi medrese ilmini küçümser, 'İlham, keşif ve seyru süluk yoluyla ancak hakikate ulaşılabilir' diye düşünür. Diğeri ise tekkeye karşıdır ve bunlar sapkın, ilm-i zahir olmadan olmaz, 'Bunlar insanı ehlisünnet ve sahih İslam'dan çıkartırlar' diye suçlayabilir. Halbuki bunun sahihi şöyle olmuştur; az veya çok tahakkuk da etmiştir. Sufiyenin önemli bir kısmı aynı zamanda ilm-i zahiri de okumuştur yani alimdir, ilimsiz olmaz. Medrese müderrislerinin bir kısmı da seyru süluk yapmıştır, tasavvuf terbiyesi görmüştür. Mesela bunların zirvesi İmam Gazali'dir. Bilgisinde ve kişiliğinde daha sonraları beyan, irfan, burhan diye anlatılan bilgilenme yollarını kendinde cem etmiştir. Nizamiye Medresesi'nin en önemli hocalarından bir tanesiyken Gazali, yani öyle ki ilm-i zahiri hatmetmiş, birden fazla dalda hala daha okunan çok önemli eserler kaleme almış, bir anda karar veriyor ve diyor ki 'Bu yol olsa olsa beni 'ilm'el-yakin'e ulaştırıyor ama bunun bir de 'ayne'l-yakin'i ve 'Hakka'l-yakin'i var. Bu yoldan ulaşamam, bunun için ayrı bir eğitim, terbiye ve bir mürşidin elinde seyru süluka ihtiyaç var.' Terk ediyor bu saltanatı ve gidiyor önce Kudüs'te Mescid-i Aksa'nın yanında bir odada çile çıkartıyor.
Bu kemalat, medresenin kamil tedrisi ve tekkenin tedibi ile mezcettiğiniz zaman oluyor. Bu tedris ve tedibin tesirine bakın ki bugün ümmet hala "İhya-u Ulumi'd-Din"i okuyor. Sahih İslam'ı orada öğrendiğini kabul ediyor ve yol alıyor. Medrese ve tekkenin birbiriyle çatışmadığı, tedrisin tedipten; tedibin de tedristen nasibini aldığı sürece ümmetin çok önemli iki ilim ve irfan pınarı olmuştur."
"Türkiye'de bir tarihten itibaren halkın dini, kültürü ve medeniyeti yönetim tarafından zorla değiştirilmek istenmiş"
"İslam dünyasında özellikle Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküş döneminde ortaya çıkan tek doğrucu ve tekfirci zararlı akımlar diğer İslam ülkelerinde hızla yayılmışken Türkiye'de kitleselleşemedi. Diğer Müslüman ülkelerin çoğunda yaygınlaşan bu akımların Türkiye'de o çapta yaygınlaşamamasını neye bağlıyorsunuz?"
"Biraz evvel anlattığım ilmi temsil eden ulemanın tedris ve tedipleri derece derece halka inmiştir. Halk alim olmasa bile ifratsız ve tefritsiz bir İslam'ı öğrenmiş, bazı kusurları, eksikleri de olsa onunla amel etmiştir. Köylüsü, kentlisi, esnafı hepsi böyledir. Fakat Türkiye'de bir tarihten itibaren halkın dini kültürü ve medeniyeti yönetim tarafından zorla değiştirilmek istenmiş. Bunun için de şiddet kullanılmış. İdam, darp, sürgün vs. Bundan dolayı halk korkmuş ve sinmiş. Fakat her zaman böyle durumlarda olduğu gibi suyun yüzünden suyun altına geçmiş. Evlerde, sohbetlerde ya da özel ilişkilerde bu bahsettiğim özü doğru olan halk İslamı'nı yaşatmışlar ve aktarılabildiği kadar aktarılmış. Bir diğer örnek olarak ise şunu anlatmak isterim; Bir ramazan ayıydı, Azerbaycan'ın Şeki adında bir şehrine gittik. Cemaat gayet hevesli, Türkiye'den hocalar gelmiş Kur'an okuyacaklar falan ama camide ağır bir içki kokusu var. Biz şaşırdık tabii. Onların 'kadı' dedikleri Selim Efendi adında bir zat var. Babayiğit bir adam, 'Hoca' diyelim yani Selim Efendi kıpkırmızı oldu. Neyse sıra konuşmalara geldi, Selim Efendi "Eksiklerimizden dolayı bizi ayıplamayın, biz bu komünistlerin baskısı altında 70 yıl İslam'ı avucumuzun içinde ateş saklar gibi sakladık.' dedi. Bu, önemli bir şey. Tabii işte İslam'ı avucunun içinde ateş saklar gibi saklarsan bu sefer ancak özü kalıyor. Birçok detay, teferruat unutuluyor, eksiliyor. İşte bu örnekler halktan halka bütün zorluklara rağmen intikal meselesi var. Medrese mensuplarının ehlisünnet itikadına sadakati var."
"Türk milletinin Peygamber Efendimize olan aşkı ve Kur'an-ı Kerim'e olan hürmeti onu diğer Müslüman toplumlardan ayırır"
"Türk Toplumunun kendine has özelliği nedir?"
"Sonradan Müslüman olmuşlara, mühtedilere bakarsanız, dini hayata ciddi sarılma ve eksiksiz icra etme azmi görürsünüz. Anneden babadan Müslüman olmuş insanlarda ise gevşemeler olur. Zaman içerisinde onun imanı, heyecanı, aşkı gevşiyor. Mesela Araplar zamanında en başında Efendimiz'le (Hz. Peygamber) muhatap olmuşlar, Efendimiz'le muhatap olanlardaki aşkı, heyecanı hepimiz biliyoruz. Yani oradan aldığı ateşle adam neredeyse dünyayı fethedecek ama zaman içerisinde o ateş söne söne, gevşeye, gevşeye bir noktaya gelmiş. Biz Türkler de 8. yüzyıldan itibaren kitle olarak İslam'la tanışmışız. Ben bunu ihtidaya benzetiyorum. Onun ciddiyetine, tavizsizliğine benzetiyorum. Türklerin İslam'a sıkı sıkıya sarılmasını böyle tutkulu aşık olmasını sağlayan iki şey var; biri Peygamber Efendimiz, diğeri Kur'an. Onun için Türk milletinin Peygamber Efendimize olan aşkı, sevdası ve Kur'an-ı Kerim'e olan hürmeti bir başkadır. Bu, Türk milletinin belirleyici bir özelliğidir."
"Yoldan çıkmış, şiddet taraftarlarının ortak özelliği ilim ve usül eksikliği"
"Osmanlı'nın çöküşü ve İslam dünyasının merkezini kaybedişiyle birlikte coğrafyamızın farklı bölgelerinde emperyalizme karşı direniş, bağımsızlık mücadeleleri, işgale karşı hareketler gelişti. Bugün ise birçok yerde başı sonu hesap edilmemiş sözde cihat fetvalarıyla Müslümanları kaosa, teröre ve şiddet sarmalına sürükleyen DEAŞ benzeri terör akımları ve bölücü guruplar var. Siz bu ve tahrip edici yapıları nasıl değerlendiriyorsunuz?"
"Şimdi bu bahsettiğiniz yoldan çıkmış, şiddet taraftarı, cahil; kafiri bırakıp Müslüman'ı öldüren insanlarda ortak özellik olarak ilim ve usul eksikliği vardır. Bir de tabii bunların proje olanları var. Yani bunların bir kısmında ilim ve usul eksikliğinden dolayı taassup ve hedefini şaşırmışlık var. Bu yüzden de ümmete ve İslam'a zarar veriyor. Diğer kısmı ise söylediğim gibi projeden dolayı böyle. Modern sömürgecilerin doğrudan doğruya kendi hazırladıkları, yetiştirdikleri ve soktukları kişilerdir. Bunlar onlardan neşet ediyor maalesef."
"15 Temmuz darbe girişimiyle ülkemize ve milletimize yönelik hain niyetleri tamamıyla ortaya çıkan FETÖ’ye bakışınız nedir? Bu örgütün toplumumuza ve inanç dünyamıza verdiği zararlar nelerdir?"
"Öncelikle FETÖ, bu gücü nasıl elde etti, insanları çevresine nasıl topladı? bunu sormalıyız. Bu güç, insan kaynağı ile olur. Evvela siz zenginleri, bürokrasiyi, askerleri kendinize köle yapacaksınız. Hatta yurt dışına açılacaksınız. O ülkelerde sizi seven önemli insanlar elde edeceksiniz. Sizin iyi, faydalı ve tam aranan insan olduğunuza onları inandıracaksınız. İçeride de bir kısım insanları "bu devirde böyle olunmalı" diye kandıracaksınız. 'Şu merhalede bunları yapalım, her şeyin bir zamanı var şimdilik şöyle bir İslam anlatalım. İnsanları böyle celbedelim.' diye düşünüyorlar. Genel olarak yani köleleştirdiklerinin dışındakileri böyle kandırıyorlar. Burada takiye yapıyorlar. İlim adamıysanız, ona mensup olanlarda ya da söylemleri içerisinde hatalar görüyorsunuz. İfratlar görüyorsunuz fakat diyorsunuz ki eğer bu işe cemaat ve tarikat olarak bakarsak çoğunda bu gibi durumlar var. Adam liderini fevkalade, tek kabul etmezse ondan karizma olmazsa ona bağlanmıyor. Ben de affedersin bir hocayım 60'a yakın kitap yazmışım ama ben karizma yolunu tercih etmemişim. Onun yolu, yöntemi var onu yaparsın. O yöntemi kullanırsın keramet de olur melamet de olur. Sen uçmazsan bile uçururlar. O yolu tercih edersen ama. Fakat o yolu tercih ettiğinde mensuplarını mankurtlaştırırsın. Sana akıllarını teslim ederler. Öyle olunca o kişi onları istediği gibi kullanır ve işte 15 Temmuz darbesini de yaptırır.
"Kötülük; vahiy, keşif ve ilhamın anlamlarının bozulmasından çıkıyor"
Evvela söylediğim gibi karizma sahibi bir kişiyi çevresinin onu tek adam kabul etmesiyle oluyor. Kimse darılmasın ben tasavvufa, tarikata karşı değilim ama bu durum, adına 'cemaat' denilen tarikatların tamamında bir ölçüde vardır. Onların tamamına yakını kendi mürşitlerinin bir tane olduğunu ve yanılmaz olduğunu ve bir şekilde o bilginin mürşitlerine kitaplardan değil Peygamber ve Allah'tan geldiğini kabul ederler. İşte işin özü bu. Burası, ehlisünnet İslamı'nın, o bahsettiğim tedip ve tedris, yani İmam Gazali örneğinde olduğu gibi bunları şahsında cem eden insanların koyduğu İslam'a aykırıdır. Çünkü İslam'da bir temel akaid vardır ve orada ittifak edilmiştir. Bu akaid, vahiy ile keşif ve ilhamı ayırır. Keşif ve ilhamı vahye tabi kılar. Vahiy de Peygamber ile sonlandırılmıştır. Bu ilke ortadan kaldırıldığı, sarsıldığı, delindiği ve zayıfladığı için oluyor olanların hepsi. Bütün kötülük buradan oluyor."
"Kontrolsüz güç, felakettir"
"FETÖ'nün ülkemizi ve milletimizi hedef alan darbe girişiminden ne tür dersler çıkarılmalı ve böyle durumların yaşanmaması için sizce neler yapılmalı?"
HAYRETTİN KARAMAN: "Hayatım boyunca elimden geldiğince İslami gruplarla iyi ilişki içerisinde olmaya çalıştım, aralarındaki bürudeti (soğukluk) gidermeye, onları bir müşterek hizmete davet etmeye çalıştım. Hasta olmama rağmen hala bunun için çalışıyorum. Onun için de insanları darıltmak, küstürmek veya üzmek istemiyorum. Zor bir soru çünkü sorduğunuz soru. Fakat şu kadarını söylemeye mecburum; 'Kontrolsüz güç felakettir.' Eğer bir oluşum, bir güç, oluşumu şeffaf, açık değilse yani kontrolsüz ise 15 Temmuz veya ona benzer bir tehlike o tarz bir güçten her zaman beklenebilir. Onun için bu oluşumun adı, şekli ne olursa olsun herhangi bir harekete kalkıştığında önlemek lazım. Yani böyle bir oluşumda böyle bir imkan oluşuyorsa bunu ortadan kaldırmak lazım. Bu oluşumları ortadan kaldırmaktan bahsetmiyorum. Arkadaş zahirde sen ne diyorsun "Ben İslam'ı öğretmek ve insanları insan-ı kamil yapmak istiyorum.' demiyor musun? O zaman güzel, sana kim mani olur, her şeyin açık olsun. Gelirin, giderin belli olsun. Nereden, ne yaptığın belli olsun. Malın, mülkün nedir belli olsun. Bu bilinsin, yaptığın faaliyetler de bilinsin. Ondan sonra yap, Allah razı olsun."
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.