İslam düşmanlığının iki tezahürü: Mescid-i Aksa baskını ve Yeni Zelanda cami saldırısı

İslam düşmanlığının iki tezahürü: Mescid-i Aksa baskını ve Yeni Zelanda cami saldırısı
Yeni Zelanda saldırısı gerekse İsrail’in Mescid-i Aksa saldırısı sonrasındaki duruşu sebebiyle, ortak hedef olarak Türkiye ve Erdoğan öne çıkmıştır.

İstanbul

Aralarında kadın ve çocukların da olduğu 200’den fazla Müslümanın şehit edilmesine yol açan İsrail’in Gazze’ye yönelik hunharca saldırıları dünyanın gözü önünde devam ederken, İslam düşmanlığının veya Müslümanlara yönelik Siyonist-kültürel ırkçı saldırıların son dönemlerdeki en önemli tezahürlerinden biri olan Mescid-i Aksa baskınını İsrail’in teo-politik planları açısından da irdelemek ve 2019’da Yeni Zelanda’da Siyonist-Evanjelik Hıristiyan bir terörist tarafından yapılan saldırıyla mukayese etmek gerekir.

Yeni Zelanda’da 52 Müslümanın şehit edilmesiyle sonuçlanan İslamofobik saldırı ile İsrail’in Mescid-i Aksa baskını arasında bazı benzerlikler söz konusu. 

Zira Hristiyan Siyonizminin bir tezahürü olarak görebileceğimiz Yeni Zelanda’daki radikal-entegrist evanjelik tarafından

Yeni Zelanda saldırısı gerekse İsrail’in Mescid-i Aksa saldırısı sonrasındaki duruşu sebebiyle, ortak hedef olarak Türkiye ve Erdoğan öne çıkmıştır.

Bilindiği üzere, özellikle 11 Eylül sonrasında hemen her gün Batı ülkelerinde veya Hindistan başta olmak üzere bazı ülkelerde bu tür cami saldırıları olur ve bunlar çoğu zaman polis kayıtlarına dahi geçmez. Nitekim son 3-4 yıl içinde Kanada, İngiltere, Almanya ve Fransa’da ölümlerle sonuçlanan cami saldırılarına şahit olduk. Ancak Mart 2019’da Yeni Zelanda’da meydana gelen ve 52 Müslümanın şehit edilmesiyle neticelenen cami saldırısı diğerleriyle kıyaslandığında farklılık arz ediyor. Hatırlanacağı üzere, 2017 yılı başında Kanada’nın Quebec şehrinde Alexandre Bissonnette adlı ırkçının yaptığı cami saldırısında altı Müslüman hayatını kaybetmişti. Daha sonra Darren Osborne adlı terörist İngiltere’de Finsbury Park’taki cami saldırısını gerçekleştirmişti. Aynı yıl Newcastle’da Ramazan Bayramının birinci günü, bu kez bayramlaşan Müslümanların üzerine sürülen bir araçla beş kişi yaralanmıştı. Fakat Yeni Zelanda’daki saldırı gerek seçildiği ülke gerekse dehşet verici boyutları ve muhtemel dramatik sonuçları bakımından bunlarla dahi kıyaslanmayacak özelliklere sahip.

Bu cami baskın ve saldırılarına, Müslümanların en kutsal günleri olan Kadir Gecesi ve Ramazan Bayramı arifesinde Mescid-i Aksa’da ibadet halindeki cemaate İsrail’in plastik mermi ve ses bombalarıyla saldırması da eklendi. Aslında İsrail’in bu saldırıları da yeni değildi.

Mescid-i Aksa’da ibadet özgürlüğüne saldırı

Her bir Müslümanın meselesi olması gereken Kudüs’e, Mescid-i Aksa’ya yapılan saldırı, öncelikle adım adım işleyen bir planın parçası olarak caminin bir kısmını sinagoga dönüştürme operasyonudur. Hatırlanacağı üzere, saldırıda mescide domuz başı atılmış, Kubbetü’s-Sahra’ya kırmızı şarap dökülmüş, Hz. Peygamber’e hakaret edilmişti. Geçtiğimiz pazar günü Tevrat’ın iniş yıldönümünün kutlandığı Şavuot bayramında da Mescid-i Aksa’ya baskın çağrıları tekrar yapıldı.

Bu saldırılar, dünyada yankı bulmasına ve bazı devlet-hükümet yetkilileri tarafından kınanmasına ve sosyal medyada kitleler tarafından lanetlenmesine rağmen, gereken tepkiyi görmüş değil. Zira bu çapta bir saldırının bir sinagoga veya kiliseye yapılması durumunda, başta Batı dünyası olmak üzere uluslararası kamuoyu ve medyanın buna nasıl tepki vereceğini düşünmek gerekir.

Mescid-i Aksa -ve tabiatıyla Gazze- saldırısının İsrail’deki güncel iç siyasi hesapların çok daha ötesinde, teo-politik ve teo-stratejik Siyonist planlarla ilgili olduğu söylenebilir. Zira İsrail’de dış siyaset, iç siyasetteki istikrar veya istikrarsızlıkların bir yansıması değil. Bu tamamen İsrail’in teo-politik hedefleriyle alakalı olan bir tutum. Burada kısa vadeli hedef Mescid-i Aksa’nın bir kısmının sinagoga dönüştürülmesi ve ardından da “Kudüs’ü Yahudileştirilip havzasını Araplardan arındırma” projesidir. Bu 19. yüzyıldan bu yana adım adım uygulanan, esasen Yahudi oryantalizminin çalışmalarına dayanan, uzun vadeli, sistematik teo-politik planın yansımasıdır. Son tahlilde bunlar Kudüs’ün tamamen Müslüman nüfustan “temizlenmesi”, Mescid-i Aksa’nın yıkılması/çökertilmesi ve Süleyman Mabedi’nin inşası için atılan adımlardır; bu kapsamda Mescid-i Aksa’nın altındaki kazı çalışmaları bilinmektedir. Akabindeki hedef Siyonist “Arz-ı mev’ud” (vaad edilmiş topraklar) inancı-planına yol açılmasıdır. Böylece Ortodoks ve Ultra-Ortodoks Yahudilerce “Mesih geldiği zaman” kurulacak tam din devletinin ön adımı olarak yorumlanan şu anki İsrail devletinin, bu saldırılarla emeline biraz daha yaklaştığı söylenebilir. İsrail’de bütün bunlar teo-politik bir devlet politikası/projesidir.

Tabiatıyla bu planın önemli bir adımı da demografinin değiştirilmesi ve Yahudilerin bölgeye yerleştirilmesi olmuştur. 19. ve 20. yüzyıllar boyunca Yahudilerin Kudüs’e ve diğer Filistin topraklarına yerleştirilmesi büyük oranda gerçekleşmiştir. Resmi verilere göre Kudüs’ün nüfusunun yüzde 64’ü Yahudi, yüzde 33’ü Müslüman ve yüzde 2’si Hıristiyanlardan oluşuyor. Bir bölgede demografi değişmişse o toprakları elde tutmak çok daha zor hale gelir. Zira siyasi değişimden önce genelde demografiler değiştirilir.

Mescid-i Aksa ve Yeni Zelanda saldırısı

Yeni Zelanda’da 52 Müslümanın şehit edilmesiyle sonuçlanan İslamofobik saldırı ile İsrail’in Mescid-i Aksa baskını arasında bazı benzerlikler söz konusu. Zira Yeni Zelanda saldırısı Siyonist Evanjelik-Hristiyan olan Brenton Tarrant tarafından, Bosna savaşında Boşnak Müslümanlara yönelik katliam gerçekleştiren Çetniklerin söylediği bir Çetnik marşının eşliğinde gerçekleştirilmişti. Mescid-i Aksa saldırısı sonrasında ise Siyonist Yahudilerce Burak duvarının hemen ardında İbranicede ağza alınabilecek en ağır bedduayı içeren ve Filistinlileri/Müslümanları kastederek “Köklerini kazıyalım, adlarını tarihten silelim” sözlerini içeren “Yimakh shemo” marşı söylenmiştir. Böylece İsrail Yahudilerinin en önemli motivasyonlarının, aslında kendileri gibi Sami/Semitik milletlerden olmalarına rağmen Araplara ve bütün Müslümanlara düşmanlık olduğu söylenebilir.

Fobinin karşıtlığa, karşıtlığın düşmanlığa ve düşmanlığın da artık ideolojik ve yerleşik bir hal olarak ırkçı/beyaz ırkçı teröre dönüşmesini gösteren ve ırkçı, İslâm karşıtı cinnet halini yansıtan Yeni Zelanda’daki terör eylemi, kelimenin tam manasıyla bir milat olmuş ve paradigma değişimini ifade etmiştir. Zira bu saldırı Batı’da ve diğer gayrimüslim ülkelerde bugüne kadar Müslümanlara/camilere yöneltilmiş terör saldırılarının en büyüğü ve yapılış biçimi açısından da en dehşet vericisi olmuştur. Planlanma tarzı, ayrıntıların hesap edilmesi, teröristin “Büyük Yer Değişimi” başlıklı manifestosunda ve silahının üzerine (usta tarihçilere bile taş çıkaracak derecede detaylara hâkimiyetle) yerleştirdiği yazılarda İslâm-Türk karşıtı tarihi figürlere yaptığı atıfları, günümüzün ırkçı, İslam karşıtı söylem, eylem, sembol ve figürleriyle birleşen yönleriyle bu terörist eylem, istihbarat örgütlerinin de içinde olduğu, etkileri uzun sürecek kolektif bir çalışmanın ürünüydü. Bununla beraber, ana akım Batı medyasının, Katolik Kilisesinin ve Protestanların üst çatı kuruluşlarının olayı “terör” olarak nitelememiş olmalarının çifte standartlı, epey manidar bir tutum olduğu da ifade edilmeli.

Irkçı-Siyonist-Yahudi cinneti olan İsrail’in Mescid-i Aksa saldırısı ise benzer şekilde en kutsal gece ve zamanlarda (Kadir Gecesi ve bayram arifesi) yapılması ve sembolleriyle birlikte başka bir olay olmuştur. Mescid-i Aksa saldırısı sonrasında da Batılı devletlerde ve Batı medyasında benzer tutumları gördük. Mesela Avusturya, Çekya, Almanya ve Sırbistan’da İsrail bayrağı çekilerek İsrail zulmüne açık destek verilebildi. Avrupa Birliği Dışişleri Bakanları toplantısından da konuya ilişkin bir şey çıkmadı. Farklı unsurların İslam düşmanlığında tuhaf bir şekilde bir araya gelebilmesi, Avrupa-Batı’da Yahudi karşıtlığının yerine yeni bir Avrupa ırkçılığı olan İslam karşıtlığının ikame edilmesi durumudur ki bu Avrupa-Batı’daki Müslümanların-Türklerin geleceği açısından dikkatle irdelenmesi gereken bir durumdur.

İslam düşmanlığının iki tezahürü: Yahudi ve Evanjelik Hıristiyan Siyonizmi

ABD’yi de kuran ve Yahudilik ile Hristiyanlığın bir “melez formu” diye niteleyebileceğimiz Evanjelik-Hristiyan Siyonizminin -ki Siyonizmin mucidi de aslında Evanjelik Hıristiyanlardır- bir tezahürü olarak görebileceğimiz Yeni Zelanda’daki cami saldırısı ile Yahudi Siyonizminin tezahürü olan Mescid-i Aksa saldırısı, gerek Siyonist saiklerle yapılması gerekse İslam’a-Müslümanlara yönelik ırkçı saldırıların en somut göstergeleri olması bakımından benzer yönleri haiz olsa gerektir. Esasen İsrail’in Mescid-i Aksa ve Gazze’ye saldırısında, Katolik Biden’ı zor durumda bırakmak isteyen Yahudi Siyonizmi ile birlikte hareket eden Siyonist ABD Evanjeliklerinin de rolü olabilir.

Bütün bunlara aslında “Hristiyan terörizmi” ve “Yahudi terörizmi” demek tepkisel bir tavır gibi görünse de, her iki saldırıda da bu ifadeleri fazlasıyla hak edecek karakteristik unsurlar var. Yeni Zelanda teröristinin “Tapınak Şövalyeleri” üyesi ya da radikal Siyonist bir Evanjelik-Protestan olduğu biliniyor. Ayrıca Yeni Zelanda terör eyleminin beyaz ırkçılığa dayalı bir Hristiyan terörizmi/radikalizmi olduğu da açık. Bu meyanda, ayrıca Mescid-i Aksa saldırısını da “Yahudi terörizmi” şeklinde nitelemek gerekir. Fakat bu söylemin “post-oryantalist küresel bir tuzak” olduğu da düşünülmelidir. Zira terörü/şiddeti dinlere nispet etmenin yanlışlığı ortada. Dolayısıyla bunun Müslümanlar ile bütün Yahudileri ve Hristiyanları karşı karşıya getirmeyi amaçlayan teo-politik zihniyete hizmet edeceğini düşünüyorum. Nitekim -bu gibi durumlar için bir manivela olarak kullanılan- DEAŞ’ın bütün dünyadaki sinagoglara ve kiliselere saldırı çağrıları tam da bu tuzağa işaret ediyordu.

Bu tuzağa düşmemek, Müslümanlar tarafından yapılan en küçük eylemleri bile “İslami terör” olarak adlandıran Batılı karar vericilerin ve medyanın yaptığını yapmamak gerekiyor. Fakat bununla birlikte, Soğuk Savaş sonrasında dönemin NATO Genel Sekreteri Willy Claes’in “Batı’nın yeni düşmanının İslâm’dır” mealindeki açıklamasını ve ABD Başkanı G. W. Bush’un 11 Eylül saldırısının hemen sonrasında “(İslâmî) terörizme karşı Haçlı savaşı” yaptıklarını söylemesini de göz önüne alarak, Yeni Zelanda cami saldırısının bir “Haçlı terörü” veya beyaz ırkçı, öjenik-Siyonist, Evanjelik bir terör eylemi, İsrail’in Mescid-i Aksa’ya saldırısının da ırkçı apartheid yanlısı Siyonist terör eylemi olduğunu söylemek gerekir.

İsrail teo-politik aklının arkasındaki İsrail-Yahudi oryantalizmi

Öte yandan İsrail ve Yahudi oryantalizmini anlamadan Kudüs, Mescid-i Aksa veya İsrail’in İslam’a-Müslümanlara yönelik teo-politik saldırılarını anlamak da kolay değil. Dünya bilim tarihinde nice dâhiler yetiştiren Yahudilerin bugün ulus-devlet halinde yaşadıkları İsrail, din esaslı bir devlettir ve devlet organları nihai planda Yahudiliğe hizmet amacıyla oluşturulmuştur. Gerek üniversiteler gerekse üniversite dışındaki kurumlardaki pek çok araştırmacı ve akademisyen bu dine hizmeti önceler. Dolayısıyla İsrail’deki şarkiyat çalışmaları da genelde Yahudi dinine hizmet doğrultusunda şekillenmiştir. Bu çalışmalar Almanya başta olmak üzere Avrupa’dan aktarılan bir geleneğin devamı olma özelliği taşır. Batı üniversitelerindeki Yahudi asıllı bilim insanlarının İslam araştırmalarına yönelik alakalarının temelinde, klasik şarkiyatçılık amaçlarının ötesinde, İslam kültüründe gelişen kendi kaynaklarını tanıma hedefi de yadsınamaz bir gerçektir.

19. yüzyılda bu anlayışın yönlendirdiği İslam araştırmalarının ilk meyvesi “İslam’ın Yahudi kökeni” teorisinin mimarlarından ve Almanya’da reformist Yahudiliğin öncüsü olarak gösterilen Abraham Geiger’dır. Onu izleyenler ise Ignaz Goldziher, C. C. Torrey, Shelomo Dov Goitein ve Kudüs’teki Hebrew Üniversitesi Şarkiyat Enstitüsü’nün kurucusu ve ilk yöneticisi olan Joseph Horovitz’dir. İsrail’e Avrupa’dan ve özellikle Almanya’dan aktarılan İslam araştırmaları geleneği, temelde “İslam’ın Yahudi kökeni” teorisinin öncüleri olan bu şarkiyatçıların bakış açılarına göre şekillenmiştir. Yeni kuşaktaki öncüler olarak Hava Lazarus-Yafeh, M. J. Kister ve onların talebeleri Uri Rubin, Michael Lecker, Moshe Gil gibi, çalışmalarını daha ziyade İslam’ın klasik dönemine hasretmiş olan şarkiyatçılar gösterilebilir. Bunlar arasında modern dönemde İsrail’de oryantalist araştırmaların öncüsü olarak kabul gören M. J. Kister’in, bilhassa hadis ve siret-tarih alanındaki yüze yakın çalışmasıyla, bugün İsrail’de İslam’ın ilk dönemine dair araştırmalarıyla bilinen birçok şarkiyatçının yetişmesinde payı bulunuyor.

Bugün bu araştırmalar çok daha sofistike olarak istihbarat birimleri ve devlet merkezli teo-politik/teo-stratejik ve Siyonist hedeflerle de yürütülüyor. Bu meyanda, ayrıca belirtilmelidir ki Türkiye’de uzun senelerdir kurulması tartışmalı olan bir “İslam üniversitesi” dar kapsamlı olarak İsrail’de halihazırda bulunmaktadır. Dolayısıyla İsrail İslamiyet ve Müslümanlarla ilgili önemli bilgi birikimine ve projeksiyonlara sahip. Bu bilgi birikimine dayanan, İslamiyet’e-Müslümanlara yönelik teo-politik stratejilerini de adım adım uygulamakta.

Bütün bunlara rağmen neticede şunu ifade edelim ki Kudüs “mahşer yeridir” ve Müslümanları birleştirme fonksiyonu vardır. Ümmetin farklı renkleri Kudüs’te birleşir. Fakat İslam coğrafyasının önemli devletlerinin baskı altına alındığı da bir gerçektir. İsrail ile “düşman kardeşliği” gibi bir durumda olan İran yeni ABD yönetimiyle nükleer anlaşma ve blokajın kaldırılmasıyla, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn İbrahim Anlaşmasıyla, Mısır da ekonomi-politik ile baskılanmaktadır. Bu durumda geriye (Talmud’da “Kuzeyin aslanları sizi parçalayacak” diye geçen) İslam coğrafyasının en merkezi-mihver devletlerinden olan Türkiye kalıyor. Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan İsrail’in son saldırılarıyla ilgili daha ilk andan itibaren yoğun bir diplomasi trafiği yürüttü ve yürütmeye devam ediyor. Nitekim Noam Chomsky de “İsrail’e karşı güçlü tavır alan ve Filistinlilere yapılan haksızlığa karşı açıkça konuşan tek ülke Türkiye’dir” açıklamasıyla bunu ifade etmiştir.

Bu sebepledir ki gerek Yeni Zelanda saldırısı gerekse İsrail’in Mescid-i Aksa saldırısı sonrasındaki duruşu sebebiyle, ortak hedef olarak Türkiye ve Erdoğan öne çıkmıştır. Bu itibarla Orta çağlardan bu yana “ötekine” ve özellikle de Müslümanlara karşı devam eden öjenik bakışın günümüzde Batı’da yabancı düşmanlığı, İslamofobi, ırkçılık-antisemitizm, Türkofobi-Erdoğanfobi halini alarak adeta matruşka bebekleri gibi iç içe geçtiğini söyleyebiliriz.

Belki birkaç gün sonra bitecek olan İsrail saldırılarına yönelik, artık kınamanın ötesinde yeni bir stratejiye ihtiyaç olduğu izahtan varestedir. İki milyara yakın nüfusa sahip Müslüman coğrafyanın nüfuslarını nüfuza çevirme stratejilerine, İslam ülkeleri olarak etkili bir “Kudüs kriterleri” ya da “Kudüs Deklarasyonuna” ihtiyaç vardır. Hatırlanacağı üzere, İslam İşbirliği Teşkilatı Mescid-i Aksa’nın 1969’da “Church of God” isimli tarikat mensubu Hristiyan bir Siyonist-entegrist olan Michael Dennis Rohan tarafından kundaklanması üzerine kurulmuştu. Öyle anlaşılıyor ki Kudüs o dönem nasıl ümmeti birleştirdiyse, bugünün bölünmüş İslâm dünyasını da birleştirme potansiyelini hâlâ koruyor.

Hz. İsa Kudüs’teki dağ vaazında havarîlere “Siz dünyanın tuzu ve ışığısınız” demişti. Benzer bir sözü Hz. Peygamber de sahabeler için söylemişti. Şu hâlde ilk kıble ve etrafı mübarek kılınan Mescid-i Aksa Müslümanlar için tuz ve ışık gibidir. Şayet Siyonist ellere geçerse ümmet “tuz-ışık” olma vasfını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalır.

[Çalışmalarını hadis, Yahudi ve Hıristiyan kültürü ilişkisi, din ve kültürlerarası etkileşim, oryantalizm-oksidentalizm, teo-politik, İslam karşıtlığı (kültürel ırkçılık) ve Avrupa’da-Batı’da İslam ve Müslümanlar konularında yoğunlaştıran Prof. Dr. Özcan Hıdır İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi öğretim üyesidir]

 

Kaynak:

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.