Çin-Körfez ilişkileri derinleşiyor
İstanbul
Çin Devlet Başkanı Şi Cinping'in üç günlük bir çalışma ziyareti için Riyad'a ulaşması Körfez bölgesini yeniden küresel siyaset gündeminin ön sıralarına taşıdı. Ziyaretin ABD-Suudi ilişkilerinin gerildiği bir dönemde gerçekleşmesi, geçen temmuzda Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Joe Biden'ın sönük geçen ziyaretine karşı Cinping'e düzenlenen ihtişamlı karşılama ve ziyaret sırasında Çin-Arap ve Çin-Körfez zirvelerinin yapılması bu ziyaretin ilgiyle takip edilmesine yol açıyor.
ABD'nin Orta Doğu bölgesindeki en önemli müttefiki olan Suudi Arabistan'ın Çin gibi ABD'nin rakibi olan önemli bir küresel aktörle geliştirdiği ilişki bölgesel ve küresel ölçekte yeni dengelerin ortaya çıkmaya başladığını gösteriyor. Çünkü 2000'li yılların başlarına kadar Suudi-ABD ilişkileri, Suudilerin ABD'nin rakibi olan Rusya ve Çin gibi aktörlerle geliştirdiği ilişkileri için bir sınır teşkil etmekteydi. Cinping'in ziyareti bu sınırın ortadan kalktığını, Riyad'ın dış politikada nispi bir otonomi elde ettiğini ve kendi çıkarlarını takip ederken ABD'ye kulak asmadığını gösteriyor. Biden'ın Riyad ziyareti öncesi Washington Post'a yazdığı yazıda Çin ile rekabet edebilmek için ABD-Suudi ilişkilerini geliştirmenin gerekli olduğuna işaret etmesi[1] ve ziyaret sırasında söylediği "Orta Doğu'da Rusya veya Çin'in dolduracağı bir boşluk bırakmayacağız"[2] sözleri bu ziyareti daha da önemli kılıyor.
ABD'nin Orta Doğu bölgesindeki en önemli müttefiki olan Suudi Arabistan'ın Çin gibi ABD'nin rakibi olan önemli bir küresel aktörle geliştirdiği ilişki bölgesel ve küresel ölçekte yeni dengelerin ortaya çıkmaya başladığını gösteriyor.
ABD-Suudi ilişkilerinde gerginlikler
İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD, Suudi Arabistan'ın toprak bütünlüğünün ve rejim güvenliğinin ana garantörü oldu. Ancak 11 Eylül olaylarıyla birlikte başlayan süreçte ABD-Suudi ilişkileri oldukça gergin bir döneme girdi. Bu gerilimin düzeyini dönemin Suudi Dışişleri Bakanı Suud el Faysal, 2004 yılında Washington Post muhabiri David Ottawa'ya verdiği mülakatta geçen şu cümlelerle ifade etmişti: "ABD-Suudi ilişkisi yalnızca bir eşe izin verilen bir 'Katolik evliliği' değil dört eşe izin verilen bir 'Müslüman evliliği'dir."[3]
ABD-Suudi ilişkilerindeki gerilimin temel sebebi ABD'nin İkinci Dünya Savaşı'ndan itibaren sağlamayı taahhüt ettiği fiili güvenlik garantilerinden bilinçli bir şekilde sıyrılmaya çalışması olarak ifade edilebilir.
ABD'nin Riyad'ın şiddetli muhalefetine rağmen Irak'ı işgal etmesi ve sonrasında Irak'ı İran nüfuzuna terk etmesi, Riyad'ın yeni "eşler" aramasına gerekçe teşkil etti. Arap Baharı süreci de iki aktörün ilişkilerindeki yarayı iyice derinleştirdi. Bu süreçte ABD bölgedeki Suudi müttefiki rejimlerin sokak hareketleri ile devrilmesine ses çıkarmadı. Hatta ABD yönetiminin Mübarek'e "görevi bırak" mesajı Riyad'da derin bir rejim güvenliği sorununa yol açtı ve zamanı geldiğinde ABD'nin Suud hanedanına da benzer bir muamele yapacağına yönelik bir kaygı ortaya çıkardı.
ABD-Suudi ilişkilerindeki gerilimin temel sebebi ABD'nin İkinci Dünya Savaşı'ndan itibaren sağlamayı taahhüt ettiği fiili güvenlik garantilerinden bilinçli bir şekilde sıyrılmaya çalışması olarak ifade edilebilir. Nitekim 2019'da Saudi ARAMCO tesislerine İran destekli muhaliflerin düzenlediği saldırı uzun yıllar ABD silah endüstrisinin en büyük müşterisi olan ve ABD fiili güvenlik garantileri sayesinde rejim güvenliği ve toprak bütünlüğü endişesi yaşamayan Riyad'da şok etkisi yapmıştı. Saldırının 2 milyon dolarlık basit bir teçhizatla gerçekleştirilmesi, 17 dakika sürmesi ve saldırılan tesislerin hem Suudi petrol endüstrisinin kalbi hem de başkent Riyad'ın çok yakınında olması, Riyad nezdinde ABD güvenlik garantilerinin geçerliliğini tartışmalı hale getirdi.
Arap Baharı sürecinde ABD'nin Suudi Arabistan'ın Yemen kaynaklı tehdit algısını önemsememesi ve Yemen savaşına destek olmaması, Cemal Kaşıkçı cinayeti sebebiyle Riyad yönetimine uyguladığı baskı ve genel olarak insan hakları ihlalleri sebebiyle Muhammed bin Selman'a yönelik sert eleştiriler de gerginliği tırmandırdı.
Son olarak ise enerji piyasaları konusunda her iki ülkenin benimsediği farklı vizyonun ciddi bir soruna yol açtığı görülebilir. Şöyle ki, ABD son dönemde enerjide kendi kendine yeterli hale geldi, hatta önemli bir enerji ihracatçısı olarak ön plana çıktı. Genel olarak ABD'nin petrolü dış politikada kendi çıkarlarını korumak için bir silah olarak kullanma ve Suudileri bu politika doğrultusunda yönlendirme çabası Riyad'da rahatsızlığa yol açıyor. Çünkü 2000'li yıllardan beri Suudi petrol politikasının temel amacı, petrol talebinin gereksiz yere azalmasını engelleyerek enerji piyasalarını istikrara kavuşturmak ve uzun vadede Suudi gelirinin ana kaynağını tehlikeye atmamaktı.
Arap Baharı sürecinde ABD'nin Suudi Arabistan'ın Yemen kaynaklı tehdit algısını önemsememesi ve Yemen savaşına destek olmaması, Cemal Kaşıkçı cinayeti sebebiyle Riyad yönetimine uyguladığı baskı ve genel olarak insan hakları ihlalleri sebebiyle Muhammed bin Selman'a yönelik sert eleştiriler de gerginliği tırmandırdı.
Pekin'in beklentileri
Hedeflediği ekonomik atılımları gerçekleştirebilmek için uluslararası ve bölgesel ortamın barışçıl bir düzlemde ilerlemesine şiddetle ihtiyaç duyan Çin, Orta Doğu bölgesinin jeopolitik, ideolojik ve jeoekonomik avantajlarından istifade etmek istiyor.
Halihazırda Orta Doğu bölgesinin en büyük yatırımcısı olan Çin, 2005-2020 yılları arasındaki dönemde bölgeye 170 miyar dolarlık bir yatırım gerçekleştirdi. Körfez petrolünün en büyük müşterisi olan Çin toplam petrol ithalatının yüzde 50'sinden fazlasını bu bölgeden sağlıyor.[4] Artan ekonomik büyümesine paralel olarak Pekin'in önümüzdeki yıllarda petrole olan ihtiyacının giderek artacak olması bölgeyi daha da önemli hale getiriyor.
Genelde Orta Doğu bölgesi özelde ise Körfez, 2012'de Çin'in geliştirdiği ve yüz milyarlarca dolarlık bir yatırım bütçesi olan Kuşak ve Yol Girişimi açısından son derece kritik bir jeopolitik kavşakta bulunuyor. Çin, bölge ile kurduğu yakın ilişkileri Kuşak ve Yol Girişimi'nin başarısı açısından da oldukça önemsiyor.
Halihazırda Orta Doğu bölgesinin en büyük yatırımcısı olan Çin, 2005-2020 yılları arasındaki dönemde bölgeye 170 miyar dolarlık bir yatırım gerçekleştirdi.
Bu ziyarette 30 devlet başkanı ve kuruluşun katılımıyla düzenlenen Çin-Arap, Çin-KİK ve Çin-Suudi zirvesi, Riyad ile Washington arasındaki ilişkilerin gergin olduğu bir dönemde Körfez'de değişen güç dinamiklerinin önemli bir kanıtı olarak görülebilir. Bu zirvelerde taraflar arasında bir süredir müzakereleri devam eden serbest ticaret anlaşmasına yaklaşılmış olması da oldukça önemli.
Riyad'ın beklentileri
Riyad yönetimi ABD'nin zayıflayan fiili güvenlik garantileri karşısında yeni bir güvenlik yapılanması arayışında. Bu süreçte Çin, Riyad açısından önemli bir alternatif teşkil ediyor. Ekonomik faydaya odaklanan, insan hakları karnesini sorgulamayan ve Riyad'ın ihtişamlı kalkınma projelerine yatırım yapma hevesi olan bir aktör olması Çin'i Riyad açısından cazip kılıyor.
Arap Baharı süreciyle birlikte Orta Doğu bölgesinin ağırlık merkezi Kahire'den Riyad-Dubai eksenine kaymıştı. Riyad, Pekin ile Arap ve Körfez ülkeleri arasında bir aracı rol oynayarak bölgedeki ağırlığını artırma niyetinde. Cinping'in düzenlediği Arap ve Körfez zirveleri, ilk ziyaretini Riyad'a gerçekleştiren ve "Terörle Mücadele Merkezi"nin açılışında bir küreyi Sisi ve Selman'la tutan Donald Trump'ın ziyaretini andırıyor. Bu son ziyaretle Riyad, bölgenin diplomasi merkezi ve lider ülkesi olma iddiasını temellendirmek istiyor.
Cinping'in bu ziyarette Tahran'a uğramayacak olması ve sadece Arap liderlerle görüşecek olması da İran karşında Çin'i bir dengeleme aracı olarak kullanmak isteyen Riyad'ın elini güçlendirdi.
Zirve sonuç bildirgesi
Zirvelerin sonuç bildirgesine yakından bakıldığında her iki tarafın tehdit algıları ve çıkar beklentilerinin örtüştüğü rahatlıkla anlaşılabilir. Sonuç bildirgesinde Filistin meselesi, İran nükleer programı, Birleşik Arap Emirlikleri'ne ait ve 1971 yılından beri İran işgalinde bulunan Ebu Musa Adası ve Tunb Adaları gibi konularda Körfez'in tezlerini destekleyen ifadeler, Körfez'in İran’dan algıladığı tehdit konusunda Çin'in hassasiyetini gösteriyor. KİK ülkelerinin, Çin'in ekonomisini geliştirme, egemenliğini ve toprak bütünlüğünü koruma ve "Tek Çin" ilkesine bağlı kalma çabalarını desteklediklerini deklare etmeleri de önemli bir husus.
Sonuç bildirgesinde terörizm ve radikalizmle mücadele, tüm kişi ve kuruluşlardan oluşan terör gruplarının finanse edilmesini, silahlandırılmasını önlemek ve bölgenin güvenlik ve istikrarını tehdit eden tüm faaliyetlere karşı koyma konusundaki kararlılığın dile getirilmesi tarafların ortak tehdit algılarını gösteriyor. Zirve sonuç bildirgesinde en çok dikkat çeken husus ise hiç şüphesiz dolar yerine yuan ile petrol ticaretini öngören madde oldu. Cinping, Körfez ülkeleriyle yapacağı enerji anlaşmalarında yuan kullanmak için Şangay borsasını kullanacağını ilan etti.[5]
Zirvelerin sonuç bildirgesine yakından bakıldığında her iki tarafın tehdit algıları ve çıkar beklentilerinin örtüştüğü rahatlıkla anlaşılabilir.
Netice itibarıyla Suudiler açısından bu ziyaret Washington'a bir "mesaj gönderme" veya Arap işlerine müdahale ettiği için "Batı'yı cezalandırma" anlamı taşıyor. Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi sözcüsü John Kirby'nin bu hafta gazetecilere verdiği demeçte, Çin'in Orta Doğu'daki nüfuz seviyesini uluslararası kuralları ihlal edecek bir biçimde derinleştirmeye çalıştığını[6] söylemesi ABD'nin mesajı aldığını gösteriyor. Çin açısından ise ABD'nin bölgeden çekilmeye başladığı bir süreçte oluşan güç boşluklarını doldurmak açısından bu ziyaret iyi bir fırsat oldu.
[Dr. Necmettin Acar, Mardin Artuklu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü başkanıdır.]
*Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.