Zirvelerin Ulvî Basamağı Hizmet
Ahlâk, İslâm dîninin özü, esası ve -âdetâ- bizzat kendisidir. Mü'min olmak, İslâm ahlâkına sahip olmaktır. Beşeriyyetin ahlâkı, Kur'ân ve sünnet ile kemâl bulmuştur. Dolayısıyla İslâm ahlâkının esâsını ararsak, onu, Rabb'e aşk ve ihlâs ile yönelişte; bu yönelişin yegâne nişanını da hiç şüphesiz "hizmet"te buluruz. Zîrâ «hizmet eden himmete nâil olur» düstûru çerçevesinde hizmet, gönülleri ilâhî zirvelere ulaştıracak müstesnâ ve ulvî bir basamaktır.
Öyle bir basamak ki, ilâhî vuslat ve sonsuz mükâfâta mazhar olanların cümlesi, peygamberler ve evliyâ, hep bu basamağın üzerinde yücelmişlerdir. Yâni bir ömür Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in:
"Bir kavmin efendisi, onlara hizmetkâr olandır..." hadîs-i şerîfinin müşahhas nümûneleri olmuşlardır.
Buna göre kullar için zirvelerin yolu ve ebediyyet kazancı, samîmî bir gönülle yapılan hizmetlerden geçmektedir. Öyle ki, yerine göre ilâhî rızâya muvafık küçük bir hizmet, nice nâfile ibadetlerden üstün olabilmektedir.
Nitekim sıcağın pek şiddetli olduğu bir seferde Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- uygun bir yerde konaklamışlardı. Sahabenin bir kısmı oruçlu, bir kısmı değildi. Oruçlu olanlar yorgunluktan uykuya daldılar. Oruçlu olmayanlarsa, oruçlulara abdest için su taşıdılar ve onlara gölgelenecek çadırlar kurdular. Ancak iftar vakti olunca Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
"-Bu gün, oruç tutmayanlar daha fazla kazandı." buyurdu.
Ümmetine böyle nice hizmet kandilleri uzatan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Kuba mescidi ve Mescid-i Nebevî inşâ edilirken ashâbının bütün ısrarlarına ve mânî olma gayretlerine rağmen mübârek sırtlarında taş taşımışlardır. Varlık Nûru'nun bu yüksek tevâzûu ve hizmet rûhu bütün ümmet için eşsiz bir numûnedir. Esasen onun hayâtı, baştan sona Hakk'a, insanlığa ve bütün mahlûkata hizmetle geçmiştir.
Dolayısıyla o mübârek varlığı kendilerine örnek alan bahtiyarların hayatlarında da hizmet, en bariz vasıflardan biri olmaktadır. Yâni her Hak âşığı ve Peygamber meclûbu olan gönül, ehl-i hizmettir. Ve ehl-i hizmet olanlar da, gökteki ay ve güneşe benzerler ki, kuytular bile onlarla hayat bulur. Etraflarını aydınlattıkça kendilerinin parlaklığı artar. Ne sonbaharın ne de kışın solgunluğu onlara bir zarar eriştirir. Diğer bir ifadeyle onlar, uzun yollar boyunca binbir canlıya; hayvanata, susayan ağaca, güle, sümbüle, bülbüle hizmet ederek akıp giden bir ırmak gibidir ki, varacakları menzil ancak cânânın sonsuzluk ve vuslat deryâsıdır. Onun için ehl-i hizmet, nice hastalara, sahipsizlere, gariplere, hattâ kanadı kırık kuşlara hayat bahşeden gönül kevserleridir.
Bu hakîkate âşinâ olanlar, halka pâdişâh bile olsa kendilerini devamlı olarak bir hâdim, yâni hizmetkâr olarak addetmişlerdir. Koca Osmanlı sultanı Yavuz Selîm Han'ın, mübârek beldeler devletine emanet edilip de hutbede kendisi hakkında:
"Hâkimü'l-Haremeyni'ş-Şerîfeyn / Mekke ve Medîne'nin hâkimi..." denilince yaşlı gözlerle imâma itiraz edip:
"Bilâkis Hâdimü'l-Haremeyni'ş-Şerîfeyn / Mekke ve Medîne'nin hizmetçisi..." dedirtmesi de hep ulvî bir hizmet anlayışının ve kulluktaki asıl gâyeyi idrâkin bir tezâhürüdür.
Nitekim Ubeydullâh Ahrar -kuddise sirruh- eriştiği mertebeyi hizmetin bereketine atfederek şöyle buyurur:
"Biz bu dereceleri, tasavvuf kitaplarını okumaktan ziyâde, okuduklarımızı -imkân nisbetinde-tatbik etmekle elde ettik."
Bu ise, sâdece bilmenin kâfî olmadığını ve bildiğini mutlakâ hizmete taşımak gerektiğini de ifâde eder.
Ancak yapılan hizmetin Hak katında makbûl olması, bazı vasıfları hâiz olarak icrâ edilmesine bağlıdır. Buna göre makbul bir hizmet; ihlâs, merhamet ve diğergamlık dolu bir gönülle mahlûkâta yönelmek sûretiyle Allâh rızâsının aranmasıdır. Yâni hizmet, herhangi bir nefsî menfaat gözetmeksizin ve samîmî olarak yapılmalı ve onunla âhiret kazancı hedeflenmelidir. Böyle olduğu takdîrde hadîs-i şerîfte bahsedilen bir «yarım hurma» dahî ebedî kurtuluşa vesîle olur.
Ubeydullah Ahrar Hazretleri anlatır:
Birgün pazara gitmiştim. Aç bir kişi yanıma geldi ve:
"_Açım, beni Allâh rızâsı için doyurur musun!.." dedi.
O an, hiçbir imkânım yoktu. Sâdece eski bir sarığım vardı. Bir aşçı dükkanına gittim. Aşçıya:
"_Şu sarığımı al. Eski, ama temizdir. Bulaşıklarını kurularsın. Yalnız bunun mukâbilinde şu aç insanı doyurur musun?" dedim.
Aşçı, o fakîre yemek verdi; sarığımı da bana iâde etmek istedi. Fakat ısrâr edip almadım. Kendim de aç olduğum hâlde o fakîr doyuncaya kadar bekledim."
Ubeydullâh Ahrâr Hazretleri, Cenâb-ı Hakk'ın lutfuyla sonradan büyük bir servete sahip oldu. Öyle ki çiftliklerinde binlerce işçi çalışıyordu. Fakat o mübârek zât, buna rağmen hizmetten geri kalmadı. Zenginlik zamanına ait hâlini kendisi şöyle anlatır:
"Semerkant'ta Mevlânâ Kutbuddîn Medresesi'ndeki dört hastanın hizmetini üzerime almıştım. Hastalıkları arttığından, yataklarını kirletirlerdi. Ben, onları elimle yıkayıp, çamaşırlarını giydirirdim. Devamlı hizmet ettiğim için, hastalıkları bana da sirâyet etti ve yatağa düştüm. Fakat o hâlimle bile testilerle su getirip hastaların altlarını temizlemeye, elbiselerini yıkamaya devâm ettim."
Büyüklerin hayatındaki, Hak yolunda infâk ve hizmet fazîletine dâir ideal davranışlar, bizler için güzel bir nümûnedir. Bir müslüman ne kadar zengin olursa olsun, maddî imkânlarının hakkını ve bedelini ancak mânevî dirâyetini artırdığı ve kalbî hayatını seviyelendirdiği nisbette verebilir. Mâneviyatta terakkî ettikçe zühd ve takvâ ölçülerine riâyet ve zenginliğe rağmen kâmil bir tevâzû sâhibi olabilmek, Ubeydullâh Ahrar Hazretlerinin kıssasındaki kadar ideal bir noktaya varır.
Hizmette ulaşılması güç mertebelerden biri de Hak dostu Mâruf-i Kerhî Hazretlerinin şu kıssasında müşâhede edilmektedir:
Yaşlı ve muzdarip bir hasta, Mâruf-i Kerhî Hazretleri'ne misafir olmuştu. Adamcağız bîçareydi; saçı dökülmüş, yüzünün rengi uçmuştu; canı, vücûdunu bir çengel gibi pârelemekteydi. Mâruf-i Kerhî Hazretleri, bir yatak serdi ve hastanın istirahatini temin etti.
Hasta, ızdırabının şiddetiyle inim inim inliyor, feryâd ü figânlar ediyordu. Gece sabaha kadar kendisi bir nefes uyumadığı gibi feryadlarıyla hâne halkından da hiç kimseyi uyutmadı. Üstelik gittikçe huysuzlaştı ve ev halkına sitemler yağdırıp onları rahatsız etmeye başladı. Nihâyet onun bu sert tabiatı ve kötü davranışına tahammül edemeyen evdekiler birer-ikişer, başka yerlere kaçtılar. Evde, hasta ile Mâruf-i Kerhî'den başka kimse kalmadı.
Mâruf-i Kerhî, geceleri de uyumuyor; bu huysuz hastanın ihtiyaçlarını görmek, ona hizmet edebilmek için çırpınıp duruyordu. Ancak birgün uykusuzluğu had safhaya geldi ve gayr-i ihtiyârî uykuya daldı. Onun uyuduğunu gören gâfil hasta da, kendisine şefkat ve merhametle kucak açan bu sâlih zâta teşekkür edeceği yerde sitem ediyor ve kendi kendine:
"-Bu nasıl derviş böyle!.. Zaten bu gibilerin zâhirde adları, sanları var; hakikatte ise riyâcıdırlar. Her işleri hevâdır. Bunların dışları temiz ama, içleri kirlidir. Başkalarına takvâyı emrederler, kendileri yapmazlar. Bu yüzden şu adam da benim hâlimi düşünmeden uyuyor. Kendi karnını doyurup uykuya dalmış kimse, sabaha kadar gözlerini yummayan biçâre hastanın hâlinden ne bilir!.." diye söyleniyordu.
Mâruf-i Kerhî ise, işittiği bu acı sözlere karşı da sabır ve kerem gösterdi. Duymazdan geldi. Lâkin sabrı taşan hanımı daha fazla dayanamadı ve Mâruf-i Kerhî'ye sessizce şunları söyledi:
"-Şu huysuzun neler söylediğini duydunuz. Artık onu bu evde barındıramayız. Bize daha fazla ağırlık vermesine ve size cefâ etmesine müsâade etmeyelim. Söyleyin buradan gitsin de başka yerde başının çâresine baksın. İyilik, kıymet bilene yapılır. Nankörlere iyilik yapmak, kötülüktür. Onları daha da azdırır. Alçak kimsenin başı altına yastık koyulmaz. Böyle zâlim kimselerin başları taş üstünde gerektir."
Hanımının bu sözlerini sükûnetle dinleyen Mâruf-i Kerhî de, mütebessim bir şekilde şöyle buyurdu:
"- Ey hanım! Onun söylediği sözler seni niye incitir ki?.. Bağırmış ise bana bağırmış; terbiyesizlik yapmış ise bana yapmıştır. Onun nâhoş görünen sözleri, bana hep hoş gelir. Görüyorsunuz ki, o dâimî bir ızdırap içindedir. Baksana; zavallı bir nefes bile uyuyamıyor!.. Hem bilesin ki asıl hüner, asıl şefkat ve merhamet, böyle kimselerin cefâsına katlanabilmektir..."
Bu kıssayı nakleden Şeyh Sâdî de, şu nasîhatlerde bulunur:
"Hizmetteki fazîlet, kendini güçlü-kuvvetli ve sıhhatte gördüğün zaman, şükrâne olmak üzere, zayıfların yükünü çekmektir."
"Muhabbetle dolan kalb, afvedici olur. Eğer sen, yalnız kuru bir sûretten ibâret olursan öldüğün zaman cismin gibi isminle de ölürsün. Eğer kerem sâhibi ve ehl-i hizmet olursan, ömrün, cesedinden sonra da fedâkârlığın ve gönüllere girdiğin kadarıyla devam eder. Görmez misin ki, Kerh'de bir çok türbe var. Fakat Mâruf-i Kerhî'nin türbesinden daha mâruf ve ziyâretçisi bol olanı yoktur."
Ehlullâh ne güzel söylemiş:
"Tasavvuf, herkesin yükünü çekmek ve buna rağmen kimseye yük olmamaktır."
Bilhassa, merhamet ve fedâkârâne hizmetlerle ümmete rahmet kapıları aralanır. Bir hizmetin değeri, onun îfâsı için katlanılan fedâkârlığın büyüklüğüne ve bir ibâdet vecdiyle icrâ edilmesine bağlıdır. Yine makbul bir hizmet, sırf Allâh rızâsı gâyesiyle ve hizmete muhâtab olanı incitip küçültmeyecek bir üslûb ile îfâ edilmelidir.
Bu gerçeğe istinâden Hazret-i Mevlânâ buyurur:
"Allâh aşkı için çalış, Allâh aşkı için hizmette bulun; halkın kabul etmesi veya reddetmesi ile senin ne işin var? Bu fânî dünya pazarında sana bol bol kazandıracak bir müşteri olarak Allâh kâfî değil mi? Allâh'tan alacağın karşısında insanların verebilecekleri ne ki!.. O hâlde gözünü ve gönlünü insanlardan gelecek teşekkürlere değil, Allâh'tan gelecek mazhariyete döndür!.."
Ebû Hureyre -radıyallâhu anh-'den rivâyet edildiğine göre, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
"Allâh Teâlâ kıyâmet gününde şöyle buyurur:
"-Ey Âdemoğlu! Hastalandım, beni ziyâret etmedin."
Âdemoğlu:
"-Sen âlemlerin Rabbi iken ben seni nasıl ziyâret edebilirdim?" der.
Allâh Teâlâ:
"-Falan kulum hastalandı, ziyâretine gitmedin. Onu ziyâret etseydin, beni onun yanında bulurdun. Bunu bilmiyor musun? Ey Âdemoğlu, beni doyurmanı istedim, doyurmadın." buyurur.
Âdemoğlu:
"-Sen âlemlerin Rabbi iken ben seni nasıl doyurabilirdim?" der.
Allâh Teâlâ:
"-Falan kulum senden yiyecek istedi, vermedin. Eğer ona yiyecek verseydin, verdiğini benim katımda mutlaka bulacağını bilmez misin? Ey Âdemoğlu! Senden su istedim, vermedin." buyurur.
Âdemoğlu:
"- Ey Rabbim! Sen âlemlerin Rabbi iken ben sana nasıl su verebilirdim?" der.
Allâh Teâlâ:
"-Falan kulum senden su istedi, vermedin. Eğer ona istediğini verseydin, verdiğinin sevâbını katımda bulurdun, bunu bilmez misin?" buyurur." (Müslim, Birr 43)
İşte tasavvuf yolunun gönülleri ulaştırmak istediği güzellik ve yücelik bu, yâni Allâh için hizmettir. Bu hizmet de, onu, hiç şüphesiz bütün mahlûkatı içine alacak şekilde îfâ ederek Rabbi aramak demektir. Bu meyânda Emir Külâl Hazretleri, talebesi Bahaeddin Nakşibend -kuddise sirruh-'a şu tavsıyelerde bulunmuştur:
"Gönül almaya bak; güçsüzlere hizmet et! Zayıfları, gönlü kırıkları koru! Onlar öyle kimselerdir ki halktan hiçbir gelirleri yoktur. Bununla berâber, onların birçokları tam bir kalb huzûru, tevâzû ve eziklik içinde kalıp giderler. Böyle kimseleri ara bul ve onlara hizmet et!"
Nitekim Şâh-ı Nakşibend -kuddise sirruh-, intisabının ilk yıllarında, gurur ve kibrin zıddı olan "hîçlik" hâline ulaşmak için yedi yıl yaralı hayvanlara, yedi yıl hasta ve muzdarip insanlara hizmet etmiş, yedi yıl da insanların geçeceği yolları temizleyerek tam yirmi bir sene kâbına varılmaz bir hizmet hayatı yaşamıştır.
Kendisi şöyle anlatır:
"Hocamın emrettiği yolda uzun süre çalıştım. Bütün hizmetleri îfâ ettim. Benliğim o hâle geldi ki, yolda geçerken, Allâh'ın bir mahlûku karşısında olduğum yerde durur, önce onun geçip gitmesini beklerdim. Bu hâlim yedi sene devâm etti. Bu hizmetin mukâbilinde öyle bir hâl tecellî etti ki, onların inilti sûretinde hazin hazin sesler çıkarıp Hakk'a ilticâ etmelerini hisseder hâle geldim."
Yukarıdaki bu misal, Hâlık'tan ötürü mahlûkâta, Hâlık'ın muhabbetiyle nazar ederek, fedâkârâne hizmetin müşahhas bir tezâhürüdür.
Cenâb-ı Hak, sâlih mü'minler hakkında âyet-i kerîmede:
" Onlar hayırda birbirleriyle yarışırlar." (Âl-i İmrân, 114) buyurmaktadır. Sâlih mü'minlerin, bu hayır yarışındaki en güzîde hizmet ürünleri de vakıf müesseseleridir. Vakıf insanları, insanlığın en zirvesinde bulunan peygamberler, velîler ve onların terbiyesinde kemâle eren mü'minlerdir. Onlar, gönüllerindeki îmân heyecânını dünyânın dört bir tarafına taşımışlar ve târihin en güzîde altın sayfalarını yine onlar doldurmuşlardır.
Bugünkü toplumumuz dahî ecdâdımızdan mîras kalan hizmet müesseselerinden müstefîd olmaktadır. Câmîler, çeşmeler, askerî kışlalar, hastahaneler hattâ içtiğimiz sular ve daha isimlerini sayamadığımız nice hayır hizmetleri bugün onlardan kalan muazzez emânet ve hizmet hâtıralarıdır.
Hâlık'tan ötürü mahlûkâta hizmet maksadıyla kurulan vakıfların îfâ ettiği vazîfe, devletlerin sarsılıp iç ve dış gâilelerle zayıf düştüğü dönemlerde bile devâm etmiş ve cemiyetin yaralarına pek şifâlı bir merhem olmuştur. Böylece en zor şartlarda ve nazik durumlarda dahî, dâimâ cemiyetin mağdur, mahzun ve gönlü yaralı insanlarına açılan bir şefkat kucağı olagelmiş, her hâlükârda ictimâî âhengi tesise yardımcı olmuştur.
Elbette ki, hizmetler muhteliftir. Allâh rızâsı için yapılan gayretlerin cümlesini hizmet dairesi içine girer. Mühim olan, gerek maddî ve gerekse mânevî olarak gönüllerin liyakat, istidad ve iktidarları ölçüsünde bir hizmeti gerçekleştirmesidir. Zîrâ Allâh Teâlâ, herkese bir hizmet takdir etmiş, onu yaratılışına göre bir işe lâyık kılmış ve bunun için maddî-mânevî gerekli imkânları da bahşetmiştir.
Çok ibretlidir ki Vedâ Haccı'nda takrîben yüz yirmi bin sahâbî mevcûd idi. Bunlardan ancak yirmi bine yakın bir miktarı, Mekke ve Medîne'de medfûndur. Yüzbinin üzerindeki sahâbî, kendilerini ilâhî rızâ istikâmetinde hizmete vakfetmişler ve dünyânın muhtelif bölgelerine yayılmışlardır. Nitekim Osman ve Abbas -radıyallâhu anhümâ-'nın oğullarının türbeleri Semerkant'ta, pekçok sahabînin kabri de İstanbul'da bulunmaktadır.
Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretlerinin seksen küsûr yaşında ve o ihtiyâr hâline rağmen iki sefer İstanbul'un surları önüne kadar gelmesi ve orada rûhunu teslîm etmesi, insanları hidâyete çağırarak, onları dünyâ ve âhıret seâdetine kavuşturabilmenin cihanşümûl gayretlerinden biridir. Hizmet aşkı ve âhıreti kurtarabilme mücâdelesi, onları dünyânın dört bir tarafına sevketmiştir.
Hizmet rûhunun muazzam misallerinden biri de Veheb bin Kebşe -radıyallâhu anh-'tır. Bu mübârek sahâbînin türbesi Çin'dedir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onu Çin'de tebliğ hizmetinde bulunmak üzere vazîfelendirmiştir. Halbuki o zamanın şartlarıyla Çin, bir yıllık mesâfededir. Bu sahâbî oraya kadar gidip uzun bir müddet tebliğde bulunduktan sonra gönlünü kavuran Rasûlullâh hasretini bir nebze dindirebilmek ümîdiyle Medîne yollarına düşmüştür. Bir yıl süren çileli bir yolculuğun ardından nûrlu Medîne'ye vasıl olmuş, fakat ne yazık ki Hazret-i Peygamber vefât etmiş olduğu için O'nu görememiştir. Allâh Rasûlü'nün kendisine emrettiği hizmetin kudsiyyetinin idrâki içinde tekrar Çin'e avdet etmiş ve bu hizmetteyken rûhunu teslîm etmiştir.
Bunlar, ancak îmân vecdiyle tâkat getirilebilecek muhteşem ve fedâkârâne hizmet tablolarıdır. Onların hizmet aşk ve rûhu, bizler için ebedî kurtuluş yollarını aydınlatan parlak birer yıldız hükmündedir.
Hiç şüphesiz ki, sahâbe-i kirâm bu mertebeye Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in müstesnâ terbiyeleri ışığında hizmet mevzûunda bilhassa şu dokuz husûsa titizlikle riâyet neticesinde nâil olmuşlardır:
1. Allâh'a hizmet; emir ve nehiylerini severek edâ,
2. Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'e hizmet; sünnet-i seniyyesi üzere ona muhabbetle yaşamak,
3. İslâm büyüklerine hizmet; sevgi, vefa ve sadâkat göstermek,
4. Anne babaya hizmet; öf dahî demeden rızâlarını kazanmak,
5. Evlâda hizmet; sâlih bir mü'min olarak yetişmelerini temin etmek,
6. Akrabaya hizmet; sıla-i rahimde ve kendilerine ihsanda bulunmak,
7. Mü'minlere hizmet; acılarını ve sevinçlerini paylaşmak,
8. Bütün insanlara hizmet; eliyle diliyle faydalı olmaya çalışmak,
9. Mahlûkata hizmet; bütün varlıkları şefkat kanadı altına almak.
Bütün bu hizmetleri îfâ hususunda Merhum Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, Ali Ramiteni Hazretleri'nin şu ifadelerini sık sık tekrarlardı:
"Minnetle hizmet eden çoktur. Ancak hizmeti minnet bilenler ise pek azdır. Siz hizmette bulunma fırsatını ele geçirmiş olmayı minnet bilir ve hizmet ettiklerinize minnettar kalırsanız, herkes sizden memnun kalır, şikayetçiniz azalır..."
Farkında olsak da olmasak da aslında hepimizin aradığı, rûhumuzun selâmeti, yâni huzur ve sükûna kavuşmasıdır. Bu da Hakk'a ibâdet vecdiyle îfâ edilen hizmetlerle elde edilebilecek derûnî bir hazînedir. Bu sebeple hizmet rûh ve şuuruna sahip bir mü'min, her hâlükârda hizmet vâsıta ve fırsatları bulmasını bilir. Allâh rızâsı için yaptığı fedâkârlıklarda, dünyevî menfaatler peşinde koşanların gösterdiği gayret ve hırstan daha fazla gayretli olur.
Aşk iklîminden beslenen hizmet arzusu, kalbde mekân bulduğunda, kulu sonsuzluğun seyyahı eyler. Kalb, Haccâc-ı Zâlim'in katılığından çıkar, Yûnus'un şefkat postuna bürünür. Bu rûh ile sahib olunan ilim, sanat ve ahlâk, mest edici bir ebedîliğe kavuşur. Bu itibarla samîmî ve gerçek hizmetler, kalbî olgunluğun bir şâheseridir. Böyle kalbler, "nazargâh-ı ilâhî"dir.
Hâl böyleyken, ömrü kalbî meziyetlerden uzak bir sûrette geçirmek ne büyük bir hüsrandır. Ne mutlu, gönlünü gerçek mânâda hizmet aşkıyla doldurabilenlere!
Yâ Rabbî! Gönlümüzü, Sen'in rızânın muhabbeti, aşkı ve vecdiyle doldur. Ashâb-ı kirâmın, evliyâullâh'ın, Fâtihlerin, dîn, vatan ve millet müdâfaasındaki kahramanlarımızın gönüllerindeki hizmet aşkından ve gayret-i dîniyyelerinden bize de bir büyük hisse nasîb eyle!
Âmîn!..
( Osman Nuri Topbaş Hocaefendi'nin bir sohbetidir.)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.