Vicdan...

Vicdan...
Vicdan, insanın en mümtaz yanı, en ince tarafıdır. İnsandaki bu incelik selim fıtratla ilgilidir. Denilebilir ki vicdan selim fıtratın şuur hâlindeki...

Vicdan, insanın en mümtaz yanı, en ince tarafıdır. İnsandaki bu incelik selim fıtratla ilgilidir. Denilebilir ki vicdan selim fıtratın şuur hâlindeki bir tezahürüdür. İçsel bir ahlaki şuur olarak vicdan her zaman hak, adalet ve hakkaniyetten yanadır. Bu bakımdan vicdan insanın belki de en güvenilir ahlak öğretmenidir. Çünkü o gerek bireysel gerek toplumsal tutum ve davranışları ahlaki açıdan hiçbir kayırmada bulunmadan ve hiçbir çifte standarda yaslanmadan değerlendirir. İnsan ahlaki değerleri ihlal ettiği zaman, içinde kendi ?ben?ine hâkim olabilecek güçlü bir ?ben?in baskısına maruz kalır. İşte bu baskı mercii vicdandır. (Asım Yapıcı, İslâm?da Tövbe ve Dinî Yaşayıştaki Rolü, İstanbul 1997, s. 252-253) Vicdan, akıl ve duyu arasında bir sıralama söz konusu olduğunda üstünlük kesinlikle vicdana aittir. İkinci sırada akıl, son sırada ise duyular yer alır. Üstünlüğün her daim vicdanda kalması onun selim fıtrattan ve aynı zamanda dinî-ahlaki değerlerlerden besleniyor olmasındandır. İşte bu mutlak üstünlüğü sebebiyledir ki vicdan akılla çatıştığında, aklın talimatıyla hareket etmek caiz değildir. Çünkü bu tarz bir hareket selim fıtratı bozmak anlamına gelir. İnsanın işlediği bir ahlaki suç karşısında vicdanın tazibi başladığında, aklın bu azabı dindirmeye yönelik mazeret üretiminin hiçbir şekilde kâr etmemesi de bu gerçeğin bir göstergesidir.

Öte yandan, vicdan insanın bozulmamış tabiatından süzülüp gelen ahlaki bir şuur olduğu için hak, hakkaniyet ve adaletin ne olduğunu düşünme, akıl yürütme gibi yollarla değil doğrudan bilir. Oysa akıl hep birtakım kıyaslar ve mantıksal önermeler üretir. Vicdan ile akıl arasındaki farkı anlama noktasında Müddessir 18-25. ayetlerdeki içerik öğretici olabilir. Rivayetlerden öğrendiğimize göre bu ayetler Mekkeli müşriklerin önde gelen figürlerinden biri olan Velid b. Muğire hakkında nazil olmuştur. Bu şahıs önyargısız ve hesapsız bir duyguyla Kur?an mesajına kulak verince, vicdanının sesi, ?Bu ne bir şair ne de kâhin sözüdür? der. Ancak bu arada aklı biraz da çevre baskısıyla vicdanının sesine karşı çıkar ve ardından zihninde kıyas ve mantık kurgusuna dayalı bir düşünme süreci başlar. (Bkz. Taberî, Câmiu?l-Beyân, XII. 309) Bu süreç surenin 18. ayetinde ?innehû fekkera ve kaddera? diye ifade edilir. Sonuçta söz konusu şahsın aklı vicdanına galip gelir ve bu durum bir sonraki ayette Allah tarafından, ?Hay kahrolası, ne (berbat) düşünce üretti, ne kötü akıl yürüttü? diye değerlendirilir.

Gelinen bu noktada akla çok kötü bir rol biçtiğimiz düşünülebilir ve ?Allah Kur?an?da akletmeye onca atıfta bulunmuşken akla böyle bir rol biçilmesi son derece isabetsizdir? denebilir. Ancak bize göre isabetsiz olan, böyle denilmesidir. Çünkü Kur?an?da geçen akıl (akletmek), salt akıl değil vicdanın ya da selim fıtratın sesine kulak veren akıldır. Eğer aksi olsaydı, yukarıda anılan ayetlerden akıl yürütmede pek mahir olduğu(!) anlaşılan Velid b. Muğire, ilk hitap çevresindeki müşriklerin değil müminlerin önde gelen şahsiyetlerinden biri olurdu. Ne var ki öyle olmadı. Çünkü söz konusu şahıs, doğrunun ne olduğu konusunda ölçüt olarak vicdanı değil, nefsani arzularınca ayartılan aklı esas almıştı. Nitekim İblis de Velid b. Muğire ile benzer bir tecrübeyi yaşamıştı. Zira İblis, tıpkı Mekkeli müşrikler gibi Allah?ın ilahlığını kabul etmiş, ancak O?nun secde emri karşısında -deyim yerindeyse- vicdanının sesini dinlemek yerine egosunu tek efendi sayan aklının buyruğuna uyarak kendini isyan ve küfre götüren bir kıyas üretmişti. (Bkz. Sâd, 71-76)

Akıl özellikle Batı?daki Aydınlanma tecrübesinden bu yana İslam dünyasında da pek çok Müslüman aydın için doğru ve yanlışın ne olduğunu gösteren yegâne ölçüt olarak baş tacıdır. Evet, akıl neyin ne olduğunu bilir, kavrar; fakat kalp ve gönülle ahenkli bir işbirliğine yanaşmadığında yanlış istikametlere yönelir. Aklın mürebbisi vicdandır. Vicdanın mahalli ise Kur?an?da sadr, fuad, lüb, nüha gibi kavramlarla ifade edilen ya da kısaca ilahî bir cevher olan kalp ve gönüldür. Ancak vicdanın mahallinin akıldan öte kalp ve gönül olması, onun sulu gözlü bir duygusallık, öfke ve başkaldırı nedir bilmeyen katıksız bir uysallık gibi görülmesini gerektirmez. Bilakis vicdan, haksızlık karşısında herkesi ve pek tabii ki kendini de adamakıllı sorgulayan, bu sorgulamasında ?ama?, ?fakat? diye başlayan hiçbir mazeret kaydı koymayan, hiçbir çifte standarda yaslanmayan bir güçtür. Bir yazarın ifadesiyle (Celal Çelik, ?Vicdan Nedir? Gerekli midir??, http://blog.milliyet.com.tr), vicdan kütlesi olmayan ama etkisi dışımızdaki bütün otoritelerin yaptırımından çok daha yoğun bir güçtür. Ayrıca vicdanın algısında ?Ben? ve ?Öteki? gibi kategorik bir ayırıma yer yoktur. Çünkü vicdan, başkasını kendisiyle özdeş görür; dahası başkasını anlamaya, onun duygusunu paylaşmaya, acısını kendi acısı gibi yaşamaya çalışır. Yine vicdan, hep haklının, mağdurun, mazlumun yanında yer alır. Bu yüzden en temel bileşeni genellikle zulüm ve adaletsizlik olan dünyevi iktidar ve güç odaklarıyla vicdan arasında hep büyük bir mesafe, asla sona ermeyen bir çatışma bulunur.

Vicdanlılık

Vicdanlılık ya da vicdan sahibi olmayı en iyi anlatan şey, iç sızısı ve azap olsa gerektir. Nitekim günlük dilde sıkça kullanılan, ?vicdanı sızlamak?, ?vicdan azabı çekmek? gibi deyimler de vicdanlılığın mahiyetini anlamada sızı ve azabın başat rol oynadığını gösterir. Burada sözü edilen sızı ve azap, haksızlık ve adaletsizlik gibi bir ahlaki bir suç işlendiği anda başlar ve ?keşke?lerle devam eder. Böyle bir durumda vicdan insana suçlu olduğunu tam anlamıyla ikrar ettirir ve bu aşamadan itibaren insan ne kendi vicdanının hâkimliğinden ne de kendi hakkında verdiği acımasız hükümden kurtulabilir. Bu noktada Tevbe 118. ayeti hatırlatmak gerekir. Bu ayette Tebük seferine katılmayan ve affedildiklerine ilişkin hüküm geciktirilen üç kişiden söz edilir. Ka?b b. Mâlik, Hilal b. Ümeyye ve Mürâre b. Rebî?den oluşan bu üç kişi, ilgili ayetten anlaşıldığına göre, vicdanlarının sesini dinlediklerinde dünya onca genişliğine rağmen başlarına dar gelmiş, çektikleri iç sızısı kendilerini tazib etmiştir (ve-dâkat aleyhim enfüsühüm).

Bu ayette geçen nefs kavramının vicdana karşılık geldiği söylenebilir. Buna mukabil, ?Nefs hep kötülüğü telkin eder.? (Yûsuf, 53) mealindeki ayet hatırlatılabilir ve dolayısıyla vicdan gibi temiz bir şuur ile nefs arasında doğrudan bir ilişki kurmanın isabetsiz olduğu ileri sürülebilir. Ancak nefsin hep kötülüğü telkin ettiğini bildiren ayet, genellikle sanıldığının aksine, genel geçer anlamda ?nefs?e değil, ?Ben (bütün bunlara rağmen) kendimi temize çıkarmıyorum.? (Yûsuf, 53) sözünden de anlaşılacağı üzere, Hz. Yusuf?un kendi nefsiyle ilgili hükmüne işaret eder. Nitekim mutasavvıflar da Kur?an?daki kullanımlarından hareketle nefs kavramını emmare, levvame, mutmainne, mülheme, radiye, mardiyye, kâmile gibi farklı kategorilere ayırmışlardır. Hep doğrunun, haklının ve adil olanın tarafında yer aldığı, yanlışlık ve haksızlık karşısında ise sızlayıp insanı tazip ettiği dikkate alındığında, vicdanlı olmanın belki de tam olarak nefs-i levvame kavramıyla ifade edilebileceği söylenebilir. Zira nefs-i levvamenin en temel özelliği, kahr-ı nedamet, yani işlenen suçlardan duyulan pişmanlığın insanı ezmesidir.

Nitekim tabiun neslinin ünlü müfessiri Mücâhid, Kıyâme 2. ayette Allah?ın yeminine konu olan nefs-i levvamenin bir medh sıfatı olduğunu, zira burada ifa fırsatını elden kaçırdığı iyiliklerden dolayı pişmanlık duyup kendini kınayan, işlediği günahlar yüzünden nefsini ayıplayan, iyilik adına yaptıklarından dolayı da kendi nefsini şımartmayan bir insanın, yani gerçek manada bir müminin nefsinden söz edildiğini belirtmiştir. (Bkz. Mâverdî, en-Nüket ve?l-Uyûn, VI. 151) Aynı şekilde Hasen el-Basrî de nefs-i levvame hakkında, ?Bu gerçek müminin nefsidir; zira gerçek mümin her daim kendi nefsini kınar. ?Bu sözümle neyi kastettim??, ?İçimden geçen bu duygu ve düşünceyle neyi murat ettim?? diye kendi kendini sorgular ve yine iyilik namına yapamadıklarından ötürü de nefsini paylar.? demiştir. (Bkz. Hevvârî, Tefsîru Kitâbillâhi?l-Azîz, IV. 440) Seyyid Kutub bu konuda en doyurucu yorumun Hasen el-Basrî?ye ait olduğunu söyledikten sonra şunları eklemiştir: ?İşte Allah katında üstün ve değerli olan nefis, bu özünü eleştiren, uyanık, çekingen, sakıngan, iç konuşmalarla kendini denetleyen, hesaba çeken, çevresini gözetleyen, arzularının iç yüzünü belirlemeye özen gösteren, kendi kendini aldatmaktan kaçınan nefistir.? (Bkz. Seyyid Kutub, Fî Zilâli?l-Kur?ân, X. 285)

Bütün bu izahlar da teyit etmektedir ki nefs-i levvame, vicdanlılık ya da vicdan sahibi olmanın Kur?an?daki en uygun kavramsal karşılığıdır. Diğer taraftan, vicdanlılığın en temel tezahürlerinden biri nedamet duygusudur. Bu duygu genellikle ?keşke?lerle başlar ve ?keşke?lerle devam eder. Eğer bu ?keşkeler?, hata ve günahtan avdet etmeyi mümkün kılan bir nedamete dönüşmezse hiçbir anlam içermez. Anlamlı ya da yanlıştan dönmeyi mucip bir nedamet duygusuyla meczolmuş tüm ?keşkeler? ise Kur?an?da tövbe (tevbe) kavramıyla ifade edilir. Tövbe, işlenen suçtan dolayı pişmanlık duymak ve bu duyguyla Allah?ın huzurunda ?Ben yanlış yaptım? diye itirafta bulunmaktır. Buradaki itirafçı ise vicdandır.

Yeri gelmişken vicdanlılığın sevgi ve merhamet ile ilişkili olup olmadığı meselesine de kısaca değinmek gerekir. Sevgi, nesnesi müphem olarak kullanıldığında amorf (şekilsiz/biçimsiz) bir kavramdır. Çünkü sevginin nesnesi iyi de olabilir kötü de. Oysa vicdan hep iyinin yanında yer alır; kötünün karşısında ise sızlanır. Vicdan, sevgi ve merhamet temelli bir duygu olarak kabul edildiğinde özellikle ahlak, adalet ve hakkaniyet konusunda şaşmaz terazi olma özelliğini kaybeder. Çünkü insan kötü de olsa sevdiği şeyleri kayırır. Bu türden kayırmalara kimi zaman merhamet duygusu eşlik eder. Kaldı ki salt sevgi ve merhametten çok kere maraz doğar. O halde vicdanın temeli sevgi ve merhamet değil, adalet ve hakkaniyet duygusudur. Bunun içindir ki Allah Nisa 135. ayette şahitlikle ilgili olarak, ?Ey müminler! Bizzat kendinizin, ana babanızın veya akrabanızın aleyhine de olsa, bütün gücünüz ve samimiyetinizle adaleti gerçekleştirin, hep haktan ve hakkaniyetten yana olun. Allah için şahitlik eden kimseler olun. Şahitlik konusunda insanların zengin veya fakir olmasına bakarak adalet ve hakkaniyetten sapmayın. (Yani zenginin gözüne girmek yahut yoksula merhamet etmek uğruna hak ve hakikati söylemekten kaçınmayın.) Zira Allah zenginin de fakirin de durumunu sizden çok daha iyi bilmektedir. Şu hâlde, sakın arzu ve isteklerinize uyup adaletten ayrılmayın. Eğer şahit olarak gerçeği çarpıtırsanız veya şahitlikten büsbütün kaçınırsanız bilin ki Allah yaptığınız her şeyden haberdardır!? buyurmakla sevgi ve merhamet duygusuna değil, vicdanın buyruğuna uyulması gerektiğine işaret etmiştir. Bu ayetten hareketle denebilir ki adalet duygusu sevgiden mutlak surette üstündür. Zira adalet duygusunu sevk ve idare eden güç sevgi değil vicdandır. Ancak vicdanın son kertesi adalet duygusu değildir. Bunun da ötesinde sorumluluk duygusu vardır. İnsanın Allah?a karşı sorumluluklarını hatırlatan ve bu konuda insanı salih amele yönlendiren unsur ise vicdandan öte gerçek manada imandır.

Vicdansızlık

Vicdan her insanda vardır ve bundan dolayıdır ki neyin ahlaki neyin gayriahlaki olduğu hususunda vicdan herkese aynı şeyi söyler. Ancak kimi insanlar vicdanın sözünü dinler, kimi insanlar dinlemez. Söz dinleyip dinlememek iradeye bağlıdır. Selim fıtratı bozulmuş olan insandaki irade vicdanının sesine pek kulak vermez; onun iyilik yolundaki tavsiyelerini dinlemez. Vicdan insanoğlunun selim fıtratını ifade etmesi hasebiyle özünde iyidir. Ancak bu iyilik mutlak değil görecelidir. Vicdanın iyi oluş keyfiyetini güçlendiren temel faktör Allah korkusudur. Bunun içindir ki Merhum M. Akif, ?Ne irfandır veren ahlaka yükseklik, ne vicdandır / Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.? (M. Akif Ersoy, Safahat, Beşinci Kitap) demiştir.

Vicdanı rahatsız eden ve aynı zamanda güçsüzleştiren unsurlara gelince, bunların başında masiyet (günah) yer alır. Günahlar ilk planda vicdanı rahatsız eder. Nitekim Hz. Peygamber, ?Günah nedir?? sorusuna, ?Vicdanı (nefs) rahatsız eden şey.? (Tirmizî, Zühd, 52) diye cevap vermiş; ayrıca fetvanın vicdandan istenmesi gerektiğini belirtmiştir. (İbn Hanbel, el-Müsned, IV. 194) Günahların alışkanlığa dönüştürülmesiyle birlikte vicdani rahatsızlık gitgide zayıflar ve sonunda vicdan hiçbir günaha tepki vermez hâle gelir. Vicdansızlığı yaratan hâl işte bu hâldir. Çünkü böyle bir halde vicdan artık ölmüş olur. Vicdanın ölmesi demek, bir bakıma ruhsal beynimizin, hatta en güvenilir ahlak hocamızın ölmesi demektir. Diğer bir deyişle, vicdansızlık, egomuzu ve duygularımızı kayırmak, dolayısıyla selim fıtrat gereği kendi kendimizi suçlama, sorgulama, kendi aleyhimize tanıklık etme ve yine gerektiğinde kendi kendimize savaş açıp ceza verme yetimizi ya da kısaca en başta kendimize karşı dürüst olma erdemimizi kaybetmektir. Haddizatında vicdansızlık dünyevi düzlemde daha fazla işe yarar. Zira bu sıfat bir bakıma ahlaki değer açısından hat-hudut tanımazlık demektir. Bu sıfatla muttasıf bir insanın salt dünyevi emellerine ulaşma, bu tür hedeflerini gerçekleştirme imkânları çoğalır. Ancak bu durumda vicdandan, dolayısıyla insandan geriye hemen hiçbir şey kalmaz. Çünkü vicdanını kaybeden insan hem vahşileşir hem de behîmîleşir. Gelinen bu nokta ise Kur?an?da ahlaki düşüklüğün en üst derecesi anlamında kullanılan ?esfel-i safilin? derekesinin ta kendisidir. Bunun içindir ki gene Merhum M. Akif şöyle söylemiştir:

?Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havf-ı Yezdân?ın;

Ne irfanın kalır te?siri kat?iyyen, ne vicdanın.?

Hayat artık behîmîdir? Hayır, ondan da alçaktır.

Not: Bu yazı, Diyanet  Aylık Dergi Kasım 2009 sayısında yayınlanmıştır

Doç. Dr. Mustafa Öztürk
Çukurova Üniv. İlahiyat Fak.

 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.