Sanat ve ahlâk

Sanat ve ahlâk
 Sanat ve estetik tarihi, sanatı bir gayenin emrine vermek isteyenlerle sanatın kendisinden başka gayesi olmadığını savunanlar arasındaki mücadelenin...


 

Sanat ve estetik tarihi, sanatı bir gayenin emrine vermek isteyenlerle sanatın kendisinden başka gayesi olmadığını savunanlar arasındaki mücadelenin tarihi olarak okunabilir.

Geleneksel dünyada ahlâk, sanat ve bilimler, hikmet şemsiyesi altında birbiriyle dayanışma halindeydi. Modernite, bu üç alanı birbirinden ayırıp bağımsızlaştırdı. Habermas'ın "modernliğin kültürel ayrışması" dediği bu süreç, ahlâk, estetik ve bilimin kendi alanları dışında hiçbir kıstasa bağlı olmaksızın hür bir biçimde ilerlemelerini öngörüyor ve buna imkân sağlıyordu. Aydınlanma projesinin, dolayısıyla modernitenin en önemli tezahürlerinden biri bu ayrışmadır. Ve belki de projenin en başarısız olduğu alandır. Çünkü uzmanlaşma ve özerkleşme, bu alanlar arasındaki bütün irtibatların kopmasına yol açtı.

Mademki sanat kendi kuralını kendisi koyacak, ahlâk, bilim veya dinden emir almayacaktır, o halde sanatçının önündeki tek yol, kendi tecrübesini esas almaktır. Yeni, daima yeni... Kendi tecrübesini son noktasına kadar götüren sanatçı, toplumdan, toplumun değerlerinden, inançlarından, geleneklerinden uzaklaşıp bağımsızlaşacak, sanat eseri kendi halis formunu bu şekilde bulacaktır. Bu sürecin vardığı nokta bilimi ve sanatı yaşanan hayatın dışına itmek olmuştur. Modern şiirin öncülerinden Baudelaire için, "modern olmak", geçmişte kalmış olanların unutulması ya da bastırılmasıdır.

Modern dünyada sanat artık hiçbir ahlâkî kayıt ve sınır tanımamakta, hatta kendi geçmişini ve sınırlarını da inkâr ve ihlâl etmektedir. Postmodernizm, modern dünyada sanatın gelip dayandığı açmazın sonuçlarından biri olarak görülebilir. Aklın dünyaya aşırı yüklenmesi sonucunda ortaya çıkan bütün reaksiyoner akımlar postmodern çerçevesi içinde filizlenip gelişme imkânı bulmaktadır.

Aslında bu çok karmaşık bir meseledir. Modern sanat, başlangıçta "protest" nitelik taşıyor, insanlığı korkunç iki dünya savaşına sürükleyen kokuşmuş emperyalist batı medeniyetine, bu medeniyetin ahlâkî değerlerine, ekonomik ilişkilerine, tarihi, dili yorumlayış biçimine duyulan öfkeyi ve isyanı temsil ediyordu. Sanatın bile kapitalistlerin arkasına gizlendikleri ve kara paralarını aklamak için kullandıkları bir araca dönüştürüldüğü batı medeniyetine itiraz eden sanat arayışlarının bu açıdan bakıldığında ahlâkî çıkışlar olduğu bile söylenebilir. Marcel Duschamp 1917 yılında bir pisuarı, "Çeşme" adını vererek "sanat eseri" diye bir duvara asmıştı. Bazı sanat tenkitçileri, Dadaizm'in ve Sürrealizm'in Duschamp'ın "Çeşme"sinden akan suyla dolduğunu söylerler. Sanat, artık sanatçının olup bitenlere ferdî ve ontolojik muhalefetini, öfkesini ve intikam alma arzusunu ifade ediyor. Bugün "güncel sanat" (contemporary art) adı verilen ve "eser" değil "iş" denilen uygulamalar buradan doğmuştur.

Sanat ve ahlâk meselesi tartışılırken sanat piyasasından da söz edilmesi şarttır. Sanat her zaman bir yatırım aracı olmuştur, ama bugün Amerikalılardan Japonlara, Araplardan Latin Amerikalılara kadar inanılmaz genişlikte ve çok zengin bir müşteri topluluğuna hitap etmektedir. Bu piyasa, kendisine meydan okuyan protest sanat anlayışlarını bile kısa sürede çarklarının dişleri arasında etkisizleştirerek kendine hizmet eder hâle getirmektedir. Geçen asrın başlarında bir blöfçü olarak kabul edilen Picasso, bugün dünyanın en pahalı ressamıdır.

Yukarıda sözünü ettiğim özerkleştirme çabası, sanatı, hiçbir kayıt ve sınır tanımadığı için ahlâkçılar tarafından sorgulanır hâle getirmiştir. Sanatı tartışmasız bir özerk alan olarak kabul eden sanat çevrelerinin, bu anlayışa karşı dini ve ahlâkı referans alarak eleştiri yöneltenlere karşı tavizsiz tutumları, bu alanı bir bakıma eleştirmeyi imkânsızlaştıran bir çeşit 'kutsallık' zırhına büründürmüş, başka bir ifadeyle, sanatı modernitenin 'kutsal'ı haline getirmiştir. Bu 'kutsal alan', aydın despotizminin de güvenlikli sığınaklarından biridir ve sanat eleştirisini anlamsız kılmaktadır.

[Derkenar] Harrangürra

Harrangürra, eskilerin sık sık kullandıkları, şimdilerde tamamen unutulmuş bir kelime. Gürültü, patırtı, düzensizlik, kargaşa gibi anlamlara gelir. Bu anlamı ses olarak daha güzel ifade edebilecek başka bir kelime düşünemiyorum. İstiklâl Caddesi'nde yürürken yahut Eminönü, Üsküdar ve Kadıköy meydanlarına yolum düştüğünde nedense aklıma takılan bu kelimenin kökünü öğrenmek için önce Kubbealtı Lugatı'na baktım; "ses taklidi söz" açıklaması yapılarak "Bir gürültü ve başıbozukluk içinde, düzensiz bir şekilde, rastgele" anlamı verilmiş. TDK'nın Türkçe Sözlük'ünde de menşe belirtilmemiş ve "Gürültü ile, özensiz olarak" açıklaması yapılmış. Birkaç etimoloji sözlüğüne de baktım, yoktu. Sonunda aradığımı Tietze'nin Tarihî ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Lugatı'nın yeni edindiğim ikinci cildinde buldum: "Gürültülü karışıklık" açıklamasını uygun gören Tietze, har gür ve hara güra'nın varyantı olduğunu belirttiği harrangürra'yı Farsçada "yaban eşekleri" anlamına gelen hârân-ı gûr (wild ases) terkibine bağlıyor. Harala gürele de aynı kökten geliyor olmalı. Şaşırtıcı değil mi?

b.ayvazoglu@zaman.com.tr

19 Mayıs 2011, Perşembe

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.