Usta yönetmen Derviş Zaim: Hikaye anlatma geleneğini devam ettirmemiz lazım çünkü hikaye ilaçtır
Ankara
Çok farklı tema ve tarzlarda film yapması nedeniyle kendisinin "devamlı yeni, özgün denemeler yapmak isteyen bir arayışlar yönetmeni" olarak görülüp görülemeyeceğine yönelik soru üzerine Zaim, bu çeşitliliğin "sürekli bir arama ve o aradığı şeyi bir bulsa rahatlayacak" gibi bir sonuca varılmaması gerektiğini belirtti.
Türkiye'nin içinde olduğu coğrafyanın çok geniş bir temsil kabiliyeti olduğunu dile getiren Zaim, "Dolayısıyla çok farklı stilleri, üslupları bu coğrafyayı anlayabilmek, sindirebilmek, onun üzerine konuşabilmek için kullanmanın şık, hoş, uygun, optimal ve zevkli bir şey olacağını, güzel bir yolculuğa beni çıkarma ihtimali olduğunu düşündüm ve bu yüzden kendimi burada buldum. Bunları da çok hesaplamış değilim." ifadelerini kullandı.
Zaim, sinemayı diğer sanat dallarıyla bir araya getirme çabasıyla ilgili olarak, "Kimlik meselemiz devam ediyor. Bu konuyla ilgili filmler yapmak, sorular sormaya, soruları inceltmeye çalışmak gibi niyetlerim vardı. Dolayısıyla kimlikle ilgili sorular sorarken Türk sinemasının kendisine ait kelimelerle kendi cümlelerini kurmaya çalışması gibi bir niyete sahip oldum. Acaba bize ait malzemelerle bize ait bir söyleme biçimi, bir sinema etme, eyleme, üretme biçimi olabilir mi, böyle filmler ortaya çıkabilir mi, diye. Nokta, Cenneti Beklerken, Gölgeler Suretler ve Rüya filmlerinde yapmaya çalıştığım şeyin kökeninde bu yatar." değerlendirmesinde bulundu.
Bugün Türk sinemasının "nihilizm veya küçük şaşırtmacalar" dışında günümüzdeki insanın derdine çare olabilecek cümleler kurma ihtimalinin güçlü olmadığını belirten Zaim, "Halbuki biz birçok ülkeye benzemeyen bir ülkeyiz. Bizim aynı zamanda hikaye anlatma geleneğini devam ettirmemiz lazım çünkü hikaye ilaçtır, derde devadır." dedi.
Hikaye üretirken de "kendimize ait malzemenin" kullanılması gerektiğine işaret eden Zaim, "Başkasının sana verdiği silahla savaşa girersen başkasına muhtaç olursun. Sana ait malzemeyle, sana ait kaplarla, sana ait kalıplarla, anlatım biçimleriyle savaşa girersen kendi lafını daha sonuna kadar götürebilme ihtimalin olabilir. Yeni soru işaretlerine ulaşma ihtimalin olabilir... Ama bunları söylerken bir otarşiye çağırmıyorum sizi." diye konuştu.
Zaim, şöyle devam etti:
"Üç perde anlatısının içerisine muhafazakar bir biçim boşaltıldığı zaman zannediliyor ki muhafazakar film yapıldı. Ya da devrimci içerik boşaltıldığı zaman devrimci ve protest bir film ortaya çıktı zannediliyor. Hayır değil. Böyle olmaz. Bu yüzden ben biçim araştırmasının da gerekli olduğunu düşünüyorum ve ama biçim araştırmasının tikel olması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü şu çağda artık Yeni Gerçekçilik gibi, İngiliz Free sineması gibi ya da Alman Dışavurumculuğu gibi bir toplu yürüme olmaz. Sosyal ve ekonomik çok büyük bir çalkantı olmazsa olmaz. Sosyal ve ekonomik çok büyük indojen, egzojen çok büyük bir problem olmazsa yeni bir toplu sinema akımı gelmeyecek. Bireysel, tikel akımlar olacak. Bu anlamda da insanların sahih, sahici, ayakları yere basan bir şey yapabilmeleri için kendilerinin kendi dillerini aramaya çalışmaları gerekiyor. Arayışta da sahih olmak gerekiyor. Şimdi David Lynch çok şeyi öğretmiş olabilir bize ama David Lynch'i kes yapıştır burada yapmaya kalkışırsanız bir yere kadar gelebilirsiniz. Ondan ileriye gidemeyebilirsiniz. David Lynch'in bitirdiği yerden ben nasıl devam edebilirim sorusunu kendinize sormanız lazım. David Lynch'i izleyen bir adam A’mak-ı Hayal'i ne yapar? Soru bu."
Zaim, senaryolardaki tekdüzelikleri de eleştirerek, "Bir de beni rahatsız eden bir şey var. Bunu affınıza sığınarak söylemem lazım. Senaryolar. Bir adam köyüne döner ve köyünde kendisiyle ve geçmişiyle hesaplaşır. Artık bunlar bitsin. Minimalist dilde bunu çekiyorlar. Ya yapmayın Allah'ınızı severseniz yapmayın." yorumunu yaptı.
Söyleşinin ilgili bölümü şöyle:
"Arayışlar yönetmeni misiniz?"
Barışkan Ünal: Türk sanat sinemasında genellikle birey ve taşra odaklı, kentte olsa bile birey odaklı filmler yoğunluklu. Sizin filmografinizde ise Filler ve Çimen politik bir film, Çamur ile Gölgeler ve Suretler Kıbrıs'la ilgili, dönem filmi var Cenneti Beklerken. Sonra doğa filmleri Devir ve Balık gibi. Ardından Suriye hakkında savaşta geçen bir film. Bunlara baktığımda biraz sizi her seferinde yeni, özgün denemeler yapmak isteyen bir "arayışlar yönetmeni" gibi görüyorum. Bu noktada siz kendi sinemanızı nasıl görüyorsunuz?
Derviş Zaim: Bir çeşitlilik var ama bu çeşitlilik sürekli bir arama ve sürekli bir şeyin peşinde, aramaya çalıştığı bir şey var ve o aradığı şeyi bir bulsa rahatlayacak gibi bir sonuca varılmasın. Kendimi, evet, öyle konumlarda, farklı kompartmanlara sahip bir tren içerisinde konumlandırmak, ona benzetmek hoşuma gidiyor. Ama bütün bu arayışa rağmen kendime baktığım zaman neyin peşinde olduğuma dair kendime sorduğum sorulara verdiğim yanıtlar var. Bunları size söyleyecek miyim? Hayır söylemeyeceğim. Çünkü bunları size söylersem dersiniz ki “Bunun peşindeymiş” ve benim işlerimi ona göre, benim şu anda size söylemeye gayret edeceğim yalan ya da yanlış, eksik ya da fazla şeye göre yorumlamaya başlarsınız. Oysa benden bağımsız, benim işlerimi yorumlamak gibi bir hakkınız vardır. Hatta iyi ki de vardır. Benimle aynı fikirde olmasanız bile benim yaptığım işleri farklı yorumlayabilirsiniz ve bu benim hoşuma gider. Olumlu ya da olumsuz.
Ama kendime dair bir fikrim var. Neyin peşinde olduğuma dair bir kor, özde bir fikrim var. Mesela vicdan ve hakikatin önemli iki kavram olduğunu düşünüyorum benim yapmaya çalıştığım şeylerle ilişkin olarak. Ama içinde bulunduğum, doğduğum, büyüdüğüm coğrafya, eğitim gördüğüm yerler, hayattaki karşılaşmalarım bu coğrafyanın çok geniş bir eksene yayılan bir temsil kabiliyetine haiz olduğunu bana öğretti. Dolayısıyla çok farklı stilleri, üslupları bu coğrafyayı anlayabilmek, sindirebilmek, onun üzerine konuşabilmek için kullanmanın şık, hoş, uygun, optimal ve zevkli bir şey olacağını, güzel bir yolculuğa beni çıkarma ihtimali olduğunu düşündüm ve bu yüzden kendimi burada buldum.
Bunları da çok hesaplamış değilim. Kendimi bunların içerisinde buldum. Bir akışla birlikte bu devam ediyor ve iyi ki devam ediyor. Başka türlü yapamadığım için böyle yapıyorum, öyle söyleyeyim, yani elimden başka türlüsü gelmiyor. Yine yapmaya kalksam benzer bir akış içerisinde aynısını yapacağım. İyi ki de böyle yapacağım. Örneğin, Kıbrıs'ta doğdum. Kıbrıs'la ilgili filmler yapılmamıştı. Yapılan filmler çok kötü filmlerdi. Temsil kabiliyeti düşük filmlerdi. Temsil kabiliyeti daha yüksek filmler yapmak istedim.
"Türk sinemasının kendisine ait kelimelerle kendi cümlelerini kurmaya çalışması niyetine sahip oldum"
Barışkan Ünal: Sizin tarzınızda bir diğer dikkat çeken yön de temanın yanı sıra sinematografide de farklılıklar denemeniz. Sanatın farklı dallarıyla sinemayı sinematografide de iç içe geçirmeye çalışıyorsunuz. Örneğin Cenneti Beklerken'de kahramanların yolculuklarını minyatür üzerinden görüyoruz. Bazen gerçek görüntülerle iç içe geçiyor ya da Nokta'da hat sanatı işlendiği için kamera da aynı bir hat yapar gibi yeryüzünden gökyüzüne, gökyüzünden yeryüzüne dönerek geçiş yapıyor. Bunun altında yatan neden nedir, siz sinemayı sanatlarla birleştirmeye mi çalışıyorsunuz yoksa aynı zamanda Türk sineması için kendi sanatıyla birleşecek bir dil, biçim oluşturma isteği de bunun altında var mı?
Derviş Zaim: İkisi de var. Şimdi bizim son 200 sene Batılılaşma serüvenimiz oldu. Bu Batılılaşma serüveninin bizi getirdiği yer, bunun sancıları, gerilimleri hala daha devam ediyor. Kimlik meselemiz devam ediyor. Bu konuyla ilgili filmler yapmak, sorular sormaya, soruları inceltmeye çalışmak gibi niyetlerim vardı. Dolayısıyla kimlikle ilgili sorular sorarken Türk sinemasının kendisine ait kelimelerle kendi cümlelerini kurmaya çalışması gibi bir niyete sahip oldum. Acaba bize ait malzemelerle bize ait bir söyleme biçimi, bir sinema etme, eyleme, üretme biçimi olabilir mi, böyle filmler ortaya çıkabilir mi, diye.
Nokta, Cenneti Beklerken, Gölgeler Suretler ve Rüya filmlerinde yapmaya çalıştığım şeyin kökeninde bu yatar. O filmlere bakarsanız bir sanatçı ana kahraman olarak ortaya çıkar. O sanatçının geleneksel denebilecek bir sanatla bir bağı vardır. Onu yaşadığı çağ ile şu ya da bu şekilde irtibatlandırmak ister ve bu benim o hikayeyi anlatma biçimimin üzerine de etki etmeye başlar. Böylelikle biçim ve içerik arasında daha farklı bir yere oturması söz konusu olur filmlerin ve bu Batılıların bize sunduğu sinema biçiminin daha farklı dışına çıkabilme ihtimali olan cümleler kurabilmek gibi bir denemeyi yapmamı kolaylaştırır.
Ama bunlardan ibaret bir filmografim de yoktur. Çok daha farklı işler de yaptım. Mesela belgeselle kurmacayı birbirine aşı yapmaya çalıştığım filmler de bu kompartmanların dışında yapmaya çalıştığım şeyler, Devir ve Balık filminde veya Tavuri belgeselinde olduğu gibi. Tavuri belgeselinde de Türk belgeselinde anlatımcı tarzın dışında bir örnek olarak ortaya çıkmasını sağlamaya çalışmıştım.
"(Sinemanızı hibrit olarak tanımlayabilir miyiz?) Buna katılırım"
Barışkan Ünal: Merak ettiğim bir unsur daha var. Sanat sinemasında daha durağan bir anlatım tarzı varken siz hala hikaye anlatıcılığını sürdürüyorsunuz. Klasik anlatıdaki kadar formüller üzerinde değilsiniz ama hala baskın karakteriniz, baskın çatışmalar ve anlatı formu var. Bu noktada sinemanızı, hem seyirciyi çekecek hem de katmanlı okunabilen, sanat sinemasıyla ana akım sinemasını birleştiren daha hibrit bir sinema olarak tanımlayabilir miyiz?
Derviş Zaim: Bu doğrudur, buna katılırım ama biraz daha açmam gerekiyor. Klasik sinemanın dışında farklı sinemaların ortaya çıkabilmesi için büyük sosyal krizler yaşanması gerekiyordu. İkinci Dünya Savaşı bunun en büyük işaret fişeklerinden biri oldu. İlgili ülkelerin, İngiltere'nin, Almanya'nın kendi içindeki büyük krizleriyle kendi sinemaları daha farklı yönlere doğru gittiler. Klasiğe mesafe almak istediler. Kendi cümlelerini, kendi baskı mekanizmalarını, kapitalizmin onları getirdiği yerde kapitalizmle hesaplaşmalarını şu ya da bu şekilde sinema kanalıyla ifade edebilmek için o yollara girdiler. Burada yaptıkları şeylerden bir tanesi yapıyla oynamaktı, öteki minimalizmdi.
Yapıyla oynama söz konusu olduğunda da bize, üçüncü dünya sinemalarına şu düştü: Yapıyla siz oynamayın dediler bize, yapıyla biz oynarız. Yapıyla oynamamız gerekiyorsa o size kalmış bir şey değildir, o bizim uhdemizdedir, yapıyla biz oynarız. Sizin yapmanız gereken şey aynen İranlıların yaptığı gibi minimalist işler yapmaktır. -Ya da yapıyla oynayacaksanız da şimdi şimdilerde sanat özellikle müze, küratör eksenli sinema gibi bir şey ortaya çıkmaya başladı, başlayacak, bu daha da güçlenecek, Türk sineması için de böyle-. Klasik sinemanın yapısıyla oynamanız gerekiyorsa da ancak bizim size verdiğimiz formüllerin üzerinde gidebilirsiniz, dolaşabilirsiniz ve sonra onu kapatabilirsiniz. Nedir o? Klasik sinemanın inşa etme, sahne, sekans ve yapı inşa etme stillerini, üç perde anlatısını uygulamayacaksınız. Onun dışında olan kuralları uygulayacaksınız. Mesela esas olanın üzerine değil, yan olan olayın üzerine gideceksiniz. Orada kalacaksınız, böylelikle bir protest tavır geliştireceksiniz. Bu ya da buna benzeyen şeyler söylüyorlar.
"(Hikaye) Başkasının sana verdiği silahla savaşa girersen başkasına muhtaç olursun"
Derviş Zaim: Umarım yanılırım. Gördüklerim beni yanıltmıyorsa bunlardan çok büyük ihtimalle nihilizm çıkıyor ya da küçük şaşırtmacalar çıkıyor. O şaşırtmacaların, şaşırtıcı anların olduğu sinemanın dışında günümüzdeki insanın derdine, yalnızlığına, bırakılmışlığına çare olabilecek cümleler kurma ihtimali bu sinemanın çok güçlü değil. Halbuki biz birçok ülkeye benzemeyen bir ülkeyiz. Bizim aynı zamanda hikaye anlatma geleneğini devam ettirmemiz lazım çünkü hikaye ilaçtır, derde devadır ve bizim iyi hikayelere ne yazık ki, ne yazık ki diyorum ve utanarak bunu söylüyorum, ihtiyacımız var. Elbette hikaye anlatmayan bir sinemanın ne anlama geldiğini öğrenecek tecrübeye ve bilgiye sahibim. Hikaye anlatmayan bir sinemanın sanatta bir yere dokunduğunun da farkındayım ve bunun hakkını da teslim etmek isterim. Bunun farkında olarak laflarıma devam ettiğimin bilinmesini isterim. Fakat biz hala daha hikayelere ihtiyacı olan bir coğrafyada yaşıyoruz ve hikaye üretirken de size ait malzemeyle bunu kotarırsanız kendinize iyilik yaparsınız.
Niçin kendinize ait malzemeyle hikayenizi anlatmanız gerekir? Başkasının sana verdiği silahla savaşa girersen başkasına muhtaç olursun. Sana ait malzemeyle, sana ait kaplarla, sana ait kalıplarla, anlatım biçimleriyle savaşa girersen kendi lafını daha sonuna kadar götürebilme ihtimalin olabilir. Yeni soru işaretlerine ulaşma ihtimalin olabilir. Yeni bir yerleri bulabilme ihtimalin olabilir, kazma ve bulduğun şeyi anlama ihtimalin olabilir. Neyi aradığını bilmeyen adam bulduğu şeyi anlayamaz. Bunun için de kazmayı, küreği, şunu, bunu senden yaparsan şansın artabilir.
Ama bunları söylerken bir otarşiye çağırmıyorum sizi. Kendi içine kapanmaya, sadece "Bizi en iyi biz anlarız, dışarıya biz kendimizi kapatalım, dünyadan izole bir sinema yapalım, sadece geleneğe yaslanalım", böyle bir şey söylemiyorum. Dünyada ne olup bittiğini sonuna kadar takip edeceğiz ama bunu yaparken de burada neler oluyor, ne bitiyor bunlarla da temas ederek yapmamız gerekiyor. O yüzden dünyada olup biten her şeye bakacağız, göreceğiz ve aynı zamanda kendimize de bakacağız. Kendimizin bilmediği, keşfetmediğimiz bir sürü başka hikaye etme biçimleri vardır. Mesela Ahmet Mithat'ın hakkını verip vermediğimizden emin değilim.
Barışkan Ünal: Hangi açıdan?
Derviş Zaim: Yani bunlar roman yazmayı bilmiyorlardı, kafaları karışıktı, kötü romanlar yazdılar. Sonradan başladı roman. Recaizade Mahmud Ekrem'in, Allah razı olsun, onunla başladı roman. Bir kalıp var, böyle olmayabilir. O dönemlere bakmamız lazım. O dönemlerde ne vardı, niçin böyle yazmak durumunda kaldılar, beceriksizliklerinden mi böyle oldu? Onlar bir Balzac romanını yapmadılar, yazmak istemediler. Başka bir yöne gittiler. Acaba bu yön bize bugün ne verebilir? Söz gelimi hep söylediğim bir şeydir. Rüya romanının da kökeninde Şeyh Galip yer alır. Şeyh Galip'in mesnevisi yer alır. Mesela Şeyh Galip 40 yaşında ölmeseydi, biraz daha yaşasaydı ve ilk Türk romanını yazsaydı bugün bizim sinemamız ne olurdu?
"Biçim klasik olsun bize ait muhtevayı içerisine boşaltalım, al sana bize ait film, yok böyle olmuyor"
Barışkan Ünal: Söyledikleriniz biraz dijital platformlardaki yapımları aklıma getirdi. Türk yapımlarına baktığımda Türkiye'deki birkaç tarihi, yerel mekanda olmasını çıkartırsak bunları halen Türk yapımı olarak Amerikan veya diğer ülke yapımlarından ayırt edebiliyor muyuz, kendine özgü bir şeyi var mı diye sorduğumda cevap havada kalıyor.
Derviş Zaim: Tabii tabii. Bizde şöyle anlaşılıyor. Biçim klasik biçim olsun, bize ait muhtevayı onun içerisine boşaltalım, al sana bize ait film. Yok böyle olmuyor. Olmuyor. Olmadığını görüyoruz zaten.
Barışkan Ünal: Biçim yolunda da mı farklılıklara ve arayışlara ihtiyacımız var?
Derviş Zaim: Kesinlikle. Şimdi az evvel dedim ki üç perde anlatısının içerisine muhafazakar bir biçim boşaltıldığı zaman zannediliyor ki muhafazakar film yapıldı ya da devrimci içerik boşaltıldığı zaman devrimci ve protest bir film ortaya çıktı zannediliyor. Hayır değil, böyle olmaz. Bu yüzden ben biçim araştırmasının da gerekli olduğunu düşünüyorum ve ama biçim araştırmasının tikel olması gerektiğini düşünüyorum.
Çünkü şu çağda artık Yeni Gerçekçilik gibi, İngiliz Özgür Sinema gibi ya da Alman Dışavurumculuğu gibi bir toplu yürüme olmaz. Sosyal ve ekonomik çok büyük bir çalkantı olmazsa olmaz. Dünyanın nereye gittiğini bilmiyoruz. Dünya çok kritik zamanlardan geçiyor. Allah bizi beterinden saklasın. Ama sosyal ve ekonomik çok büyük endojen (içsel), egzojen (dışsal) çok büyük bir problem olmazsa yeni bir toplu sinema akımı gelmeyecek. Bireysel, tikel akımlar olacak. Bu anlamda da insanların sahih, sahici, ayakları yere basan bir şey yapabilmeleri için kendilerinin kendi dillerini aramaya çalışmaları gerekiyor.
Barışkan Ünal: O zaman daha çok genç sinemacılar kendi arayışlarına mı çıkmalı?
Derviş Zaim: Tabii ki. Hep onu söylüyorum ama arayışta da sahih olmak gerekiyor. Şimdi David Lynch çok şeyi öğretmiş olabilir bize ama David Lynch'i kes yapıştır burada yapmaya kalkışırsanız bir yere kadar gelebilirsiniz. Ondan ileriye gidemeyebilirsiniz. David Lynch'in bitirdiği yerden ben nasıl devam edebilirim sorusunu kendinize sormanız lazım. David Lynch'i izleyen bir adam A’mak-ı Hayal'i ne yapar? Soru bu.
"(Türk sineması) Sosyal, tarihsel koşullar, uluslararası dengeler bize böyle bir sinema verdi"
Seyirci sorusu: Türk sinemasının kimlik arayışıyla ilgili ne düşünüyorsunuz? Sizce bu arayış çözüme ulaştı mı veya ulaşıyor mu?
Derviş Zaim: Bu çözüm, nihai bir şey beklememeliyiz. Çünkü belli bir zaman diliminde o zaman diliminden geçmişe yönelik olarak içinde bulunduğumuz zamanın da ruhuna uygun olarak buna cevaplar bulabiliriz. 2025 yılı itibarıyla bunun fotoğrafını çekmeye kalkışsak inançlarımız, kullandığımız objektifin kendisi çekeceğimiz fotoğrafın nasıl olacağını belirleyecektir. Dolayısıyla her fotoğrafı çekenin farklı bir fotoğrafı, algısı olacaktır. Bunu bir kere koyalım.
Türk sinemasının benim söylediğimin dışında bir kimlik serüveni olmuş olabilir ama bu bile bir cevaptır sizin sorunuza. Böyle olabildi. Başka türlü de olamadı, demek ki başka türlü olmayacakmış. Çünkü yaşadığımız hayat, sosyal ve tarihsel koşullar, uluslararası dengeler bize böyle bir sinema verdi. Ben daha farklı, daha zengin olmasını isterdim kendi adıma. Daha başka arayışların olmasını isterdim.
Barışkan Ünal: Bu noktada Türk sinemasının mevcut durumu sizce nedir, hem sanat hem ana akım sineması açısından?
Derviş Zaim: Kafa karışıklığı var ama şimdi sanatta da kafa karışıklığı yerine çok net olsun her şey, belli ilkeler olsun ve o ilkeler çerçevesinde sanat yapılsın demek de tehlikeli. Çünkü o bizi Stalinist dönemin sanat anlayışına götürür. Bunu istemiyorum ben. Kafa karışıklığı da bu anlamda içimi gıdıklıyor, olumlu bakıyorum çünkü toplumun nabzını da tutabilme ihtimali olan işler oradan çıkabilir. Hiç hesapta olmayan birisi çıkar, bir laf söylemeye başlar. Kafa karışıklığı olsun ki sanat komiserleriyle uğraşmayalım bu saatten sonra; sen şunu yapacaksın, bunu yapacaksın, zinhar bunu yapmayacağım. Bu bizim canlılığımızı öldürür. Buna dikkat etmek gerekiyor. Ama belli ilkeler üzerine konuşmak, belli ilkelerin üzerinde anlaşmamız da fayda getirirdi. Elbette ilkeler de sonsuza kadar devam edecek ilkeler olmasa gerek, onlar da değişebilir, dönüşebilir. Herkesin üzerinde konuştuğu bir şeylerin olması, bunların yavaş yavaş geçmişten süzülerek gelmesi, bizi daha ileriye götürecek bir kaide bize sağlar. Keşke böyle olsaydı diye düşünüyorum.
Bir örnekle neyi kastettiğimi daha da iyi söyleyeyim. 1960'lı yıllarda çok büyük bir tartışma vardı. Sinematek grubuyla ve Metin Erksan, Halit Refiğ, ikiye ayrılmıştı Türk sineması. Birbirlerine giriyorlardı ama oradan bir şey çıkmadı. O büyük tartışmalardan, benzer tartışmalardan genellikle şöyle şeyler çıkar: Anlaşamıyoruz ama şu iki konuda anlaşabiliyoruz, gibi. Öyle bir şey de çıkmadı, keşke çıksaydı. Eğer öyle bir şey çıkmış olsaydı ondan sonra gelen kuşak, mesela Ömer Kavur o üzerinde anlaşılan iki muhayyel şeyin üzerine sinemasını kuracaktı. Belki onları da işin içerisine katarak kendi sinemasını geliştirecekti. Biz de Ömer Bey'in kattığı şeyden sonra başka bir şeyi onun üzerine koyacaktık. Bu yavaş yavaş tuğla tuğla üstüne başka bir yere doğru gidecekti. Olmadı. Herkes kendi göbeğini kendisi kesmek zorunda kaldı.
Barışkan Ünal: Biraz şu anda da sanki öyle devam etmiyor mu? Çok usta yönetmenlerimiz var, özellikle 2000'den itibaren çok güçlü yönetmenler ortaya çıktı ama Türk sinemasında o 1960'lı yıllardaki tartışma kadar bile bir tartışma yok gibi.
Derviş Zaim: Yok çünkü dünyada dengeler çok değişti. Dünyada fikirlerin battığını gördük. İnsanları heyecanlandıracak büyük akımlar eskisi gibi yok. Festivallere bakıyorlar. Çok DVD izliyorlar, çok DVD izleyince kafaları karışıyor.
Bir de beni rahatsız eden bir şey var. Bunu affınıza sığınarak söylemem lazım; senaryolar. Bir adam köyüne döner ve köyünde kendisiyle ve geçmişiyle hesaplaşır. Artık bunlar bitsin. Minimalist dilde bunu çekiyorlar. Ya yapmayın Allah'ınızı severseniz yapmayın.
Usta yönetmenin film yapım süreçleri
Çok kısıtlı bütçeyle çektiği ilk filmi Tabutta Rövaşata'nın Türk sinema tarihinde, Yeni Türk Sineması'nı başlatan bir dönüm noktası haline gelmesiyle ilgili olarak Zaim, "Hiç aklımın ucundan bile geçirmediğim şeylerdi bunlar. Yani ben filmin çekimini bitireyim o bana yeter diye düşünüyordum." dedi. Bu nedenle filmin başarısının kendisini şaşırttığını belirten Zaim, "Antalya'da “En İyi Film” diye anons edildiğimde etrafa bakındım. Yani 'Kim, nasıl yani, biz mi?' filan dediğimi hatırlıyorum. 'Olamaz ki' dedim. Duygum buydu sahneye çıkarken. Yani böyle bir şeyin olma ihtimali... İnanamamıştım." ifadesini kullandı.
"Kimsenin kimseye bakmadığı, bir dilim ekmek vermediği Los Angeles'ta" kısıtlı bütçeyle film çekilebiliyorsa, çevresinden destek alabileceği Türkiye'de rahatlıkla film yapabileceğini düşünerek yola çıktığını anlatan Zaim, "Sinema yapmaya çalışan adamın önünde kimse duramaz dememin altında yatan sebeplerden bir tanesi de budur. Açık kalplilikle insanlara kendinizi açarsanız ve projenin de böyle bir sahici tarafı olursa size yardım edecek insan her zaman bulursunuz ve bunlar kaliteli insanlar da olurlar. Böyle bir inancım her zaman olacaktır. Ne olursa olsun yani karşılaştığımız bütün duvarlara, hayırlara rağmen bu inancımı korumak yanlısıyım." dedi.
Zaim, hep iyi bütçelerle film yapmanın bir yönetmeni köreltebileceğine de işaret ederek, "Bu bir tehlikedir. Arada başka tarz işlere de el atmanız lazım. Bu yaratıcılığınızı yağlamanızı sağlar. Farklı bir perspektifle kendinize bakmanızı sağlar. Bu yüzden bütçeli olarak yaptığım işlerden sonra tırnak işareti içerisinde gerilla ya da yarı gerilla tarzına dönmek hoşuma gidiyor." diye konuştu.
Ayrıca, senaryosuz film denemeleri yapmayı sevdiğini dile getiren Zaim, "Bitmiş senaryolar var tamam ama bu seni hep bir yere götürüyor. Böyle olmasa, net senaryolar olmasa, hayat seni bir yerlere getirse, yapım koşullarını buna göre oluştursam, iyi niyetli, güzel insanlardan ekip kursam, oyuncular da böyle olsa neye giderim, nasıl bir iş elde ederim, acaba net bir senaryo olmadan o anda karşıma çıkan şeyle ben sahneleri yoğurmaya çalışsam ortaya ne çıkar, nasıl bir iş çıkabilir? Bunun peşine düşmeye çalıştım." dedi. Zaim, Devir filmi ve Tavuri belgeselinin böyle ortaya çıktığını kaydetti.
Çeşitli sanatların bir arada olduğu platformlar zinciri yaratmak istediğini aktaran usta yönetmen, yeni film projesiyle ilgili olarak da, "Fantastik bir şey yapmayı düşünüyorum. Bir paralel evrenler hikayesi yapmak istiyorum. Hiç şu ana kadar yaptığım hiçbir şeye benzemeyen bir iş yapacağım." dedi.
Söyleşinin ilgili bölümü şöyle:
"(Tabutta Rövaşata'nın tarihi başarısı) Hiç aklımın ucundan bile geçirmediğim şeylerdi"
Barışkan Ünal: Tabutta Rövaşata sizin ilk filminiz ve çok kısıtlı bir bütçeyle çektiniz. Hatta bunu "gerilla tarzı film" olarak tanımlıyorsunuz. Tam da bu ilk ve çok kısıtlı bütçeyle yapılan film Türk sinema tarihinde bir dönüm noktası oldu; Yeni Türk Sineması’nda sanat sinemasının başlangıcı sayılıyor. Filminizi yaparken böyle bir sonuç alacağınız hiç aklınıza geldi mi? Yola çıkarken düşünceniz ben Türk sinemasında özgün, yeni bir şey yapacağım mıydı, yoksa ilk yönetmen olarak daha çok kendinize dair kendinizi kanıtlama süreci miydi?
Derviş Zaim: Hiç aklımın ucundan bile geçirmediğim şeylerdi bunlar. Yani ben filmin çekimini bitireyim, o bana yeter diye düşünüyordum. Çünkü gerçekten fotokopi çektiğimiz, paranın hesabını yaparak işi sürdürüyorduk. Dolayısıyla aklımın ucundan bile geçmemişti. 17 günde çekersem dünyanın en mutlu adamı olacağım diye düşünüyordum. Gün sayıyordum. Nitekim 17'nci günde dünyanın en mutlu adamı olduğumu hatırlıyorum naçizane. Sadece bitirmek bile benim için çok önemli bir adım olmuş olacaktı. Öyle düşündüm. Sonra kendiliğinden geldi.
Barışkan Ünal: Sonraki tepkileri nasıl buldunuz? O zaman sizi şaşırttı biraz ilk filminizde bunu yaşamak.
Derviş Zaim: Gerçeği söylemem gerekirse evet şaşırttı. Antalya'da "En İyi Film" diye anons edildiğimde etrafa bakındım. Yani kim, nasıl yani, biz mi? filan dediğimi hatırlıyorum. Olamaz ki, dedim. Duygum buydu sahneye çıkarken. Yani böyle bir şeyin olma ihtimali... İnanamamıştım.
"Londra'da gittiğim kurs Tabutta Rövaşata'nın çıkmasını hazırlayan bir zaman dilimine dönüştü"
Barışkan Ünal: Boğaziçi İşletme okudunuz. Sinemayla ilgili seçiminiz için de "en zor yolu seçtim" diyorsunuz. Sizi etkileyen bir şey olması lazım ki üniversitede veya sonrasında en zor yolu seçtim dediğiniz bir yolu seçtiniz. Özel bir hikayesi mi var?
Derviş Zaim: Uzun hikaye. Ben alaylı olarak geldim. Sonradan sinemaya daldım ama alaylı olmanın da faydasını gördüm. Önce elim sobaya değdi, sobadan yandım ya da sobanın faydasını gördüm. Ondan sonra o işin mürekkebini yalamaya doğru gittim. Boğaziçi Üniversitesi'nde İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümü'nde okurken tanıdığım Üstün Barışta Bey bana çok yardım etti. İlk sinemaya ilişkin sistematik bilgileri ondan öğrendim. Derslerin haricinde de beni görmeye devam etti ve beni kendi setine de davet etti. Seti ilk onun sayesinde gördüm. Bana çok başka bir şeyi de sağladı. Türkiye'de usta çırak ilişkisi içerisinde usta çırağı ezer. Bu bir gelenektir. Yönetmenler ustaları tarafından yakılır, kör edilir, kavrulur. O ustanın yordamıyla gitmek zorundasınız. Onun dışına çıkarsanız o usta sizi aforoz eder. Benim şansım şu oldu: Beni ezen biri olmadı. Bu çok büyük bir şanstı Türkiye için.
Sonra İngiltere'de Warwick Üniversitesi'nde yüksek lisansta kültürel çalışmalar okudum. İlk romanımı yazmıştım. En azından hikaye edebilme, hikaye kurabilme konusunda deneyimlerim vardı. Orada hem literatürü görebilme şansım oldu hem sinema bölümüyle çok yakın ilişkilerimim oldu. Gece gündüz film izledim ve sinema bölümüyle tezimi yazdım. Onun bana çok büyük faydası oldu.
Londra'da üç gün için bir hafta sonu gittiğim bir kurs Tabutta Rövaşata'nın çıkmasını hazırlayan bir zaman dilimine dönüştü. O kurs neydi? Bir gün Guardian gazetesinde şöyle bir ilan vardı: Amerikalı önemli prodüksiyon amiri Londra'ya geliyor. Çok büyük bir para istiyor, üç günde size nasıl Oscar alacağınızı anlatacak. Bir sürü referansları var altta, bunların arasında çok önemli Amerikalı yönetmenler var. Ben bursu yatırdım, oraya gittim. Gidince anladım ki bildiğim şeylerden de bahsediyordu ama endüstrinin gelişmiş olduğu ülkelerde endüstrinin yanında ve dışında ve altında nasıl iki paraya film yaparsınız onu anlatıyordu.
Barışkan Ünal: Aslında tam da Tabutta Rövaşata'da lazım olan şeyler.
Derviş Zaim: Aynen öyle. Çok net kanunlar var, belediye, devlet, vergiler, kiralamalar var, o var, bu var. Bütün bunların üstesinden nasıl geleceksin, ölmüş eşek fiyatına nasıl film çekeceksin, bunu anlatıyordu. Yanımda yönümde şu anda çok meşhur olan İngilizler yönetmen adayları vardı. 10 günde nasıl çekersin, 15 günlük paran varsa ne yapacaksın, hararetli tartışmalar oluyordu. Benim işime yaramıyordu bunlar ama bana şunu verdi: Abi bu adamlar yapıyorsa ben haydi haydi yaparım, burada bunu yapmayı, Los Angeles'ta kimsenin kimseye bakmadığı, bir dilim ekmek vermediği yerde bunu yapmayı düşünebiliyorsa ben bunu Türkiye'de yaparım dedim ve Türkiye'ye geldim.
Yazdığım bir senaryo vardı, hala daha çekilmemiştir, Muz Eğrisi diye. Muz Eğrisi'ni Türkiye'de yapımcılara götürdüm. Boğaziçi'nden tanıdığım ve o sıralarda televizyona işler yapan bir iki yapımcıya gittim. Hiçbiri bana geri dönmedi. Sonra dedim ki bu iş başa düştü, Londra'da gördüğün o kurs var ya, o kurstaki gibi ölmüş eşek fiyatına çektin, çektin, yoksa bu iş bitecek dedim. O yüzden Tabutta Rövaşata'yı yazdım ve kolları sıvadım.
Annem bana emekli ikramiyesinden 60 kutu negatif alacak parayı verdi. Süha Arın değerli belgesel film yapımcısı bana iki kamerayı ve iki tane ışığını verdi. Görüntü yönetmeni benim Hisar'dan kahveden arkadaşımdı. Ahmet Uğurlu'ya gittim, gelir misin dedim, gelirim ama dizim var dedi. Allah yardım etti, dizi kalktı. Tuncel Kurtiz gelmem dedi, zorla adamın canını sıktım. En sonunda lanet olsun geliyorum dedi. Bir sponsorum vardı. Bir yemek fabrikası, günde bir öğün yemek verdi. O öyle çektik 17 günde. Yani tamamen dayanışma ve insanlar arası ilişkilerle.
"Film yapmak isteyen adamın önüne kimse geçemez"
Barışkan Ünal: Aslında genç sinemacılar için çok güzel bir örnek, sizin için çok zorlu bir süreç olsa da. Günün sonunda hakikaten azmediyorsanız ve elinizdeki iş çok iyi bir işse hala başarabilirsinizi gösteren bir film.
Derviş Zaim: Hiçbir zaman sinema yapmak isteyenin önüne hiç kimse geçemez. Onu size net söyleyebilirim. Böyle ama benim size anlattığım Tabutta Rövaşata hikayesi ya da başka hikayeler, bunları mutlaklaştırmayın. Her zaman böyle film yapılacak diye bir durum buradan çıkmasın. Çünkü Tabutta Rövaşata'nın gelebileceği yer var, gelemeyeceği yer var. Bunların ayrımında olalım en başta söylediğim gibi. Ama film yapmak isteyen adamın önüne kimse geçemez.
Seyirci sorusu: Eğer şu anki ortamda ilk filminizi yapsaydınız insanlardan yine yardım görür müydünüz sizce?
Derviş Zaim: Maddi ve manevi aynı faydayı görür müydüm bilmiyorum. Bunu hesaplayamam, ölçemem. Çünkü ben değiştim, dünya değişti. İnsanlar çoğu Hakk'ın rahmetine kavuştu. Ama farklı bir iş yapıldığı zaman ve insanlara açık konuşulduğu zaman insanların her zaman eğer gönüllerine hislenebilecek bir iş yaparsanız, size yardım etme ihtimalleri her zaman vardır. Bunu da savunuyorum. Zaten sinema yapmaya çalışan adamın önünde kimse duramaz dememin altında yatan sebeplerden bir tanesi de budur. Açık kalplilikle insanlara kendinizi açarsanız ve projenin de böyle bir sahici tarafı olursa, size yardım edecek insan her zaman bulursunuz ve bunlar kaliteli insanlar da olurlar. Böyle bir inancım her zaman olacaktır. Ne olursa olsun, yani karşılaştığımız bütün duvarlara, hayırlara rağmen bu inancımı korumak yanlısıyım.
"Arada başka tarz işlere de el atmanız lazım. Bu yaratıcılığınızı yağlamanızı sağlar"
Barışkan Ünal: Tabutta Rövaşata'yı gerilla tarzı olarak tanımlıyorsunuz. Tam olarak gerilla tarzı film dediğiniz nedir?
Derviş Zaim: Şimdi düzenli orduyla film yapmak ve gerilla tarzıyla film yapmak diye ayrımdan bahsetmemiz gerekiyor. Gerilla tarzı söz konusu olduğunda elinizde düzenli ve büyük bir bütçe, düzenli ekip yoktur. Dolayısıyla küçük bütçelerle, küçük ekiplerle çalışmak zorundasınızdır. Buna göre projeyi kurarsınız ve süreç öngörürsünüz. Yanlış izlenim olmaması için şu eklemeyi de yapmak zorundayım. Sinema üretiminde, hayatta hiçbir zaman hiçbir şeyi mutlaklaştırmamak lazım. Gerilla tarzı var olabilecek şeylerden sadece bir tanesi. Bazı işler vardır onu ancak gerillayla yapabilirsiniz. Bazı işler vardır, onu ancak bütçeyle yapabilirsiniz. Hatta bazı işler vardır ki onu parayla da yapamazsınız. Bunların ayrımına varmak gerekiyor ve bunun kokusunu almak gerekiyor.
Kendi kariyerimde de böyle işler çok yaptım ve bunların sırasını da değiştirmeye gayret ediyorum. Yani Filler ve Çimen gibi göreli bütçeyle çalıştığım bir projeden sonra işin nereye gideceğini hiç bilmediğim bir proje yaptım: Devir. Neredeyse Tabutta Rövaşata'ya dönüş söz konusuydu. Flash bellek, bütçeli bir filmdi, en yüksek bütçeyle çalıştığım film o filmdi. Ondan sonra çıkardığım Tavuri, beş seneden beri çekimleri devam eden bir belgeseldi ama ortalıkta bir bütçesi yoktu. En azından başlangıcında böyle bütçeler yoktu. Bunları da makineyi yağlamak için yaptığımı söylemem gerekiyor. Bir metafor kullanıyorum.
Makineyi yağlamaktan kastım ne? Bazen bütçelerle çalışa çalışa kendi yaratıcılığınızı hep bir yere doğru getirirsiniz. Bu bir tehlikedir. Arada başka tarz işlere de el atmanız lazım. Bu yaratıcılığınızı yağlamanızı sağlar. Farklı bir perspektifle kendinize bakmanızı sağlar. Kendinizi başka bir perspektiften ele almanızı sağlar. Bu yüzden bütçeli olarak yaptığım işlerden sonra tırnak işareti içerisinde gerilla ya da yarı gerilla tarzına dönmek hoşuma gidiyor.
"(Devir filmi) Deneyimin içerisine kendimi daha fazla bırakmak istedim"
Barışkan Ünal: Bir konuşmanızda diyorsunuz ki "Filmi asıl yazarken kazanırsın" ama aynı zamanda mesela Devir gibi sadece sinopsisle yola çıktığınız filmleriniz de var. Bu noktada senaryo sizin için nerede duruyor? Bir filme başlamadan önce senaryoyu tamamen bitirmeye mi çalışıyorsunuz, yoksa o sizin için sadece bir genel taslak, bir yol haritası mı?
Derviş Zaim: Devir'i o yüzden yaptım. Şimdi senaryoyu yazıyorsunuz. Seneler sonra, aylar sonra parayı buluyorsunuz ve parayla sete geçiyorsunuz. Fark ettim ki ben sette senaryoda yazdığımdan çok daha farklı durumlarla karşı karşıya kalıyorum ve iyi ki de öyle kalıyorum ve bundan zevk almaya başladım. Oyuncu benim kafamdaki oyuncu olmuyor ama onu yoğurmak hoşuma gidiyor. Işık, mekan, her şey sürprizler yapıyor. Hayat, bütçe akıyor. Onlarla boğuşmak zorunda kalıyorsunuz. Bunun üzerine daha fazla gideyim dedim.
Çünkü biz sinema yaparken aslında hani bir sufi deneyim gibi, zen deneyimi gibi bir şeyi yoğurmaya çalışıyoruz ama yoğurmaya çalıştığımız şey aynı zamanda bizi yoğuruyor. Bu deneyimin içerisine kendimi daha fazla bırakmak istedim. O anın size verdiği bütün fırsatları sonuna kadar götürmeniz nasıl ürünlere yol açabilir sorusunu daha da derinleştirmeye çalıştım. Çünkü olmuş bitmiş senaryolar var, tamam ama bu seni hep bir yere götürüyor. Böyle olmasa, net senaryolar olmasa, hayat seni bir yerlere getirse, yapım koşullarını buna göre oluştursam, iyi niyetli, güzel insanlardan ekip kursam, oyuncular da böyle olsa neye giderim, nasıl bir iş elde ederim, acaba net bir senaryo olmadan o anda karşıma çıkan şeyle ben sahneleri yoğurmaya çalışsam ortaya ne çıkar, nasıl bir iş çıkabilir? Bunun peşine düşmeye çalıştım. Devir böyle bir şeyle ortaya çıktı.
"Tavuri'yi çekerken ben dahil üç kişi vardı"
Derviş Zaim: Son çektiğim Tavuri de böyle işlerdi. Tavuri belgeseldir, benim çocukluk arkadaşımla ilgili bir filmdir. Çocukluk arkadaşım memleketin en büyük dolandırıcısı olmuştu. Onunla ilgili bir belgesel yapmak istedim ve onun da senaryosu yoktu. Senaryo kendiliğinden, zamanla çıktı. 5-6 yıla yayıldı, montajı senelerce sürdü. O da yolun içerisinde kendini bulan işlerden biri oldu. Böyle çalışmak hoşuma gidiyor. Ama bunlar için bütçenizin olmaması gerekiyor veya bütçenizin daha sonra bulunuyor olması ya da bunu karşılayabilecek yapım stratejisi kurmanız gerekiyor.
Barışkan Ünal: Ama senaryosuz konu istemediğiniz çok yöne de gidebilir, bütünlük ortaya çıkamama riski var.
Derviş Zaim: Çok. İlk filmimi yaparken Süha Arın değerli hocam beni kenara çekip "Oğlum seni bırakacak ekip" demişti. Adam bir şey biliyordu da söylüyordu. Milyonlarca örneği var. Şu anda Türk sinemasında kimse kimseye bir bardak su vermiyor. Haklılar.
Barışkan Ünal: Neden?
Derviş Zaim: İnsanların evine ekmek götürmesi lazım. İlk filminde sana yardım edebilirler. Üç hafta gelirler ama ilk film sonsuza kadar gitmez. İkinci film oldu, "ee param yok abi gel bana yardım et", olmaz. İnsanlar kaşeleri neyse onu isteyeceklerdir. Beş haftada çekilmesi gereken bir filmi üç haftada çekmeye kalkıştığında da o da olmuyor. Ne et oluyor ne balık oluyor sonra. Ama yapım koşullarını başka bir kafayla yapmaya çalıştığında ona göre işler çıkıyor. Ona göre mazotu, arabayı ayarlıyorsun ya da araba kullanmayacağım yaya gideceğim diyorsun. Mesela Tavuri'yi çekerken ben dahil üç kişi vardı. Bir arabaya ihtiyacımız vardı, malzemeyi arkaya koyuyorduk. Böyle çekebildik o filmi. Devir filminde de aynı şey söz konusuydu.
Bir zamanlar Türk sineması da böyleydi. Yönetmen dahil, bir minibüs dolusu insanla gidip geliniyordu. Malzeme de minibüsün tavanına konulurdu. Ömer Kavur bana bir minibüsle herkesin, oyuncular dahil sete gidildiğini, kariyerinin ilk döneminde Yusuf ile Kenan'ı öyle çektiğini anlatmıştır. Ancak çok büyük starlar, Hülya Koçyiğit, Filiz Akın, Türkan Şoray varsa o bir arabayla getirilirdi belki. Şimdi karavanlar, starların karavanları, tuvalet karavanları... Film böyle yapılmaz ve bunun dönüşü de yok.
"Sanatların bir arada olduğu platformlar zinciri yaratmak istiyorum"
Barışkan Ünal: Çamur, Gölgeler Suretler ve belgesel Paralel Yolculuklar’la Kıbrıs'a dair vermek istediklerinizi tamamladığınızı düşünüyor musunuz?
Derviş Zaim: Hayır, hiçbir zaman devam eden bir sürece dair bütün laflar tamamlanmaz ama cümlelerimin en azından kırık dökük de olsa bir kısmına nokta koyduğumu düşünüyorum. Noktalama işaretleri bitti mi, hayır. Çünkü hayat devam ediyor.
Barışkan Ünal: Rüya ve Rüyet.
Derviş Zaim: Rüya, bir mimar kadının İstanbul'da bir cami yapmasını ele alınan bir filmdir. Sancaklar Cami diye gerçek bir yapıt var, Emre Arolat Bey'in yaptığı. Arolat o caminin kabası bitince tanıtımını çekmek için girişimlerde bulunmuştu. Beni de çağırma nezaketini gösterdi. Camiden öyle haberdar oldum. Daha bitmemişti, kabasını görünce oradan bir film yapabilme ihtimali beni heyecanlandırdı. Çünkü Türkiye'deki cami inşa etme, mimarinin kendisiyle ilgili sorular sorabilme ihtimalini bana bağışlayacağını düşünmüştüm. Ayrıca Türkiye'deki mimarinin ve inşaatın geldiği yerle ilgili sorular sorabilme gibi bir şansa da sahip olacaktım. Kısacası başıma dert aldım. O filme girdim. Rüya filmi öyle çıktı ortaya. İnşaat bitmeden ekip topladık. Bir kere daha elde edilemeyecek bir atmosferi yakalayabilmek için gittik çekimler yaptık. Kredimizi kullandık, sağ olsun ekibin tümüne, oyunculara teşekkür ediyorum böyle bir şeyi bana sağladıkları için.
İkinci olarak her zaman kafamda bir metinler arasılık, bir "intertekstualitet" yaratmak vardı. Değişik sanatlar arasında sadece sinema için geleneksel sanatlarla ilgili yaptığım filmlerdekinden ibaret olmayan bir metinler arasılık yaratmak niyetim vardı. Başka sanatları da yaptığım işlerin içerisine katmayı düşündüm. Mesela bir roman yazdım. Adı Rüyet. Rüyet romanı, Rüya adlı film başlamadan önceki olayları ele alır. Karakterler aynıdır, farklı karakterler vardır. Ama öyle bir şey yapayım ki birbirlerinden bağımsız olarak okunabilsinler ya da izlenebilsinler dedim. Yani Rüya filmini izlemek ve ondan zevk alabilmek için Rüyet'i okumanız gerekmiyor. Keza tersi de doğru. Rüyet'i okuyup ondan zevk alabilmek için Rüya filmini izlemeniz gerekmiyor. Fakat o ikisini izlerseniz farklı bir okumaya da sahip olabilirsiniz.
Bütün bunlar bittikten sonra bir edebiyat eseri ve bir sinema ve onların öncesinde benim mümessili olmadığım bir cami, mimari eser, bir üçlü sac ayağı, metinler arasılık ortaya çıktıktan sonra geçen yıl (2024) haziranda bir başka şey daha yaptım. İlk kez kariyerimde bir çağdaş sanat girişiminde bulundum. Adı Berzah. Lefkoşa Bienali'nin parçası olarak bütün romanı, önlü arkalı 1,5 metreye 2 metrelik bir bayrağa bastım. Sonra o bayrağı 7 metrelik bir göndere çektik. Bayrak şu anda Lefkoşa'da Çağlayan Parkı'nda göndere duruyor ve eriyor. Erimenin kendisi, bozulmanın kendisi enstalasyonun (yerleştirme sanatı) ve performansın kendisi halinde duruyor. Yani sinema, mimari, edebiyat ve çağdaş sanat bir metinler arasılık oluşturuyorlar. Bundan sonra da böyle şeyler yapmaya devam edeceğim. Çeşitli sanatların bir arada olduğu ve birbirleriyle konuşabildikleri, birbirlerine el verebildikleri, birbirlerini genişletebildikleri, birbirlerine ket vurabildikleri, birbirleriyle kavga edebildikleri bir platformlar zinciri yaratmak istiyorum.
"Dayak yeme sanatını öğrenmek gerekiyor. Dayak yemek iyi bir şeydir"
Seyirci sorusu: Filler ve Çimen'de sizin yaşanmışlık veya tanıdığınız birisi üzerinden gidildi mi, tamamen hayal ürünü bir senaryo mu? Filmin başarısı senaryosu mu yoksa tanınmış isimlerle çalışmanızın faydası var mı?
Derviş Zaim: Bir filmin nasıl karşılanacağı bağlamsaldır. Bazı filmler bazı zamanları beklerler, o zamanlar gelmeden anlaşılamazlar. Bazı filmler de vardır, hakkı teslim edilir. Kimi filmler vardır çok aşırı şekilde hakkı teslim edilir, gereğinden fazla alkışlanır. Bu hep olmuştur, olmaya da devam edecektir. Bunlara takılmamak gerekiyor.
Alkışla olan ilginizi ve alakanızı ve düşkünlüğünüzü ve bağımlılığınızı iyi etüt etmeniz gerekiyor. Dayak yeme sanatını öğrenmek gerekiyor. Dayak yemek, hayır yanıtı almak iyi bir şeydir. İnsanlardan hayır yanıtı alırsanız, doğru yolda olduğunuzu anlayın. Dolayısıyla bu ikisi arasında güzel bir denge kurmaya çalışmak gerekiyor: Alkış ve dayak. Sürekli olarak alkışlanırsanız ortada tekin olmayan bir şey var demektir, sürekli dayak yerseniz yine ortada tekin olmayan bir şey vardır. Alkış her zaman her şekilde olursa özellikle kendini bilmeyen birisiyseniz çok yanlış yerlere sizi götürebilir. En iyisi nedir biliyor musunuz? Hem alkışlanmak hem de dayak yemek.
"Hiçbir zaman benimle ilgili olumlu ya da olumsuz herhangi bir şeye yanıt vermişliğim yoktur"
Barışkan Ünal: O zaman arada eleştiri almayı seviyorsunuz.
Derviş Zaim: Akıllı insanların söylediği ve de iyi niyetle söylediği şeyleri elbette dinlemek isterim. Akıllıdır ama belli bir perspektiften bakar, o perspektifine ben katılmıyorum ama akıllıca bir şey etti, onu dinlerim. Ama adam ahlaksız, kötü niyetli ise onu ciddiye almam. Zaten hiçbir zaman benimle ilgili olumlu veya olumsuz herhangi bir şeye yanıt vermişliğim yoktur. Dayak yemeyi kabul etmek gerekiyor. Bu yola çıkan adam dayak yiyecek. Eleştirilecek, eleştirileceksiniz, bundan daha doğal bir şey yoktur.
Atilla Dorsay kariyerinin en kötü yazısını benim Tabut Rövaşata ile ilgili yazdı. Sonradan özür diledi, onu da söylemiş olayım. Saygıda kusur etmedik, kalkıp karşı yazılar yazmadık. Ama kendisi Türkiye'de olmayacak bir şeyi yaptı. Mesela üç yazı yazdı Tabutta Rövaşata ile ilgili. Sonra kitap çıkardı, orada ilk kötü yazısını koydu. Sonrasında ben bu filme tekrar bakacağım diye ikinci bir yazı yazdı. Üçüncü yazısında da ben bu filmi yanlış anlamışım, iyi filmmiş diye yazdı. Mesela böyle bir eleştirmen deneyimim vardır.
Barışkan Ünal: Demek ki eleştiriler ve düşünceler zaman içerisinde değişebiliyor.
Derviş Zaim: Değişebiliyor. Her zaman aynı şekilde insanların size aynı şekilde yaklaşmalarını bekleyemezsiniz. Kötü eleştiriler de olacaktır, olmalıdır da, olsun da. Eğer herkes sizi dediğim gibi alkışlıyorsa sizde yolunda gitmeyen bir şey vardır.
"(Yeni filmler) Bütçeleri bulmaya çalışıyorum"
Barışkan Ünal: Bütün filmleriniz sizin için belki çocuklarınız gibidir ama isminizin yanınıza tek bir film konulmak istese, seçeceğiniz filminiz var mı?
Derviş Zaim: Henüz çekmediğim film.
Barışkan Ünal: Yeni bir proje var mı?
Derviş Zaim: Ses enstalasyonu yapmak gibi niyetlerim var ama henüz ortada fol ve yumurta yok, sadece niyet var.
Barışkan Ünal: Çekmeyi planladığınız film var mı?
Derviş Zaim: Üç dört, üç dört projem var ama bunlar Tabut Rövaşata gibi olacak projeler değil. Bunların bütçeleri gerekiyor, bütçeleri bulmaya çalışıyorum.
Barışkan Ünal: Tema olarak en son yaptığınız doğa filmlerine benzer mi, yoksa bu sefer de yeni bir anlatı, farklı biçim mi deneyeceksiniz?
Derviş Zaim: Farklı bir biçim var. Fantastik bir şey yapmayı düşünüyorum. Bir paralel evrenler hikayesi yapmak istiyorum. Hiç şu ana kadar yaptığım hiçbir şeye benzemeyen bir iş yapacağım.
Diziler, seyirciler, dijital platformlar ve yapay zeka
Artık gişeden büyük gelirler elde etmenin mümkün olmadığını dile getiren Zaim, "Seyirci değişti. TikTok'ların, sosyal medyanın bu denli hıza alıştırdığı bir çağda seyirci, 120 dakikalık plan sekanslarla örülü, tempo ve ritmi oldukça düşük bir filmi izleyecek yetkinlik ve gelişmişlik ve incelmişlikte eski seyirciyi eskisi kadar bulabilme ihtimalimiz düşük." dedi.
Zaim, seyirciye ulaşmak için filmleri ya platformlara satmak ya da YouTube'a koymak gerektiğini anlatarak, "Ya da bir televizyonla, bir platformla önceden anlaşacaksınız. Finanse edecek size filminizi. Onun estetik ve politik dayatmaları karşısında pek fazla söyleyecek bir şeyiniz kalmayacak. Bu da sizin kendinize ait söylemek istediğiniz şeyler bağlamında bir başka otosansüre yol açma ihtimali olabilir." diye konuştu.
Sanat sinemasına da "çok incelmiş seyirci"nin gittiğine işaret eden Zaim, "(Onlarla ilgili de) Tezler, doktora tezleri yazılıyor. Onları kimse okumuyor. Kitaplar ortaya çıkıyor, tamam, ama o kadar oluyor." değerlendirmesinde bulundu.
Yönetmen Zaim, yapay zekanın dışlanamayacak kadar hayatın içinde olduğunu, bu nedenle belirli ahlak felsefesi içinde nasıl kullanılacağının tartışılması gerektiğini belirtti.
Dizi sektörüyle ilgili soru üzerine de Zaim, "Diziye bir itirazım yok. Şu anda Shakespeare yaşasaydı dizi yapardı." dedi.
Türk dizilerinin Yeşilçam'ın ruhunu ve duygusunu yansıttığı için yurt dışında başarı sağladığını söyleyen Zaim, "Bunun da ezbere, yani bir formülle yapıldığını, bir teorik çerçevesi olduğunu zannetmiyorum. İnsanlar içinden geldikleri gibi yaptılar onları ve duygularıyla Yeşilçam'dan gelen, hikaye anlatma geçmişimizden gelen, toplum yapımızdan gelen bir anlayışla o filmleri yazdılar, ürettiler. O duygu devam etti filmlerde ve o yüzden başarılı oldular." ifadesini kullandı.
Ancak dijital platformların Türk sineması ve dizisi sektörüne etkilerinin tartışılması gerektiğini dile getiren Zaim, "Büyük katkıları var, büyük zararları var. Fiyatlar, bütçeler, yapı, alışkanlıklar, üretme yordamları, bütün bunlar açısından bakmak gerekiyor. Şu anda bir yerde çekimin olduğunu nereden anlıyorsunuz? 15 tane karavan görüyorsun. 15 karavan nedir arkadaş? Hollywood'da yok böyle bir şey. Herkes star olmuş. Ya film yapamazsın, dizi yapamazsın (böyle), böyle bir şey yok. Samimiyet olmaz o sette, sahicilik olmaz o sette. Belli bir yordamla gidersin. Ha buradan geri dönüş olur mu? Bilmiyorum." diye konuştu.
Usta yönetmen, ilk filmini yapmak isteyenlere de "senaryoyu sağlam tutması" öğüdünde bulunarak, "Tavsiyelerimden bir tanesi de şu olacaktır: Üç perde anlatısı gibi yapmaya gayret edin, sonra bozmak istiyorsanız bozun. Minimalist bir iş yapmak mı istiyorsun, yürü oradan. Önemli ve kritik anları boşlayan anti klasik peşinde bir estetiğin arayışı içinde misin, üç perdeyi yaz, ondan sonra bunu yaz." dedi.
Sette sesi duyulmayan bir yönetmen olduğunu anlatan Zaim, etkilendiği yazarların başında ise Franz Kafka geldiğini kaydetti. Zaim, "Ama mesela Gogol'ün paltosundan çıktık hepimiz diye laf ederler ve Gogol'ü bir yere yerleştirdiler. Öyle isim zikredebileceğim birisi benim için yok ve bunu da pozitif, olumlu bir şey olarak kendim için söylemem gerekiyor." diye konuştu.
Söyleşinin ilgili bölümü şöyle:
“İlk filmi yapana senaryoyu sağlam tutmasını tavsiye ederim”
Derviş Zaim: İlk filmini yapan insanı çok büyük tehlikeler bekler. Ritme hakim olmayabilir. Özellikle büyük oyuncularla, büyük yapımcılarla çalışıyorsa koşullar çok farklı olabilir. Dolayısıyla bir genelleme yapmak istemiyorum ama ilk filmi yapmaya kalkışan birisi olsa varsa ona senaryoyu sağlam tutmasını tavsiye ederim. Çünkü ben Tabut Rövaşata'yı yazdığımda çok sağlam bir senaryoydu. Her şeyi biliyordum ve aylarca, gece gündüz çalıştım. En ince detayına kadar biliyordum; nereden nereye gidilecek, ne kadar çekilecek, nasıl çekilecek, kimle çekeceğim, ezbere biliyordum.
Barışkan Ünal: Bir röportajınızda özellikle senaryoda karakter, çatışma ve konsepte önem veriyorum demiştiniz. Sizin senaryo ya da bir film fikri düşündüğünüz zaman ana çıkış noktanız daha çok hangisi ya da değişiyor mu?
Derviş Zaim: Nereden çıkacağı bir filmin belli değildir. Bazen karakterden hareket edersiniz. Tabut Rövaşata’da gerçekten tanıdığım bir araba hırsızını model alıp yazmıştım o karakteri. Bazen karakter sizi etki eder, bazen konseptten, bazen bir çatışmadan hareket edersiniz. Flashbellek filminde Suriye'deki o kan beni etkilemişti. O çatışmanın üzerine bir film çekebilir miyim diye düşünmüştüm.
Nereden hareket ederseniz edin bu üç şeyi (karakter, çatışma ve konsept) bir araya getirmeniz lazım. Kutu bulmacaları vardır ya puzzle'ları bir araya getirirsiniz, film yapmak da en başta, yazmanın, sinopsisin oluşturmanın, bir dere yatağı oluşturmanın ilk aşaması budur. Bu üç sac ayağını bir araya getirmeniz gerekiyor. Bulmacanın birini buldunuz diyelim. Diyelim ki çatışmadan hareket ettiniz. Eksik olan iki parçayı bulacaksınız, karakteri bulacaksınız ve de konsepti bulacaksınız ve bunu çatışmayla organik biçimde bir araya getirebilmenin inceliğini bulacaksınız. Budur zor olan. Bunu yaptıktan sonra yavaş yavaş hikaye kendisini ortaya çıkarmaya başlar.
Tavsiyelerimden bir tanesi de şu olacaktır: Üç perde anlatısı gibi yapmaya gayret edin, sonra bozmak istiyorsanız bozun. Minimalist bir iş yapmak mı istiyorsun, yürü oradan. Önemli ve kritik anları boşlayan anti klasik peşinde bir estetiğin arayışı içinde misin, üç perdeyi yaz, ondan sonra bunu yaz. En önemli tavsiyem bu olacak.
"Amacımız bizim kaliteli yanlışlar yapmak olmalıdır"
Seyirci sorusu: Bir yönetmen film yapım süreçleri içerisinde senaryosunda, hikayede bilmediği sularda yüzmeye başlarsa, kendi bizzat deneyimlemediği noktalarda film yapmaya başlarsa hangi konulara dikkat etmelidir?
Derviş Zaim: Orada o suda boğulacağını net olarak söyleyebilirim. Dolayısıyla önce o suda yüzmeyi öğrensin; o suyu, denizi, tabiatı öğrensin, florayı, faunayı öğrensin. Yavaş yavaş yüzmeyi öğrensin. Ondan sonra orada kendi yolunu kendisi bulacaktır. Öğretmenlerini, tanımadığı öğretmenleri, bilmediği, görmediği başka insanları dinlemeye, kulak kabartmaya başlasın. Kulak kabarttığı zaman kendisine seslenecek birini muhakkak bulacaktır. Eğer siz kulak verirseniz bir şekilde birisi size seslenmeye başlar ve de o sesi duyarsanız ve onun üzerine bir şeyler koymaya başlarsanız, kendi yolunuzu yavaş yavaş inşa etmeye başlarsınız. Yanlış yaparsınız, yaptığınız yanlışlar sizin kalibreniz ve de çevrenin de el vermesiyle doğrulara doğru yavaş yavaş evrilebilir. Amacımız bizim kaliteli yanlışlar yapmak olmalıdır. Daha iyi nasıl yanlış yapabilirim meselesi benim için önemlidir. Siz de daha iyi yanlış yapmak yoluna gidin ama bunu da kavrulmadan yapın. Öyle yanlışlar yapalım ki bizi kavurmasın ama bizi daha enteresan yerlere götürsün. Bu iyi bir yolculuktur bence.
"Setimde hiçbir şekilde sesim duyulmaz"
Barışkan Ünal: Sette nasıl bir yönetmensiniz?
Derviş Zaim: Setimde hiçbir şekilde sesim duyulmaz. Bağırma çağırmaktan hoşlanmam. Kimse kimseye bağıramaz. Kimse kimseye sesini yükseltemez. Her şeyin tıkır tıkır akmasını isterim. Arada elbette bağıranlar, çağıranlar olur, Türkiye'de yaşıyoruz tabii ki, Türk’üz, ekiplerimizle, oyuncularımızla. Elbette kavga gürültü oluyordur, olmuştur, olacaktır ama sessiz, sakin bir set olmasını isterim. Sebebi ne, niçin biliyor musunuz?
Eğer bir sette ses, bağırma çağırma varsa işler yolunda değil demektir. Bir de patronların sesinin soluğunun çıkmaması gerekir. Eğer patronunuzun sesi soluğu çıkmıyorsa işler yolunda demektir. Bir patron bağırıyorsa anlayın ki işten anlamıyor, kompleksleri vardır, çözemediği meseleler vardır. O yüzden bağırıyordur, çağırıyordur. Kendini bilen adam bağırmaz, çağırmaz. Zaten işler akıyor, gidiyor, delege ediyorsunuz, işler akıyor gidiyorsa niye bağırasınız, çağırasınız ki? Ben asistin yanında otururum. "Kes" derim, teşekkür ederim. İkinci lafım “evet geçiyoruz şuraya geçiyoruz, hazırlık yapılsın. Hazırız. Set, kes”. Bu kadar.
“(Etkilendiği yazarlar) Kafka önemlilerinden bir tanesi”
Seyirci sorusu: Senaryolarınızı yazarken esinlendiğiniz ya da ilham aldığınız yazarlar var mı? Ve senaryolarınızı hazırladığınızda ilham kaynağınız genellikle ne oluyor, nelerden feyz alıyorsunuz?
Derviş Zaim: Benim roman yazma serüvenimden bahsetmem gerekiyor. Tabut Rövaşata’dan önce roman yazdım. İki tane romanım var. Ares Harikalar Diyarında ve Rüyet. Dolayısıyla edebiyatla uğraştığım bir zaman dilimi hep var. Çok küçük yaşlarımdan beri edebiyatla uğraşıyordum. Nasıl hikaye inşa edilir, bunun koşulları nedir diye kendime çok sordum. Etkilendiğim Batı'dan ve bizden bir sürü isim var. Kafka önemlilerinden bir tanesi. Sonra Amerikalılar geldi. Amerikalıların stil, dil arayışları ilgimi her zaman çekti. Bunların senaryolarıma etki etmemesi imkansızdı. Elbette klasik sinema, klasik sinemanın büyük ustaları ve daha sonra anti klasiği, İtalyan Yeni Gerçekçilerini görmem, Avrupa sanat sinemasını görmem de şu ya da bu şekilde farkında olayım ya da olmayayım benim yapmaya çalıştığım şeyleri etkilemiştir.
Ama mesela Gogol'ün paltosundan çıktık hepimiz diye laf ederler ve Gogol'ü bir yere yerleştirdiler. Öyle isim zikredebileceğim birisi benim için yok ve bunu da pozitif, olumlu bir şey olarak kendim için söylemem gerekiyor. Ben oradan aldığım bayrağı devam ettiriyorum diyebileceğim bir isim yok.
Barışkan Ünal: Senaryolarınızı kendiniz yazan bir insan olarak aslında karakterleriniz sizin yaratıcılığınızdan doğuyor. Filmleriniz içerisinde kendinize daha yakın gördüğünüz, benden bir parça var, beni yansıtan yönü var dediğiniz karakter var mı?
Derviş Zaim: Var. Söylemem ama. Bütün karakterler benim diyelim.
"Yapay zeka içimizde artık ve onu dışlayamayız"
Seyirci sorusu: Günümüz dijital dünyasında hızlı tüketilen dijital içerikler, sosyal medya trendleri ve yapay zeka destekli senaryolar, birbirine benzeyen kimliksiz bir anlatı formu oluşturdu. Siz en başta kendi hikayenizi anlatmaya çabalayın dediniz. Şimdi bu biraz cesaret mi gerektiriyor günümüz dünyasında, yeni senaristler ve yönetmenlerin bu hızlı tüketim dünyasında ve benzerlik dünyasında nasıl ayakta kalabilir?
Derviş Zaim: Yapay zeka gittikçe daha fazla hayatımızın bir parçası olacak ve yapmaya çalıştığımız işlerin de içine daha fazla girecek. İşin nereye doğru gideceği hep tartışılıyor. Bir ahlak felsefesi ile devam etmemizin iyi olacağını, tartışmayı devam ettirmemizin iyi olacağını düşünüyorum. Yapay zekaya bir itirazım yok. Yapay zeka içimizde artık ve onu dışlayamayız. Yani o 19. yüzyıl kapitalizmin makineleri kıran işçileri gibi yaparız. Anakronik hale düşürürüz kendimizi.
Yapay zekayı kabul etmemiz lazım ama mesele burada onu nasıl kullanacağımız. Burada ahlak felsefesine girmemiz lazım. Nasıl ahlaki bir yaklaşımla yapay zekayı işlerimize dahil etmeliyiz? Faydacı olarak mı? Hayır. Faydacı bakış açısıyla gidersek duvara toslayacağımızı çok net olarak söyleyebilirim. Peki ne olacak? İyi ahlak felsefesini yapan filozoflara ihtiyacımız olacak ileride, aklı başında ne dediğini duyan ve dünyayı görebilen ahlak felsefesini anlayan insanlara ihtiyacımız olacak.
Ama sezgilerim ve okuduklarım beni yanıltmıyorsa, Türkiye olarak işimize yarayacak en uygun ahlak felsefesinin ya da düşüncesinin melez biçimde ortaya çıkacağını düşünüyorum. Çok farklı felsefi akımların arasından bizim kendimize özel bir kokteyl yapmamız gerekiyor. Bu yüzden her an değişik zamanlarda, değişik dönemlerde ahlak felsefesinden anlayan, etikten anlayan, özellikle bu konuda yapay zeka ve etik konusunda mürekkep yalamış insanlara ihtiyacımız olacak.
Bir de bu dediğimde yanılabilirim. Duygu meselesi üzerinde çok düşünmemiz ve dikkatli olmamız gerekiyor. Yapay zekanın gidebileceği yerlerin arasında duygu ne kertede var olacak ya da o saf duyguyu ne kertede yansıtacak? Belki de elimizdeki en önemli silahlardan bir tanesi bu. Ahlak felsefesi, duygu önemli silahlarımızdan biri. En azından görünür bir geleceğe kadar. İleride yapay yapay zeka duyguyu da elbette taklit edecek. Ama insan olarak bir duygularımız var ve o duygu meselesi beni düşündürüyor. Ridley Scott meşhur filmi şu anda hala daha gözümün önünde; Blade Runner.
“(Yapay zeka) Kesinlikle kullanılması gerekiyor”
Barışkan Ünal: Yapay zekaya karşı değilim dediniz. Yapay zekayı bir senaryo yazımında veya filmde bazı sahnelerin yapan zekadan oluşturulması gibi konularda kullanır mısınız?
Derviş Zaim: Kesinlikle kullanılması gerekiyor. Kullanılmasına hiçbir itirazım yok hatta kullanılmalıdır da. Ama dediğim gibi ahlak felsefesiyle bunun ortak gitmesi lazım. Yoksa duvara toslayacağız. Yani belirli etik sınırlar, belirli etik çerçeve içerisinde. Bütün her şeyi yapay zekaya veremezsin, vermemelisin de zaten. Fakat yapay zekayı kullanırken de dikkatli olman gereken ahlaki kriterler olması lazım. Bu ahlaki kriterleri hocaların sana öğretebilirler. İleride üniversiteler kurulurken bundan sonraki zamanlarda ahlak felsefesine, etiğe muhakkak, muhakkak, muhakkak ama sadece felsefe dersinin anlatıldığı bir 101 dersi olarak görmemek lazım bunu. Her durumda neler yapmalıyız, bu iş nerelere doğru gidebilir, nereden gol yeriz gibi işi bilenler tarafından yapılmış derslerin ve workshopların olması lazım. Şu anda gardımızı almamız bağlamında söyleyebileceğim melez bir etik konum ancak bizi kurtarabilir.
“Şu anda Shakespeare yaşasaydı dizi yapardı”
Seyirci sorusu: Dizi sektörüne yaklaşımınız nedir? Bir dizi projesinde yer alma gibi bir düşünceniz veya geçmişte böyle bir girişiminiz oldu mu?
Derviş Zaim: Diziye bir itirazım yok. Kategorik olarak yok. Yani şu anda Shakespeare yaşasaydı dizi yapardı, çok açık. Ama Türkiye'deki Yeşilçam, dizilerde yaşadı. Yeşilçam bittikten sonra dizilerde kendisini devam ettirdi. Şimdi platformlara sirayet etti. Türk dizilerinin en önemli özelliklerinden bir tanesi duygu. Duygunun regülasyonu, duyguyu ele alma biçimleri. Bu yüzden bu kadar ilgi çekiyorlar. Özellikle Latin Amerika, üçüncü ülkelerde, hatta gelişmiş ülkelerde, Balkanlarda bu kadar popüler olmalarını sağladı. Bunun da ezbere, yani bir formülle yapıldığını, bir teorik çerçevesi olduğunu zannetmiyorum. İnsanlar içinden geldikleri gibi yaptılar onları ve duygularıyla Yeşilçam'dan gelen, hikaye anlatma geçmişimizden gelen, toplum yapımızdan gelen bir anlayışla o filmleri yazdılar, ürettiler. O duygu devam etti filmlerde ve o yüzden başarılı oldular. Çok da farkında değildik. O duygunun, Yeşilçam'ın duygusunun şu ya da bu şekilde değişerek dönüşerek dizilerde devam ettiğini söylememiz gerekiyor.
“Dijital platformların Türk sinemasına, dizisine ne getirdiği, ne götürdüğü tartışılmalı”
Derviş Zaim: Onun yanı sıra çok fazla dizi yapılıyor, iyi yapılıyor, bir sürü ülkeden daha rantabl yapılıyor, işi biliyoruz ama çuvaldızı kendimize batırmamız lazım. Platformların varlığını tartışmamız gerekiyor. Ya da platformun varlığının Türk sinemasına, Türk dizisine ne getirdiği, ne götürdüğü tartışılmalı. Tartışmaya bundan sonra daha fazla açık olacak.
Barışkan Ünal: Sizce katkı mı getiriyor yoksa daha çok zararı mı oluyor?
Derviş Zaim: Büyük katkıları var, büyük zararları var. Fiyatlar, bütçeler, yapı, alışkanlıklar, üretme yordamları, bütün bunlar açısından bakmak gerekiyor. Şu anda bir yerde çekimim olduğunu nereden anlıyorsunuz? 15 tane karavan görüyorsun. 15 karavan nedir arkadaş? Hollywood'da yok böyle bir şey. Herkes star olmuş. Ya film yapamazsın, dizi yapamazsın (böyle), böyle bir şey yok. Samimiyet olmaz o sette, sahicilik olmaz o sette. Belli bir yordamla gidersin. Buradan geri dönüş olur mu? Bilmiyorum.
Çok basmakalıp, her zaman, iki sene öncesini, beş sene sonrasını da içerebilecek büyük laflar etmek istemiyorum ama yapım, finansman anlamında dezavantajlar var, avantajlar var. Mesela avantajları ne? İnsanlar en başta geldikleri zaman çok farklı işlerin ortaya çıkacağını düşündüler. Evet öyle de çıktı zaten. Piyasaya sıcak para geldi. İnsanlar önlerini görebildiler, sevindiler. Dışarıya açılacağımızı düşündük, dışarıyla daha fazla işbirliği yapılacağını, görünürlüğümüzün artacağını düşündük. Bunlar hala daha artılar. Ama büyük problemler var.
"Gişeden öyle büyük gelirlerin gelme ihtimali çok düşük. Seyirci de çok değişti"
Seyirci sorusu: Bugünün seyircisi hakkında ne düşünüyorsunuz? Öğrencilerim sinemaya gitmeyip platforma düşmesini bekliyor ama orada da filmin sonunu görebilen öğrenci çok az. Bizim de izlemekten hoşlandığımız yönetmenlerin filmleri bir ya da iki gün oynuyor. Yönetmenler sinema salonu bulabiliyor mu bu aşırı kapitalistik ortamda?
Derviş Zaim: Ancak platforma satarsan rahatlıyorsun. Gişeden öyle büyük gelirlerin gelme ihtimali çok düşük. Seyirci de çok değişti. TikTok'ların, sosyal medyanın bu denli hıza alıştırdığı bir çağda seyirci, 120 dakikalık plan sekanslarla örülü, tempo ve ritmi oldukça düşük bir filmi izleyecek yetkinlik ve gelişmişlik ve incelmişlikte eski seyirciyi eskisi kadar bulabilme ihtimalimiz düşük. Dolayısıyla bunların büyük salonlarda geniş dağıtıma eskisi gibi girebilme ihtimalleri de düşük. Sinema artık çok farklı şeylerde yaşayacak. Ya müzelerde ya da festivaller çerçevesinde özel olaylarla birlikte ele alındığı zaman seyirci ilgisi sabitlenecek, özellikle bu ton filmler için. Ama Dune gibi, Star Wars gibi büyük ve özel efektlerle büyük starlarla yapılan prodüksiyon değerinin yüksek olduğu filmlerde yine seyirci yanına kız arkadaşını, eşini, dostunu alıp toplu izlemeyi tatmaya, tecrübe etmeye devam edecek.
Bu ikisinin ayrımındaki gri alanda yine bir sürü seyirci konumlanacak. İşte o seyir deneyiminin bizi getireceği yerlerin ne olacağını teknoloji, ekonomi belirleyecek. Ona ait niş işler bulunacak önümüzdeki zamanlarda ve sinemanın kar maksimizasyonu, kapitalizmin kar maksimizasyonu böyle sağlanacak. Bunun arayışları devam ediyor şu anda. Bulunursa da Amerika'da bulunacak, Los Angeles'ta. Bu bulunana kadar bu keşmekeş, karmaşa devam edecek. Yani yine 30 kopya, 20 kopya gireceğiz. Belli seanslarda gireceğiz. Saat 12.00'den 21.30 seansına kadar eskiden girerdik, artık öyle şey olmayacak. Ona da haberi olan seyirci gelecek, 3 kişi, 5 kişi gelecek.
"Otosansüre yol açma ihtimali olabilir"
Derviş Zaim: Platforma satarsanız şanslısınız. Aksi takdirde YouTube'a koyacaksınız. YouTube'da da izleyici meraklısı bunu izleyecek. Böyle enteresan bir yere doğru gidiyor. Ya da bir televizyonla, bir platformla önceden anlaşacaksınız. Finanse edecek filminizi. Platforma direkt vereceksiniz. Onun estetik ve politik dayatmaları karşısında pek fazla söyleyecek bir şeyiniz kalmayacak. Bu da sizin kendinize ait söylemek istediğiniz şeyler bağlamında bir başka otosansüre yol açma ihtimali olabilir. Bunu belirtmiş olayım. Yapılacak bir şey yok.
Yani bizim alternatif seyretme biçimleri ve alternatif platformlar yaratma ihtimalimiz şu an itibarıyla bana gerçekçi geliyor mu? Sendikalar zincirler yaratsa diyorum, bu bir yere kadar olabilir. Okullar zincirler yaratsa diyorum, bu bir yere kadar olabilir. Mahalleler inisiyatifler yaratsa ve bu mahalleler birbirleriyle bir ağı kursalar ve böyle seyir deneyimleri oluşturmaya çalışsak, bu bir yere kadar olabilir. Ancak insanlık iç ve dıştan çok büyük bir değişikliğe maruz kalacak, aklı başına gelecek ve ondan sonra belki böyle ihtimaller, ağlar kurma girişimleri olabilir ama şu an itibarıyla yok.
Barışkan Ünal: Bir yandan konsantre olamayan bir kitle var artık, dikkati çok çabuk dağılan ama bir yandan da sanat sinemasında 3-3,5 saat filmler. Bu bana biraz çelişki gibi geliyor.
Derviş Zaim: Sanat sineması da şunu diyor: Çok hızlandı, TikTok estetiği, Amerikan estetiği var. Bir taraftan da böyle işler var. Bunlar da bizim uç beylerimizdir, bizim aristokratlarımızdır, bunu da alan alacaktır, almayan almayacaktır, sinemanın eski dönemlerine saygı gösterisidir, 3,5 saatlik yavaş film de olmalıdır, yaşamalıdır, bunun da bizim hayatımıza, gündelik hayata, günümüz hayatına dokunan bir tarafı vardır. İşte (Aleksandr) Sokurov'un filmini alıyor, oraya koyuyor bu yüzden mesela. Koyuyorsun da o hani bir yere kadar geliyor. Etkisiz belli bir yere kadar oluyor. Çok incelmiş seyirci ona gidebiliyor. Tezler yazılıyor, doktora tezleri yazılıyor. Onları kimse okumuyor. Kitaplar ortaya çıkıyor, tamam, ama o kadar oluyor.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.