Papağan Hikâyesi (Ölmeden Evvel Ölmek)
Her biri ayrı bir şey istedi. Tüccar papağanına da sordu: “Ey güzel kuşum sana ne getireyim, sen Hindistan’dan ne istersin?” dedi. Papağan:
“Oradaki papağanları görünce benim hâlimi anlat ve deki: Falan papağan benim mahpusumdur. Ben onu kafeste besliyorum. Size selâm söyledi. Ben gurbet ellerde kafeslerde sizin hasretinizle can vereyim, siz serbestçe ağaçlıklarda dolaşın, bu revâ mıdır? Hiç değilse bir seher vakti ben garibi de hatırlayın ki ben de birazcık mutlu olayım, dedi.” de. “Başka bir şey istemem,” dedi.
Tüccar kervanını hazırladı yola koyuldu. Günler geceler boyu yol gitti nihayet Hindistan’a vardı. Giderken birkaç papağan gördü kayalıklara konmuş, bekliyorlardı, atını durdurup seslendi:
“Ben falan memlekette falan kişiyim, ticaret yapmak için buralara geldim. Benim papağanım var size selâm söyledi ve böyle böyle dememi istedi,” dedi.
Tüccar sözlerini bitirir bitirmez o papağanlardan biri titredi, nefesi kesildi, düşüp öldü.
Tüccar sözlerinden dolayı bin pişman oldu: “Ben ne yaptım, bu zavallı kuşun ölümüne sebep oldum. Galiba bu benim zavallı kuşumun bir yakını, candan seveni olsa gerek,” diye düşündü.
Aradan bir hayli zaman geçti, tüccar alış verişini bitirip memleketine döndü. Herkesin istediğini bir bir verdi.
Papağanı kafesinde bu olanları seyrediyordu. Sonunda dayanamayıp tüccara sordu: “Benim istediğim nerede. Hemcinslerimi, papağan topluluklarını gördün mü? Ne söyledin ne gördünse bana anlat, beni de mutlu et”, dedi.
Tüccar: “Sevgili kuşum, kusura bakma fakat söylemesem daha iyi olacak sanırım. Çünkü halâ o saçma sapan haberi götürerek yaptığım câhilliğe yanmaktayım, olup bitenleri anlatmasam daha iyi olur”, dedi.
Papağan ısrar etti, bunun üzerine istemeye istemeye olanları anlattı: “Tarif ettiğin yere varıp dostların olan papağanları görünce senin sözlerini ve selâmını söyledim; içlerinden biri buna dayanamadı, üzüldü, titredi ve hareketsiz kaldı, sonunda öldü”, dedi. Bundan dolayı çok pişman oldum, fakat nâfile, bir kere söylemiş bulundum”, dedi.
Tüccarın bu sözlerini dinleyen papağan kafesin içinde titredi, hareketsiz kaldı ve biraz sonra düşüp öldü.
Bunu gören adamın aklı başından gitti, ağlayıp sızlamaya başladı, külâhını yerlere vurdu. “Ey güzel sesli kuşum sana ne oldu, neden bu hâle geldin, ben ne yaptım, başıma ne iş açtım..” diye dövündü. Ağladı, ağıtlar söyledi. Sonunda ölü papağanı kafesten çıkarıp pencerenin kenarına getirdi. Oraya bırakır bırakmaz papağan hemen canlanıp uçtu bahçedeki bir ağacın yüksek dalına kondu.
Tüccar buna şaşıp kaldı: “Ey güzel kuş bu ne haldir, anlat bana; bu hileyi nasıl öğrendin beni kandırdın?” demekten kendini alamadı.
Papağan konduğu yerden seslendi: “Sevgili efendim, Hindistan’da gördüğün o papağan benim selâmımı alınca, düşüp ölmüş gibi yaparak bana bu haberi gönderdi. “Eğer kurtulmak istiyorsan öl” dedi. Ben de gördüğün gibi, onun dediğini yaparak hapisten kurtuldum. Kısaca, öldüm ve kafeslerde tutulmaktan kurtulmuş oldum” dedi. (Bk. Mevlânâ, Mesnevi, C.I, beyit: 1550-1648)
AÇIKLAMA:
Burada kafesteki papağan (tûti), beden hapishanesine mahkûm olan insan rûhunu temsil eder. Oradan kurtuluşun yolu ölmeden evvel ölmek seviyesini yakalamaya bağlıdır. Hindistan’daki papağan, tâcirin papağanına bunu öğretmişti. Kafesten kurtulmak için ölmekten başka çâre olmadığını göstermişti ve demişti ki:
Ey güzel sesiyle ve söyleyişiyle insanları eğlendiren, bu nağmeleri bırak. Sen de benim gibi öl ki, kafesinden kurtulasın.
Burada söz konusu olan ölüm gerçek ölüm değil, mecâzî ölümdür. Yani tasavvufta hedef olarak gösterilen fânilik; arzu istek ve ihtirasların esâretinden kurtulup hafiflemek, bedenin ve maddenin bağlarından sıyrılıp rûhî-mânevî bağımsızlığa kavuşmaktır. Hz. Mevlânâ ilâve eder ve der ki:
“Sen ne tâne, ne gonca ol. Seni ne kuşlar yesin, ne çocuklar koparsın. Tâne olursan zaman kuşu senin ömrünün tânesini kendine yem eder. Gonca olursan birbirini kovalayan hâdiseler haylaz çocuklar gibi seni dalından koparır, nâzik yapraklarının yerlerde ve rüzgârda perişan olduğunu görürsün.
“Sen tâne olma. Tânelere tuzak ol. Gonca olma, damlarda biten otlar gibi ol. Kısaca bilinmekten kaçın. Tevâzu ve mahviyet içinde kal. Böylelikle hem kem gözlerden hem de ne oldum delisi olup kendini, haddinden büyük görmekten kurtulursun.”
“Güzelliğini satışa çıkaran kişi, belâya avuç açmış olur. Böylesi bütün kötü bakışları üzerine çeker. Düşmanları bir türlü, dostları bir başka türlü onun mahvına çalışırlar. Biri kıskanarak, öteki pohpohlayarak, ömrünü ziyan ederler. Ekin mevsiminde tâne ekmeyen kişi zamânı ve zamânın kıymetini bilir mi?”
“Demek ki dünya kirlerinden kurtulup Allah’ın lûtfuna sığındığın zaman sen âfetlere değil, âfetler sana boyun eğecektir. Coşkun sular neden Nûh’a zarar vermedi? Korkunç ateş yığınları niçin İbrâhim’i yakmadı? Kayalar yağdıran dağ, neden Yahyâ’yı koruyup onu kovalayan düşmanları ezdi?”
Hikâyemize şu yorumlar da eklenir:
“Ten kafesinde hapsedilmiş olan ruh tûtîsi, bu kafesten kurtulmak, bu bağları koparmak çârelerini arar. Hindistan’daki can yoldaşlarına haber ve selâm gönderir. Ten kafesinden kurtulmak için oradaki ermiş tûtîlerden bir çâre diler.”
“Allah’a varma yolunda ruhun nefis ve vücut bağlarından kurtulabilmesi için ancak ezel ve ebet yoldaşı olan Hak dostlarından mânevî yardım ve şefâat istemesi gerekir.”
“Nitekim bu hikâyede böyle dostlardan biri olarak belirtilen Hindistan’daki tûtî, o ten kafesi mahpusunun uzaklardan gelen selâmını alınca düşüp ölüyor. Bu davranışla ona: “Sen de öl! Yâni, tabii ölüm gelmeden önce kendi nefsinden kurtul, nefsânî vücudundan ihtiyârınla öl ve rûhânî hayâta diril, rûhânî semâlara kanatlan.” demek istiyor. Çünkü, kendi aslı ve hakîkatiyle biliş tutmayan kimselerin yaşamları, bir vücut kafesi içinde can çekişmekten başka bir şey değildir. Gerçek hayat, nefisten ölmekle başlar. Çünkü bu ölüm bizzat hayâtın kendisidir. Hayat ancak nefislerden kurtulmuş ölülere râm olur.”
Bir anlayışa göre ise burada rûhun, tasavvuf inanışındaki nüzul ve uruç kavisleri boyunca mâcerâsı anlatılır. Hâdise, Allah’tan kopan rûhun, zorlu ve çeşitli yollar aştıktan sonra yine Allah’ın varlığına dönüp onun birliğinde fâni oluşunu düşündürür.
Bu düşünüşe göre intihâ, yâni son durak, beşeriyet ve taayyün mertebesidir. Bu makama ermiş veya düşmüş olan ruh, yaratılışı ve aslı îcâbı durmaksızın kendi başlangıcı olan ahadiyet mertebesine yükselmek, Allah’a varmak ister.
Hikâyede, kendi vatanında ve aslından haber alınca, yerlere düşüp can vere tûtî bu hakikati, yâni kendi başlangıcına dönme müjdesi olan ruhu temsil eder.
Böylelikle, baş ile son arasında devamlı sefer hâlinde olan can kuşunun, yine devamlı olarak, kopup geldiği aslına karşı duyduğu derin çekiliş ve kanatlanış şevki, bu hikâyenin rûhunu teşkil eder.
Prof. Dr. Mehmet Demirci
Not: Bu yazı Yenidünya Dergisinin Aralık-2016 sayısından alıntıdır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.