Musul operasyonu ve düşündürdükleri
İSTANBUL - NURŞİN ATEŞOĞLU GÜNEY
Uzun bir süredir Musul kurtarılacak mı, Musul’u kim kurtaracak diye tartışılıyordu. II. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’daki şehirlerin kimin tarafından kurtarılacağı sorusunun, aslında Avrupa’daki çıkar alanlarının belirlenmesi meselesi olduğunu hatırlayanlar için bu tartışma şaşırtıcı sayılmaz.
Üstelik uzun bir süredir Ortadoğu’da ülkelerin ayakta kalması ya da çökmesi, belli şehirlerin, örneğin Rakka, El-Bab, Halep, Musul, Telafer'in kimin elinde nasıl kalacağıyla yakından ilgili. Kısaca Irak-Suriye kaosunun gerçekliği olan şehirler savaşı ile büyük güçlerin Ortadoğu üzerinden birbirlerine diş gösterdikleri eski usul etki mücadelesi iç içe geçmiş durumda. Zaten seçim münazarasının son ayağında Trump haykırmadı mı “Musul operasyonu Clinton ve Demokrat yönetimin dış politikasını ‘iyi’ göstermek için kotarıldı” diye. Yönetimin Ortadoğu politikasını sıkça “aptallık” olarak niteleyen Trump’ın serzenişinde haklı bir nokta var: Musul’un ve Musulluların kaderi Musul’da değil, Musul odaklı değil, Washington DC’de, Washington DC odaklı kararlarla şekilleniyor. Trump’ın yanıldığı nokta ise kendi deyimi ile bu “aptallığı” yeni ve Demokratlara has bir şey olarak görmesi.
Oysa bugün Musul operasyonuna giden süreç, DEAŞ’ın Musul’u ele geçirecek kadar güçlenmesine neden olan süreçle aynı. Kısaca önce canavarı, sonra kurtarıcıyı yaratmakla ünlü Amerikan politikaları, 1990’da başlayan, 2003’te görünürlük kazanan, 2013 sonrasında ayyuka çıkan bir biçimde, Irak’ın etki merkezlerine bölünüp devletimsileşmesinden geçiyor. ABD’nin Irak’ta görmeyi arzu ettiği İran etkisindeki merkezi bir Irak ile PKK yönelimli Kürt güçler etkisindeki bir kuzey Irak resmi, aslında 1990’lardan beri tartışılan Irak’ın yumuşaklıkla mı, sertlikle mi bölüneceği tartışmalarının, bugün Musul kapısında bayraklar savaşı ile gerçeklik kazandığını bize hatırlatıyor. Öyleyse bu resme bakıp Musul’un kim tarafından, kiminle, nasıl kurtarılacağı sorusunun Türkiye için neden önemli olduğunu düşünmemiz bir zorunluluk.
Musul ve Türkiye'nin sınır güvenliği
Musul’un ve Irak’ın geleceği, Musul önünde güya aynı orduya bağlı fakat farklı bayraklarla bekleyen kalabalıklar düşünüldüğünde, elbette Suriye’de yaşananlardan, bu bağlamda Rakka ve Halep’in geleceğinin ne olacağı sorusundan bağımsız değil. Bu da demek oluyor ki Musul meselesi doğrudan Türkiye’nin sınır güvenliğini ilgilendiren bir mesele. Bilindiği gibi Türkiye, Irak ile 350 km’lik bir sınırı paylaşıyor ve 2003’ten itibaren bu sınır Merkezi Hükümet güçlerinin kontrolünde değil. Üstelik bir bilimkurgu filmi içerisinde değiliz; çitler ve duvarlar arkasından uzak ve tehlikeli topraklara, başka bir gezegene bakmıyoruz. Türkiye’ye karşı hasmane duygular besleyen devlet dışı aktörlerin, terörist grupların sınır bölgelerinde güçlenmesinin nasıl bir güvenlik riski doğuracağını, ne şekilde bir insani, ekonomik, siyasi maliyet getirebileceğini, bu maliyetin hepimizin omuzlarında toplumsal birliğimizi korumak için nasıl artacağını hep beraber gördük.
Devlet olma bilincine sahip hiçbir rasyonel aktör, toplumunun güvenliğini, refahını ve bütünlüğünü tehlikeye sokacak bu denetimsiz tehdit kuşağının doğusunda ve güneyinde oluşmasına müsaade edemez. Üstelik bölgeden, Türkiye’nin askeri, ekonomik, sosyal gücü ile tüm bölgenin refahı ve güvenliğine katkıda bulunabileceğini söyleyen “bölgede/burada var ol” talepleri geliyor. Türkmenlerin güvenliğini ve Barzani’ye yakın bölge siyasetini bir kenara koyalım; 2014’te DEAŞ tehdidi Irak ordusunu bölüp geçtiğinde, Irak’ın kuzeyinin istikrara kavuşması için Türkiye’yi üstelik üsleriyle ve güçleriyle davet eden İbadi’yi nasıl unutabiliriz. Nitekim Türkiye’nin DEAŞ’la mücadele çerçevesinde eğittiği Sünni Araplar, Peşmergeler var ve onlar savaş sahasında mücadele ediyorlar. Türkiye’ye “Risk al, çaba harca, eğit, ama şimdi de unut” çağrısını tam da Musul operasyonu öncesi, Musul’un açık ya da örtülü 7-8 parçaya bölünmesi gündemdeyken, Türkiye’yi Irak’a davet eden aynı siyasi figürün, İbadi’nin yapmasını öyleyse nasıl açıklayabiliriz?
Malumun ilamı: Çağrı aslında Washington ve Tahran’dan geliyor gibi gözüküyor. Ancak ABD ve İran’ın, Türkiye’nin Musul’da masada ve sahada olmaktan vazgeçmeme ihtimaline karşı, kendilerini doğrudan sahne ışıklarının altına atmadıkları da bir gerçek. Şöyle özetleyelim durumu: Ankara üzerinde yılgınlık ve bıkkınlık yaratmak için çok taraflı, çok yönlü bir baskı politikası sürüyor. Ama Fırat Kalkanı ile Suriye’de oyunun nasıl değiştirildiği, Türkiye’nin kapasitesinin El-Bab, Rakka ve Telafer mücadelelerinde oyunu dönüştürebilecek nitelikte olduğu unutulmuş değil. O nedenle Amerika da, İran da bölgedeki tasarılarına –PKK koridoru ve Şii koridoru tasarılarına– Ankara’nın sergileyeceği direnişi, Türkiye-Irak sorunu haline getirerek halletmeye çalışıyor.
Mezhepler göçünün önünü açabilir
ABD 2003 işgali sonrasında, iki yıl gibi kısa bir sürede, Irak’a mezhepçi federalizmi dayatan bir anayasa ihraç etti ve bu süreci de ülkede yaşayan Sünni Arapları dışlayarak yaptı. Amerika’nın Irak’ta yarattığı canavar, DEAŞ terörizmi, mezhepçiliğin sularından beslendi ve giderek Irak İran’a muhtaç bir ülke haline dönüştü. Beyaz Saray, Pentagon, Savunma Bakanlığı ekseninde, İran’ın elini güçlendirme kararı, bölgede Türkiye ve Suudi Arabistan’ın dengelenmesini amaçlayan stratejik bir tercihti.
Buna ilave olarak şunlar ifade edilebilir: Musul’un Şii milisler tarafından kurtarılacağı bir Musul operasyonu senaryosu, bölgede bir zamanlar DEAŞ’ı yaratan mezhepçiliği ateşler ve bir mezhepler savaşının, mezhepler göçünün önünü açabilir. Mezhep savaşı sivil halkı ezer geçer, Arapları böldüğü gibi Türkmenleri de, hatta belki PKK dışındaki Kürtleri de böler, DEAŞ başka ve daha büyük bir canavara yem olur. Böylece Türkiye’nin sınırlarının gerisindeki tehditlerden birinin adı değişir ama tehdit baki kalır. Türkiye’nin Irak ve Suriye’de kendi çıkarlarını ve güvenliğini korumak için yapacağı her hamlede bu tehdit –mezhepler savaşı ve bu savaşın yarattığı kaos ve kimlik krizleri– Ankara’nın elini kolunu bağlamak için kullanılır.
Türkiye’yi sınırlandırmak için Musul operasyonu ve paylaşımının kullanılmasından bahsedeceksek, PKK’dan da söz etmemiz kaçınılmaz. PKK’nın uzun bir süredir Suriye’de oluşturmaya çalıştığı gibi bir koridoru Kuzey Irak’ta da oluşturmak istediği biliniyor. Hatta bu iki koridoru birleştirip kuzeyden Akdeniz’e inen olası PKK hattının haritaları, Batılı akademik mecmualarda da yayınlanmıştı. Sonuç Fırat Kalkanı ile Suriye hattının kırılması oldu ama PKK’nın umutları ne Suriye, ne Irak için sona ermiş değil.
Suriye’de Rakka ve El-Bab üzerinden yapılan mücadele bunun göstergesi ise, DEAŞ’ın Kerkük’te (ne hikmetse) başlattığı çatışmalar sonrasında PKK militanlarının sokağa inmeleri de Irak’ta bunun göstergesi. Fırat Kalkanı’nın ilerleyişine sessiz kalan Rusya’nın, Suriye’deki hedefleri için Musul konusunda sessiz kalması, PKK’nın Suriye’de gerçekleştirmede zorlandığı koridoru Irak’ta gerçekleştirme umutlarını artırıyor. Ama işin bir de başka bir ayağı var ki İran’ın Irak’ta ne istediğinin asıl göstergesi ve Musul operasyonu öncesi umutlanan tüm grupların, özellikle de Kürt grupların hesaba katması gereken bir gerçeklik.
İran'ın hesapları
PKK’nın kontrol etmek istediği Kuzey Irak koridoru, aslında Kuzey Irak ve Kerkük doğal gazının ve petrolünün akacağı bir enerji koridoru. Ancak bu koridorun paylaşımının, DEAŞ’la mücadele bahanesiyle meşrulaştırması yoluyla çabucak, kolayca olmayacağını tahmin etmek için, Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi ile İran’ın etkisindeki merkezi Irak hükümeti arasında uzun süredir devam eden anlaşmazlığa bakmak yeterli.
İran 2003’ten itibaren Bağdat üzerinde sahip olduğu siyasi kontrolü, DEAŞ’la mücadele çerçevesinde Haşdi Şabi, Hizbullah, Kasım Süleymani’ye bağlı birliklerle askerileştirip Musul’a kadar taşıma imkanını buldu. Tahran aslında Barzani’ye karşı desteklediği GORAN hareketiyle bölmeye çalıştığı Kuzey Irak koridoruna da kamayı böylece sokuyor. Haritayı Kuzey Irak’tan biraz daha uzaklaştırarak incelersek, Tahran’ın aslında İran’dan başlayıp Irak üzerinden Suriye’ye inen eski Şii Gaz Hattı projesini izleyen bir Şii koridoru tasarısıyla Musul kapısında beklediğini anlayabiliriz. Kısaca Kuzey Irak, Irak, Suriye’nin kuzeyi ve Suriye üzerindeki paylaşım, paylaşma hamleleriyle bitmeyecek. Bu mücadele uzun soluklu, askeri, ekonomik, siyasi ve diplomatik tüm araçların aktörler tarafından kullanıldığı bir mücadele olacak.
Türkiye sahada da masada da olacaktır
Bu mücadelede ABD, İran’ın sınırlandırılabileceğini, hatta PKK koridorunun da bu sınırlandırmanın parçası olabileceğini düşünerek Musul kapısındaki İran’a ses çıkarmıyor. PKK’yı –PYD, YPG, SDG adı altında– destekliyor ve Türkiye’nin PKK koridoru ve Şii koridoruyla çevrelenmesine, Ankara’nın Ortadoğu’daki hareket serbestliğini engellemek adına göz yumuyor. Trump'ın “aptallık” diye nitelendirdiği strateji, tehlikeli ve hatalı hesaplara dayanan bir politika olarak da tanımlanabilecek Amerika’nın Ortadoğu stratejisi. Üstelik bu strateji, hatalı hesapların ceremesini çekecek bölge devletlerini konjonktürel hatlarda yakınlaştırabilir de. Türkiye-Rusya, Türkiye-İsrail normalleşmeleri bu yakınlaşmaların bir örneğiydi nitekim. Yanlış hesaplar Çin’den, Vietnam’dan, Afganistan’dan dönmüştü; açıkçası Bağdat’tan da döner.
Hesabın bir hanesi Türkiye’nin özellikle de siyasi, diplomatik ve ekonomik baskılar karşısında geri adım atıp bu çifte çevrelenmeyi kabul etmesi üzerinden yapılıyorsa, bu hesaba güvenip hareket eden herkesin ciddiyetle düşünmesi gerekir. Çünkü Türkiye’nin çevrelenmeye karşı direnme kararlılığında olduğu, stratejik konseptinde savunma için taarruz duruşuna geçmesinden anlaşılabilir. Fırat Kalkanı’nı kendi milli iradesi ve diplomasisiyle gerçekleştirmesinden ve Suriye’de DEAŞ ile beraber PKK’yı da hedeflemesinden anlaşılabilir.
Durumun açıklığı nedeniyle, geçen günlerde ABD Savunma Bakanı Carter, Ankara’da Musul operasyonu öncesinde Türkiye’nin hassasiyetlerini dikkate alan açıklamalarda bulundu. Umuyoruz ki ABD bu duruşunda ciddidir. ABD’nin bölge siyasetinin, Türkiye’nin güvenliği odaklı olmadığını bilen herkes gibi biz de şüpheciyiz. Bu noktada iki hususu alt alta yazalım ve müttefiklerimizin ne yapacağına bakalım: Bir, Türkiye’nin istikrarı Ortadoğu’nun istikrarı ve Batı’nın güvenliği için önemlidir. İki, dün DEAŞ, bugün PKK ve Şii koridorlarıyla Türkiye’nin çevrelenmesi sahada ve masadaysa, Türkiye sahada da ve masada da olacaktır.
* “Görüş” başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansı’nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Prof. Dr. Nurşin Ateşoğlu Güney Yıldız Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişikler Bölüm Başkanı ve BİLGESAM Başkan Yardımcısıdır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.