Mi’râca Sûfî Bir Bakış:  Şeyh Vahyî Efendi ve Mi’râcü’l-Beyân’ı

Mi’râca Sûfî Bir Bakış:  Şeyh Vahyî Efendi ve Mi’râcü’l-Beyân’ı
Mü’minler açısından namaz, kelime-i şehâdetten sonra en önemli kulluk göstergesidir. Namaz, fıkhî ve rûhî yönleriyle mü’mini Yaratıcısının huzûruna ve rızâsına kavuşturacak/yükseltecek en zirve ibâdettir.

Namazın bu önemi, onun farz kılınma süreciyle de yakından alâkalıdır. Allah Teâlâ namazı, vâsıtasız bir şekilde O’na (sav) vahyettiği ve O’ndan önce hiçbir peygambere nasîb etmediği ‘İsrâ ve Mi’râc’ gecesinde farz kılmıştır. Bu yönüyle Hz. Peygamber (sav) namazı ‘Mü’minin mi’râcı’ yâni mü’mini Rabbinin rızâsına/huzûruna yükselten bir ibâdet şeklinde târif etmişlerdir. İslâm geleneği içerisinde mü’min açısından bu denli bir öneme sâhip olan namazın farz kılındığı ve birçok mânevî hallerin yaşandığı İsrâ ve Mi’râc hâdisesiyle ilgili büyük bir bilgi birikiminin olduğu gözlemlenmektedir.1

Bu süreci, Şeyh Şabân-ı Velî Dergâhının güzîde sîmâlarından Vahyî Efendi de Mi’râcu’l-Beyân adlı eserinde detaylı bir şekilde değerlendiren isimlerden birisidir. Vahyî Efendi’nin hayâtına dâir elimizde detaylı bilgi bulunmamaktadır. Muslihüddin Vahyî Efendi, Kastamonu’da doğmuş, burada yaşamış ve yine burada vefât etmiştir. Doğum ve vefat târihleri belli değildir. Ancak, bilinen tek eseri Mi’râcü’l-Beyân’ın yazıldığı 1014/1605-6 târihine bakılacak olursa, onun XVI. yüzyılın ikinci yarısıyla XVII. yüzyılın ilk yarısında yaşadığı anlaşılmaktadır. Vahyî Efendi’nin tek eseri Mi’râcu’l-Beyân adlı çalışmasıdır.2

 

‘Mi’râcu’l-Beyân’ ve Vahyî Efendi’nin Mi’râca Dâir Bâzı Görüşleri

‘Mi’râcü’l-Beyân’, sonundaki: ‘Kitâbun târihin kılsın metâlib/ Didi hâtif bunun târîhi gâ’ib’ beytinden anlaşıldığı kadarıyla 1014/1605-6 târihinde tamamlamıştır. Eser, mesnevî nazım şekliyle ve aruzun remel bahrinin ‘Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün’ vezniyle yazılmıştır. Tamâmı 414 beyittir. Mi’râcü’l-Beyân, sûfîlerin seyr ü sülûk çıkarırken yaşadıkları hâl ve mertebelerini özlü bir biçimde dile getirmektedir. Bu eserde mi’râc terimi, sâdece Hz. Peygamber’in (sav) mânevî urûcu anlamında değil, genel mânâda ve özellikle sufîlerin mânevî yükselişini ifâde etmek, seyr ü sülûku anlatmak için kullanılmıştır. Mi’râc mutasavvıflar tarafından, insanın kendi mânâ ve hakîkatine yükselmek şeklinde târif edebileceğimiz seyr ü sülûk şeklinde de anlaşılmıştır. 3

Muslihüddin Vahyî, eserini niçin ve nasıl yazdığı, adını kimin verdiği gibi konularda şunları söyler: Bunun için Hakk’tan, velîlerin sırlarını yazıp anlatmasını lütfetmesini dilemiştir. Vahdet remizlerinin sırrını açıklamak, fıtratın güzel yaratılışını remiz yoluyla anlatmak, mânevî yolculuğun ve kalbin hallerini bildirmek, ‘Nefsini bilen Rabbini bilir’ sözünün sırrını manzum olarak inceden inceye ayrıntılı olarak yazmak istemiştir. Hem ledün ilminden söz edip hem de bâtın ilminden yararlı, öz bilgiler vererek onu Hak ehline yâdigâr kılmayı arzu etmiştir:

 

‘Lutf-ı Hak’dan diledüm takrîr idem

Evliyâ esrârını tahrîr idem

 

Keşf idem sırr-ı rumûz-ı vahdeti

Remz idem sun’-ı bedi’-i fıtratı

 

Kim beyân idem sülûk ahvâlini

Hem yazam etvâr-ı kalbin hâlini

 

Men aref sırrını anda nazmıla

Kim yazam tafsîl ile kıldan kıla

 

Hem diyem ilm-i ledünnîden haber

İlm-i enfüsden müfîd ü muhtasar

 

Kılam anı ehl-i Hakk’a yâdigâr

Okıyan bula safâ-yı sad-hezâr’

 

Bu amaçla manzum olarak yazdığı eserinin zahmetsizce ortaya çıktığını söyleyen Muslihüddin Vahyî, ledün ilminden bâzı bilgilerin yer aldığı bu kitâbın Cenâb-ı Hakk tarafından gönlüne ilhâm edildiğini belirtmiştir. Şâir, sâlikleri hakîkat hazînesine ulaştıran rehber; içinde ‘İçenlere lezzet veren şarap’ (Muhammed/15) bulunan Hakk’ın kadehi olarak nitelendirdiği kitâbına Mi’râcü’l-Beyân adını âriflerin verdiğini belirtir. Bu kitâbı kim okursa Hakk dergâhına lâyık hâle gelecek, velîlerin sırlarından haberdâr olacaktır. O, ledün ilmini anlatan birkaç sayfalık özlü bir kitaptır. Şâir bu konuları ayrıntılı olarak yazmak istemişse de, bunun gerçekleşmeyecek bir arzu olduğunu anlamıştır. Gönlüne bu düşünce gelince Sübbûh ve Kuddûs isimlerini zikre başlamış; bu işe Hakk’ın rızâsının olup olmadığını anlamak için defalarca Hakk’a yönelmiştir. Nihâyet bir gün can kulağına gâipten şöyle söylenmiştir: ‘Ey düşkün halli âvâre, velîlerin sırrını yazmak imkânsızdır. Bunların hâli beyâna gelmez. Deryâ da olsa, onu göze alamaz. Velîlerin sırrına akıl ermez. Onların hâlini anlamak insan gücünü aşar. Velîlerin hâline ermedikçe, can ve ten onların sırrını bilemez. Senin sarhoşluğun dünyâ güzelliklerine düşkünlüğünden dolayıdır. Canın ve tenin ona gark olmuştur. Ey kişi, düşüncen tamâmiyle dünyâ sevgisi olduğu halde, sen kendini Hakk ehli sanmaktasın. Âile, evlat ve mülk sevgisini terk eden, gerçek erdir. Hakk ehli olanlara dünyâyı, rahatı ve canı terk etmek farzdır. Ârifler, üç türlü terki gerçekleştirmişlerdir: Dünyâ terki. Rahat terki. Can terki. Ey kardeş, bu hallerden birisi sende var mı?

O halde, sen de bu konuda iddiada bulunup bir söz söyleme! Konuşup ma’rifetten dem vurursan da, iddialarına ispat, aşka da bir işâret gereklidir. Canını terk etmeyen kişi âşık değildir. Gerçek âşık olmayanın iddiasının şâhidi yoktur. Bil ki, bu yolun şâhidi fakr(yokluk)’dır. Allah’ın Resûlü onun için, ‘Fakirliğimle övünürüm’ dedi. Söylediğin sözlerin, hâlini yansıttığını sanma! Ey Vahyî, bu ancak senin hayâlindir. Söylediklerin sakın senin hasb-i hâlin olmasın? Bu boş sözler, vahdete kesret verir. Söz odur ki, Hakk’tan doğuş yoluyla gelir. Böyle olunca ona Rabbânî vahiy demek gerekir. Bu tür sözleri söyleyen kişinin cânı, mânâ denizinde gark, zât nûrunda yok olmalıdır. Rûh-ı kudsî’nin tecellîsiyle yeniden var olan kişinin sözünde nice mânâlar bulunur. Hakk’ı bilen kişi tevhid sırlarına dâir çok söz söyler, âşıklara onunla ziyâfet çeker. Âriflerin sözlerinin Hakk’tan ilhâm ile geldiğine delil şudur: Gönül sâhipleri onu ne zaman dinleseler canları o anda sevinir, kederleri gidip yerine nur dolar.’

 

‘Sâlikîne Hâdi-i dârât-ı dîn

Câm-ı Hak’dur lezzetin li’ş-şâribîn

 

Okudı çünki kitâbum ârifân

Didiler nâmına Mi’râcü’l-Beyân

 

Kim ki okur lâyık-ı dergâh olur

Evliyâ sırrından ol âgâh olur

 

Bu kitâbum muhtasar birkaç varak

Bildürür ilm-i ledünnîden sebak

 

Lîk tafsîl üzre yazmak istedüm

Çünki bu arzû-yı hâmı eyledüm

 

Lâyıh oldı kalbüme çün bu fikir

Eyledüm Sübbûh u Kuddûs’i zikir

 

Kim rızâ var mı görem bu niyete

Def’aten kıldum teveccüh Hazret’e

 

Cânuma irdi o dem birkaç kelâm

Hâtif-i gaybîden irdi bu peyâm

 

Ol kelâm bu cânumı zâr eyledi

Dü-cihândan aklı bî-zâr eyledi

 

Didi ey âvâre-i âşüfte-hâl

Evliyâ sırrını yazmak pek muhâl

 

Bunlarun hâli beyâna gelmeye

Hem çü deryâ göze anı almaya

 

Evliyânun sırrına irmez ukûl

Hâlidür tavk-ı beşerden esbak ol

 

İrmedün çün evliyâ hâline sen

Anlarun sırrını bilmez cân u ten

 

Mestliğün dünyâ meyindendür senün

Oldı müstağrak ana cân u tenün

 

Hubb-ı dünyâ oldı efkârun kamu

Sen sanursun ehl-i Hakk’am ey amû

 

Hubb-ı âl ü hubb-ı evlâd u vatan

Gerçek erdür anlarun terkin uran

 

Ehl-i Hakk olanlara farzdur ayân

Terk-i dünyâ terk-i râhat terk-i cân

 

İtdiler üç dürli terki ârifân

Terk-i dünyâ terk-i râhat terk-i cân

 

Birisi hiç var mı sende ey ahî

Da’vi kılma urma bir laf sen dahi

 

Ma’rifetden dem urur gerçi figân

Da’viye ma’nâ gerek aşka nişân

 

Urmayan cân terkini âşık degül

Şâhidi yok da’vide sâdık degül

 

Bu tarîkün bil fenâdur şâhidi

Pes Resûl el-fakru fahri çün didi

 

Söylenen söz sanma hâlündür senün

Vahyiyâ ancak hayâlündür senün

 

Söyledüğün olmaya çün hasb-i hâl

Vahdete kesret virür bu kıyl u kâl

 

Söz odur kim vâridât-ı Hakk ola

Vahy-i Rabbânî dimek elyâk ola

 

Yâ ki te’vîl-i kelâmu’llâh ola

Kalbine ilkâ iden Allah ola

 

Ol ma’ânî bahrine hem gark ola

Nûr-ı zâta cânı müstağrak ola

 

Rûh-ı kudsî pes ana hem-vâr ola

Hem sözinde nice ma’nâ var ola

 

Hakk’ı bilen çok ma’ârif söyleye

Bezm-i uşşâkı anunla toylaya

 

Vâridât oldığına budur delil

İstimâ itse kaçan ashâb-ı dil

 

Cânları ol demde pes mesrûr ola

Gam gidüben yirine pür nûr ola’

 

Eserde yer alan konu başlıkları ve alt başlık sayabileceğimiz nesir cümleleri tamâmiyle Arapça yazılmıştır:

‘Âfinâ bi fadlike yâ ze’l-lutfi ve’l-cûd/ Nes’elu minke el-hidâyete ilâ-tarîkü’ş-şuhûd/ Kâle’n-nebî (as): Men re’ânî fakad re’al-Hak/ Kâlallahu ta’âlâ: Küntü kenzen mahfiyyen fe-ahbebtü an a’refe fe-halaktü’l-Hak/ Fî hakîkati’l-muhammediyye elletî mir’âtü’l-hak/ Fî beyâni mesleki’l-muhammedî ‘alâ tarîki’ş-şuttâr bi’l-icmâl/ Fî beyâni hakîkati’l-insân fî kavlihi ta’âlâ el-insânu sırrî ve ene sırrihu/ Fî beyâni talebi’l-insâni’l-kâmili’l-mürşidi’l-müeyyedi min indi’llah/ Fî beyâni talebi’l-insâni’l-kâmili’l-mürşidi’l-müeyyedi min indi’llah/ Fî beyâni e’t-tergîb ve’t-teşvîk lî-ehli’s-sülûk ilâ tarîki’l-hak/ Fî beyâni merâtibi’l-evliyâ ale’l-meşâribi’l-fakriyye/ Fî beyâni ekmeli’l-evliyâ alâ meşrebi’l-muhammediyye/ Fî beyâni e’l-merâtibi’l-aliyye: ‘Elâ inne evliyâullahi lâ-havfün aleyhim velâhüm yahzenûn’/ Fî beyâni tahkîki hezihi’l âye Ve mâ ya’lemû te’vîlehü illa’llâhu ve’r-râsihîne fi’l-ilm/ ‘İnneli’llehi ibâden lev akseme ala’llah leeberrehu’ el-hadîs./ Kâle’n-nebîyyü sallallahü ta’âlâ aleyhi vesellem: lâ-yezâlü tâ’ifetün an zâhirîne ale’l-hakkı/ Lâ takûmu sâ’ati hattâ lâ yukâl fî ardillahi Allahun Allahun./ Fî beyâni sülûki’l-halvetiyye ve ta’rifihâ/ Fî-beyânı vüsûlün e’n-nâzım ilâ hazreti’l-insâni’l-kâmil/ Fî beyâni’l-vüsûl ile’t-tekmîli ba’de’t-telvîni ve hâtimeti’l kitâb.’

 

Sonuç Olarak

Hayâtı hakkında yeterli bilgimiz bulunmayan Muslihüddin Vahyî’nin, Arapça ve Farsça’yı ve bu dillerde yazılmış tasavvufî eserleri iyi bilen, kültürlü bir mutasavvıf şâir olduğu anlaşılmaktadır. Vahyî’nin, mi’râcı tasavvufî açıdan yorumlayan Mi’râcü’l-Beyân isimli mesnevîsi, bu özelliği ile türünün nâdir örneklerinden sayılabilir. Şâir, bizzat Hz. Pir Şaban-ı Velî’den feyz aldığını ve eserin gönlüne bir doğuş şeklinde yazdırıldığını belirttiğine göre, dile getirdiği görüşlerin, Halvetî/Şabanî yolunun bakış açısını da yansıttığı söylenebilir.

Prof. Dr. Mustafa Tatçı

 

Dipnotlar:

1 Metin Akar, Türk Edebiyatında Manzum Mi’râcnameler, Ankara 1987.

2 Hüseyin Vassaf, Sefîne-i Evliya, c.IV., Süleymaniye Ktp., Yz. Bağışlar, Nu: 2308, s.8-9; İhsan Ozanoğlu, Kastamonu Kütüğü, İstanbul 1952, s.81; Aziz Demircioğlu, Kastamonu’da Basılan Eserler, Kastamonu, 1987, s.47; Cemaleddin S. Revnakoğlu, ‘Edebiyatımızda Mevlid ve Mi’râciyyeler’, Yeni Tarih Dünyası Dergisi, c.II, s.17, s. 658.

3 Muhammed Nur,Haz. M. Sadettin Bilginer, Mısrî Niyazî Divanı Şerhi, İstanbul 1976, s.72.

 

Not: Bu yazı Yenidünya Dergisinin Aralık-2016 sayısından alıntıdır.  

 

Kaynak:

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.