Mehmet Âkif’in Cenazesine Kimler Katılmıştı?

Mehmet Âkif’in Cenazesine Kimler Katılmıştı?
“Hepsi göçmüş, hani, yoldaşlarının hiçbiri yok! Sen mi kaldın yalnız kafileden böyle uzak?..” İşte böyle diyordu milli şairimiz ölümünden bir yıl önce. Yazar Selçuk Karakılıç, aramızdan ayrılışının 80’inci yıldönümünde Mehmet Akif’i kaleme aldı.

1935 yılının sonlarına doğru Kahire’de uluslararası bir cerrahi kongresi düzenlenmiş, Türkiye’den Tevfik Remzi Kazancıgil’in başkanlık ettiği heyette Kâzım İsmail Bey ve Ömer Vasfi Aybar da yer almışlardır.

Kongrede tebliğlerini sunan Tevfik Remzi ve arkadaşları, on seneden beri Mısır’da yaşayan Mehmet Âkif’i ziyaret etmek isterler. Türkiye’nin Kahire Büyükelçiliğine başvurarak İstiklâl Marşı şairini ziyaret etmek istediklerini, büyükelçilik müsteşarına söyledikleri zaman aldıkları cevap şaşırtıcıdır: “Evet ziyaret edebilirsiniz ama Âkif Bey öyle herkesi kabul etmez” diyen Büyükelçilik Müsteşarı, “Yalnız” der; “Yanında ona bağlı, aynı zamanda medresede hoca olan bir zat var. Onun eline bir mektup verirseniz Âkif’i gördüğünde iletir”.

Amcası Ahmet Şükrü’nün Veteriner Mektebinde Mehmet Âkif’le birlikte okuduğunu ve birbirlerini de o yıllarda tanıdığını hatırlayan Tevfik Remzi, Mehmet Âkif’e mektup yazarak görüşmek istediklerini kaydeder. Ne var ki asıl mesele mektubu Âkif’e götürecek kişidir ve ortalıkta görünmemektedir. Sonunda Türkiye’den Mısır’a gitmiş olan İhsan Hoca’yla karşılaşırlar, mektubu götürmesini ve Âkif’i ziyaret etmek istediklerini kendisine iletmesini belirtirler. 

Mehmet Âkif, İhsan Hoca’nın kendisine uzattığı mektubu alıp “Peki gelsinler” haberini salınca Tevfik Remzi, Kâzım İsmail ve Ömer Vasfi Aybar ziyaret mekanına giderler. Bir ara oturdukları odaya güneş girince Tevfik Remzi Kazancıgil’in dikkati Mehmet Âkif’e yönelir. Tevfik Remzi gördükleri karşısında şaşkındır: Âkif’in yüzü, alnı, tırnakları sarıdır. Doktor Kazancıgil bu duruma dayanamayınca, “Müsaade ederseniz sizi muayene etmek istiyorum” der. Âkif, “Ama nasıl olur, siz kadın doktorusunuz” deyince odadakiler kahkahalarla gülmeye başlar. O günleri babası Tevfik Remzi’den dinleyen Aykut Kazancıgil olayın devamını şöyle anlatmaktadır:

“Neşeli bir hava içinde babam, elini Mehmet Âkif’in karnına koyuyor, bir bakıyor ki taş gibi bir karaciğer, taş gibi karın derken onun siroz olduğunu anlıyor. İstanbul’a döndüğünde hemen Mithat Cemal Bey’i buluyor. Mithat Cemal Kuntay, şair kimliğinin yanı sıra tanınmış bir avukat ve meşhur bir noter. Mithat Cemal Bey, babamın çok yakın aile dostu. Babam, Mehmet Âkif’in durumunu anlatınca, Mithat Cemal Bey “Aman” diyor, hemen sağa sola haber veriyor. Mehmet Âkif’in hastalığını kısa zamanda Atatürk de duyuyor. Sonra Mehmet Âkif, İstanbul’a geliyor ve hastaneye yatıyor.”

Âkif’in Türkiye’ye dönüşünden birkaç sene önce, içine “ölecek” gibi bir korkunun sebepsiz yere düştüğünü yazan Mithat Cemal, kendi yarattığı korkuya günden güne inanmaya başlayacaktır. Açık olmayan mektuplarından Âkif’in hasta olduğuna inanan Mithat Cemal, mektuplaşmayı sıklaştırınca acı gerçeği fark eder: Âkif ölüyor!

Bir gün Sirkeci’de karşılaşan ve Âkif’i gördüğünü söyleyen kadın doktoru Tevfik Remzi Kazancıgil’e Mithat Cemal, “tuhaf bir hisle” susmasını, başka bir şey söylememesini ister. Ancak Kazancıgil üzüntüsünden sükût edememiş, hastalığın siroz olduğunu söyleyivermiştir: “Hastalığı elimle tuttum”.

Âkif’in verem olacak kadar bile talihli olmadığını yazan Mithat Cemal, “Bu siroza inanmadığı”nı yazmaktadır. Tevfik Remzi’nin kadın hastalıkları doktoru olması, bir an için Mithat Cemal’i teselli etse de sonradan kendine gelecektir: “Dahiliyeci değildi, yanılmıştı. Fakat onun dahiliyecilikteki doğru teşhislerini başka vakalardan da o kadar biliyordum ki… O başka teşhislerinde yalan olmasına günlerce çalıştım. O sırada Âkif’ten bir telgraf aldım: İstanbul’a geliyordu”.

Mehmet Âkif, 1924 yılının kış aylarında gittiği Mısır’dan on bir yıl sonra yani 1936 Haziranı’nda beyaz bir vapurla Galata Rıhtımı’na indiğinde “bir deri bir kemik” kalmıştı. Vapurun merdiveninden inen “şapkalı iskeletin” kim olduğunu ancak kolunda eşi İsmet Hanım’ı görünce tanıyan Mithat Cemal, “Eyvah!” diyerek hayıflanmıştır: “Bu İstanbul’a gelmek değil, hastaneye gelmekti”.

Mehmet Âkif’in İstanbul’a ayak bastığı günlerde gazetelerde herhangi bir haberin çıkmaması devrin atmosferini yansıtması bakımından önemlidir. Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan haberde, “Mehmet Âkif’in, senelerden beri ikamet ettiği Mısır’dan vatana dönmek kararıyla iki gün evvel İstanbul’a geldiği, biraz rahatsız olduğu için Nişantaşı’nda Sağlık Yurdu’nda tedavi gördüğü” yazmaktadır.

Yedigün Dergisi adına röportaj yapan Feridun Kandemir’in “Özledin mi bizi üstat?” sorusuna hasta yatağında, “Özlemek mi oğlum? Özlemek mi?” diyen Âkif, “Mısır’dan üç gecede geldim. Bu üç gece, otuz asır kadar uzun sürdü. Orada on bir yıl kaldım. Fakat bir an oldu ki on bir gün daha kalsaydım çıldırırdım” diye cevap verir. Hastalığını da soran Feridun Kandemir’in aldığı cevap Âkif’in “kafileye yetişmek” üzere olduğunu gösteriyor: “Karaciğerim, dalağım şişmiş; geldik, yattık burada. Müşahede altına aldılar, bakalım ne olacak?”

Mehmet Âkif, Mısır’dan dönmeden az önce büyük dostu Abbas Halim Paşa’nın vefat haberini almış, 1935 yılının sıcak bir temmuzunda kederli bir ruh haliyle şu kıtayı yazmıştı:

 

“Hepsi göçmüş, hani, yoldaşlarının hiçbiri yok!

Sen mi kaldın yalnız kafileden böyle uzak?

Postu sermekse meramın yola, serdirmezler

Hadi, gölgenle beraber silinip gitmene bak!”

 

Âkif, bu kıtayı yazdığı günlerde aslında ya hastalığının farkındaydı veya yakında hepsi göçen yoldaşlarının yanına varacağını, uzaktaki kafileye katılacağını bilmiyordu. Oysa Galata Rıhtımı’nda adeta iskelet ile karşılaşan Mithat Cemal’in korktuğu altı ay sonra başına gelecektir: “Büyük şair Mehmet Âkif, dün akşam saat sekize çeyrek kala vefat etmiştir”.

Mehmet Âkif, gazetenin haberine göre, yakın dostu Fuad Şemsi’nin yönettiği Mısır Apartmanı’nda 27 Aralık 1936 Pazar akşamı, saat 19:45’te hayata gözlerini yummuştu.

Mehmet Âkif’in vefat ettiğini öğrenir öğrenmez Mısır Apartmanı’na koşan Mithat Cemal odaya giremeyecek, kapının kenarına başını dayadığında ise kızı Cemile ile damadı Ömer Rıza’nın bir köşede ağladıklarını fark edecektir. Gördüğü manzara ise hazindir: “Buruşuk, boş karyola… Yerde tabut… Diz çökerek ölüyü öpen siyah giyinmiş kadın…”

Cenazenin Beyazıd’dan kalkacağını düşünerek herkesten önce oraya giden Mithat Cemal, çok sonraları birkaç kişinin göründüğünü yazıyor: “Biraz sonra çıplak bir tabut geldi. ‘Bir fukara cenazesi olmalı’ dedim. O anda Emin Efendi Lokantasının sahibi Mahir Usta, elinde bir bayrakla cenazeye koştu. Sebebini anlamadım. Yine o anda yüzlerce genç peyda oldu. Üniversitenin büyük sancağına çıplak tabutu sardılar. Ellerimi yüzüme kapadım. Cenazeyi tanımıştım”.

İstanbul gazeteleri vefat haberini yaymaya başladığı sırada Âkif, Beyoğlu Hastanesine kaldırılarak gasledilir. Cenaze otomobili, tabutu Beyazıd Camine getirdiği zaman İstanbul Üniversitesi öğrencileri büyük bir kitle halinde tabutu karşılar. Hava soğuktur ve şiddetli bir poyraz esmektedir. Bütün gece kar yağmıştır, ortalık ise bembeyazdır. Tabut otomobilden çıkarıldığında çıplak, örtüsüz, yalnız tahtadan ibaret bir tabut görülür. Öğrenciler bu manzara karşısında hüngür hüngür ağlamaya başlar. Bir kısım öğrenciler, biraz sonra ellerinde bayraklarla çıkagelirler. Âkif’in tabutunu albayrakla saran öğrenciler, üstüne ayrıca Kâbe örtüsünü örterler. Eşref Edip’e göre, “Çıplak bir tahta olarak gelen tabut, musalla taşında alsancaklarla, Kâbe örtüleriyle” donatılmıştır.

30 Aralık 1936, saat 10:00’da dinî merasim başlamış, önce Hafız Saadettin Kaynak güzel sesiyle Ali İmran Suresini, ardından Hafız Asım da bir ayet okumuştur. Tıp Fakültesi öğrencisi Fethi Tevetoğlu’nun askerce bir selamından sonra Edebiyat Fakültesi hocalarından Ali Nihat’ın öncülüğünde İstiklal Marşı söylenmiştir.

Kabri başında üniversite gençliğinin teklifi üzerine Heykeltıraş Ratib Aşir tarafından Âkif’in yüzünün kalıbı alınır, kefenine yeniden sarıldıktan sonra Kur’an sesleri arasında defnedilir.

Çanakkale’nin destanını yazan şaire ne kadar yaraşırdı!

Mehmet Âkif’le tanışıp tanışmadığı sorusuna ilk anda “tanışmayız” şeklinde cevap veren Yahya Kemal ile Âkif’in birbirlerini gıyaben tanıdıkları söylenebilir. Yahya Kemal’in Mütareke yıllarında farklı gazetelerde çıkan yazılarının Âkif’in izniyle Sebilürreşad’da yayımlanması bu iddiayı güçlendirmektedir. Hatta Sebilürreşad’da iktibas edilen bu yazıların altına muhtemelen Âkif’in yazdığı şu kısa yazılar dikkat çekicidir:

“Yahya Kemal Bey’in büyük bir samimiyetle yazıldığından hiç şüphe olmayan pek nefis, pek kıymettar makalelerinin günden güne sükût etmekte bulunan İstanbul muhitinde ne kadar büyük hüsn-i tesir husule getirdiği bir asker anası tarafından müşarünileyhe hitaben yazılan ve Tevhid-i Efkâr’da neşr olunan atideki mektubundan kemal-i vuzuhla anlaşılmaktadır. Bu kabil samimi ve dindar yazılarla o dalâl içinde yüzen muhiti irşad etmekte olduklarından dolayı Yahya Kemal Beyefendi’ye Sebilürreşad, Anadolu Müslümanlarının en samimi teşekkür ve selamlarını takdim eder”.

Daha ötesi, Cahit Tanyol, Yahya Kemal’in “Atik Valde’den İnen Sokakta” isimli şiirinde Mehmet Âkif’i anımsatan havanın sezildiğini söyler. “Çünkü” der Tanyol, “Bu şiirlerin henüz tamamlanmamış olduğu dönemlerde kendisini ziyaret ettiğim vakit yatağının yanındaki küçük masada iki değişmez konuk görürdüm: Safahat ve Cevdet Paşa’nın Tarihi.”

Fuad Şemsi, Süleyman Nazif ve Mahir İz gibi ortak dostları da bulunan iki şairin ne yazık ki bir araya gelmedikleri anlaşılıyor. Âkif’in yurda döndükten sonra Yahya Kemal’in Âkif’i hastanede neden ziyaret etmediğini bilemiyoruz. Ancak Yahya Kemal, “soğuk ve şiddetli bir poyrazın estiği, ortalığın karla örtüldüğü” 30 Aralık 1936 Pazartesi sabahı, Âkif’in cenaze merasimine katılarak İstiklâl şairine son görevini yapmıştır. Polisin tuttuğu takibat raporlarına göre, Âkif’in cenazesine o gün şu isimler katılmıştır:

Saylav Şemseddin (Günaltay), Fazıl Ahmed (Aykaç), Yahya Kemal (Beyatlı), Profesör Muhiddin, Esad Fuad (Tugay), Çolak Selahaddin, Tüccar Emin Vasfı, Kuleli Askerî Lisesi Edebiyat Muallimi Tahirü’l-Mevlevi, Fuad Şemsi (İnan), gazeteci Feridun (Kandemir), birçok kimseler ile, üniversite ve Askerî Tıbbıye öğrencileri…”

Yahya Kemal, cenaze merasiminde ne hissetti, ne düşündü bilemiyoruz. Ancak Emin Erişirgil cenazeden dönerken Âkif’ten yaşlı iki sakallı adamın konuşmasına kulak misafiri olur. Birbirlerine destek olarak yürüyen bu iki adamdan biri şöyle der: “Ne Cenap var, ne Süleyman Nazif, ne Ali Ekrem… Onlar sağ olsalardı hiç Âkif’i bu kara yere defnettirirler miydi? Onun yeri Namık Kemal’in yanı idi. Namık Kemal’in yanı… Hem orası Çanakkale’nin destanını yazan şaire ne kadar yaraşırdı!..”

Mehmet Âkif yakın dostlarının acısını peş peşe tatmış, şiirinde bahsettiği kafileden uzak kaldığını yazmıştı. Ne yazık ki cenazesine büyük dostlarından azı vardı.

Yahya Kemal, Âkif’le belki hiç karşılaşmamıştı ancak dostluğunu son anda göstermeyi bilmişti.

Selçuk Karakılıç

Karar Gazetesi

 

Kaynak:

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.