İstanbul zirvesi ve 'Avrasya Üçlüsü'
İstanbul zirvesi ve 'Avrasya Üçlüsü'
İstanbul zirvesi her ne kadar Suriye gündemiyle toplanmış olsa da, ortaya çıkan tablo çok daha büyük bir jeopolitik kırılmaya işaret ediyor.
İSTANBUL - Prof. Dr. Mehmet Seyfettin Erol
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ev sahipliğinde, Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Almanya Başbakanı Angela Merkel ve Birleşmiş Milletler (BM) Suriye Özel Temsilcisi Staffan de Mistura’nın katılımlarıyla 27 Ekim’de gerçekleştirilen İstanbul zirvesi sadece Suriye krizi boyutuyla değil, “Büyük Oyun”un geleceği açısından da bir dönüm noktası olarak karşımıza çıkıyor. Zira Suriye ihtilafına dair son gelişmelerin ele alındığı bu zirve, gerek gündemi gerekse de alınan kararlar ve çekilen aile fotoğrafıyla tüm dünyaya şu mesajı verdi: Tek dünya dayatmasını ve onun emrivakilerini reddediyoruz; çok kutuplu bir dünyadan yanayız. Aramızdaki krizleri sonlandırma arzusundayız. Yeni uluslararası sistemin inşa alanını oluşturan “Genişletilmiş Asya” ya da “Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)” ile birlikte anılan “Genişletilmiş Ortadoğu İnisiyatifi” coğrafyasında her türlü oyuna karşı birlikte hareket etmeyi hedefliyoruz. Bu bağlamda Suriye’de barışın yeniden tesisi ve normalleşme sürecinin taraftarıyız.
Nitekim dörtlü zirvenin sonunda yayımlanan bildiriye bakıldığında, tarafların Suriye ihtilafından kaynaklanan bölgesel ve küresel güvenlik ile istikrara yönelik risk ve tehditler karşısındaki ortak kaygılarının ön plana çıktığı açıkça görülüyor. Dolayısıyla tarafları burada bir araya getiren temel faktör her ne kadar şeklen Suriye krizi gibi görünse de, asıl belirleyici hususun ABD’nin tek taraflı tutumu ve Donald Trump ile zirvesine ulaşan “kontrolsüz gücün” tüm dünya barışını tehdit eden girişimlerine karşı ortak bir çözüm arayışı olduğu ortada. İstanbul zirvesi bu kapsamda, bölgesel-küresel bazdaki konjonktürel krizlere yapısal çözümlerin arandığı “yeni/genişletilmiş bir barış platformu” olarak ön plana çıkıyor.
Genişletilmiş Astana süreci
Bu bağlamda Suriye krizi odaklı İstanbul zirvesi, aynen Astana sürecinde olduğu gibi, yeni bir sürece gebe görünmekte ve her bu iki zirve birbirinin tamamlayıcısı konumunda. Astana sürecinin sacayakları konumunda olan Soçi, Ankara ve Tahran zirvelerinde alınan kararlara Almanya-Fransa ikilisi üzerinden Avrupa Birliği’nin (AB) de dahil edilmesi, önemli bir siyasi ve diplomatik başarı olarak karşımıza çıkıyor.
Bu zirveyle birlikte “üçlü garantörlük” de facto olarak “beşli garantörlüğe” dönüşmüştür. Bu ise ABD’nin hem sahada hem de diplomasi masasında (örneğin Cenevre) elinin zayıflaması ve üzerinde istemediği bir baskının oluşmasıyla eşdeğerdir.
Nitekim zirvenin ardından yayımlanan ortak bildiride, 1. Suriye Arap Cumhuriyeti’nin egemenliği, bağımsızlığı, birliği ve toprak bütünlüğüne yapılan vurgu, (bu husus ABD’nin başta “BOP Kürdistanı” olmak üzere, bölgede inşa etmeye çalıştığı kukla devletlere karşı bir ortak tutum olarak değerlendirilebilir); 2. komşu ülkelerin ulusal güvenliğine zarar vermeyi amaçlayan ayrılıkçı gündemleri reddetme kararlılığı (bu dolaylı olarak Türkiye’nin Münbiç ve Fırat’ın doğusu hakkındaki endişelerine/kararlılığına bir destek olarak da değerlendirilebilir); 3. kimyasal silah kullanılmaması yönündeki çağrı/uyarı (Suriye’de kaybetmeye başlayan ABD’nin son dönemde sıklıkla dile getirdiği bir müdahale gerekçesi olarak bu hususa yapılan vurgu oldukça dikkat çekici); 4. bölgedeki terör örgütlerinin tamamen ortadan kaldırılması (burada özellikle ABD’nin Suriye/Ortadoğu’da terör örgütleri üzerinden bir takım oldubittilerine göz yumulmayacağı mesajı verilmektedir); 5. Suriye’de barış ve istikrar için gereken koşulların tesisi, siyasi çözümün teşviki ve bu bağlamda Suriye’de anayasal reformu gerçekleştirecek Anayasa Komitesi’nin Cenevre'de kurulması; 6. mültecilerin ve ülke içinde yerlerinden edilmiş kişilerin, Suriye’de ikamet ettikleri asıl yerlere güvenli ve gönüllü olarak geri dönüşleri için gerekli şartların tüm ülke genelinde oluşturulması hususları bu tespiti teyit etmektedir.
ABD liderliğinin sonu
Yukarıda kısmen ifade edildiği üzere, İstanbul zirvesi her ne kadar Suriye gündemiyle toplanmış olsa da, ortaya çıkan tablo çok daha büyük bir jeopolitik kırılmaya ve ABD gücünü/tehdidini başlangıç itibarıyla önce dengelemeye, akabinde ise bertaraf etmeye yönelik bir işbirliği sürecine işaret ediyor. Bu bağlamda, söz konusu zirve yeni bir jeopolitik denge/denklemin inşa edildiği bir adres olarak karşımıza çıkıyor.
Özellikle NATO üyesi üç ülkenin, NATO dışında farklı platformlardaki çözüm arayışları ve bu bağlamda (yine bir NATO üyesi olan) ABD’nin tehdit/düşman ilan ettiği bir ülkeyle (Rusya) yeni bir inisiyatif başlatması ve bunu daha başka aktörlerle de genişletebilecekleri yönündeki duruşları, burada dikkatlerden kaçmaması gereken önemli bir ayrıntıdır. Bu bağlamda İstanbul zirvesi, ABD’nin AB ve NATO üzerinden Batı dünyası üzerindeki liderliğinin sona erdiğini tescil eden bir toplantı olmuştur. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın zirve öncesi Almanya ziyaretinde gündeme getirdiği “smaller group” (daha küçük grup) önerisi bu zirvede daha da bir anlam kazanmıştır.
ABD’nin bu zirveye davet edilmemesi bu açıdan önemlidir. ABD çok büyük bir olasılıkla sadece Suriye merkezli değil, daha başka hususlarda da devre dışı bırakılmıştır ve kendi elleriyle inşa ettiği “muhteşem yalnızlığının” coğrafyası, daha da derinleşmiş ve genişlemiştir. Daha da ötesi, “kaos düzeni” üzerinden yeni bir dünya inşa etmek isteyen ABD’nin oyun kuruculuğuna karşı “ötekiler”in her geçen gün yükselen, güçlenen bir meydan okuması söz konusudur. Dolayısıyla ABD’yi sadece Suriye’de değil, Doğu Avrupa’dan Güney Asya’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyada zorlu bir gündem ve gelecek beklemektedir.
“Genişletilmiş Avrasya direnç cephesi” ve Türkiye-Rusya ikilisi
Hiç kuşkusuz, içinde bulundukları coğrafyada barış ve istikrarı kendi iradeleriyle yeniden tesis etmek isteyen “Genişletilmiş Avrasya direnç cephesi”, ABD’nin dikkatinden kaçmamaktadır. ABD’nin bu oluşuma en başından itibaren küçümser bir edayla yaklaşımı bile, aslında bu süreçten duyduğu derin endişeyi yansıtıyor. Nitekim Astana sürecinin somut etkisini Suriye’de göstermeye başlamasıyla birlikte, ABD’nin en temel hedefi Türkiye’yi bu oluşumun dışına itmek şeklinde tezahür etmiştir. ABD, Türkiye ve Rusya’nın içinde yer aldığı ve öncülük ettiği oluşumların, kendisini sahada ve diplomasi masasında ne kadar zora soktuğunun farkındadır. Dolayısıyla ABD’nin “İstanbul Süreci”ni farklı bir şekilde görmesi, algılaması, değerlendirmesi mümkün değildir.
ABD, İstanbul zirvesinin bir sürecin başlangıcından ziyade, onun devam eden bir sonucu olduğunu ve temelinde iki devletin ortaya koyduğu güçlü iradenin yattığını bilmektedir. Bu devletler ise hiç kuşkusuz Türkiye ve Rusya’dır. Her iki ülkenin 11 Eylül’ü müteakiben imzaladığı 16 Kasım 2001 tarihli “Avrasya’da İşbirliği Eylem Planı”, burada önemli bir dönüm noktası olarak karşımıza çıkmaktadır. Söz konusu eylem planı, her şeyden önce, ABD’nin tek kutuplu bir dünya inşa etme hedefi çerçevesinde 11 Eylül üzerinden oluşturmaya çalıştığı küresel kaos düzeninin ve bunun ilk uygulama adresi olan Afganistan müdahalesinin, Türkiye ve Rusya açısından, varlıklarına yönelik bir tehdit olarak algılanmasının sonucudur. Eylem planı, daha geniş anlamda, her iki devletin tarihsel misyon anlayışlarını ve gelecek vizyonlarını tehdit eden ABD tek kutupluluğuna karşı çok kutupluluğu esas alan de facto bir ittifak girişimi olarak da nitelendirilebilir.
Türkiye ve Rusya’nın 2001’den itibaren, aradaki bir takım sıkıntılara rağmen ABD’ye karşı sahada elde ettikleri başarı, diğer güçleri de cesaretlendirici bir rol oynamıştır. Daha da ötesi, ABD’den doğrudan ya da dolaylı tehdit algılayan, ondan daha bağımsız politikalar izlemek isteyen ülkeler/güçler açısından Türkiye-Rusya ikilisi, bir çekim merkezi haline gelmeye ve desteklenmeye başlanmıştır.
Almanya, bu Avrasyalı güçlerden biridir ve aynen Türkiye-Rusya ikilisi gibi aslında Batı’nın bir ötekisidir. Almanya, ABD’den daha bağımsız bir politika izlemesinin, AB’yi elinde tutmasının ve AB/Almanya’nın birliğini korumasının yolunun Türkiye ve Rusya ile güçlü bir ilişki kurmaktan geçtiğinin farkındadır. Aksi takdirde, Suriye iç savaşı ve benzeri hadiseler sonucunda her geçen gün daha da güçlenen ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve İslamofobi gibi tehditlerin önüne geçmesi mümkün olmayacaktır. Almanya bu gidişle, doğuya ve batıya doğru politikalarında ciddi bir hezimete uğrayacağa benzemektedir. Dolayısıyla Almanya açısından İstanbul’daki dörtlü zirveye katılım bir keyfiyet değil, mecburiyetin sonucudur. Almanya’nın son iki dışişleri bakanının verdiği mesajlara dikkatlice bakıldığında bu husus daha net bir şekilde anlaşılacaktır.
“Avrasya Üçlüsü”: Türkiye-Rusya-Almanya
İstanbul zirvesiyle Astana’nın bir adım daha öteye taşındığı ve Almanya’nın da etkin bir şekilde katılımıyla üçlü bir sacayağı üzerine inşa edilebilecek yeni bir “Avrasya Üçlüsü” sürecinin önünün açıldığı da iddia edilebilir ki bu ABD’nin kıyamet senaryosunun ya da kâbusunun gerçek olmasıyla eşdeğer olacaktır. “Avrasya Üçlüsü”nün bir diğer varlık nedeninin ABD-Çin arasında kendisine güçlü bir konum arayışı olduğunu burada kısmen de olsa belirtmekte fayda var.
Burada farklı kombinasyonlar söz konusu olmakla birlikte (özellikle süreçte Fransa ve İran’ın varlığı göz önünde bulundurulduğunda), sonuçta üç ülkenin motor güç olduğu görülmektedir. Türkiye-Almanya-Rusya üçlüsünün birbirlerini tamamlayıcı potansiyelleri, rolleri, etkinlik sahaları burada önemli bir yere sahiptir.
“Avrasya Üçlüsü” bağlamında ilk ciddi çıkışın, yukarıda zikredilen tehdit öngörüleri bağlamında Almanya’dan geldiğinin de burada altının çizilmesi gerekmektedir. 2010 yılında Türkiye-Rusya-Almanya arasındaki iktisadi, ticari ve siyasi ilişkilerin güvenlik temelli ilişkilerle daha da güçlendirilmesi yolundaki çağrılar, halen hafızalardaki yerini korumaya devam etmektedir. Almanya, ABD ile mücadelesinde “doğuya doğru politikası”nın iki vazgeçilmez ülkesiyle derin bir işbirliğini gündeme getirdikten sonra, bu ülkelere yönelik operasyon için düğmeye basılmıştır. Nitekim bu çağrıyı müteakiben ilk önce Almanya-Rusya, sonrasında da Türkiye-Almanya ve Türkiye-Rusya ilişkilerini hedef alan krizler serisi gündeme gelmiştir.
Her üç devlet de bu krizlerin kaynağını bilmektedir ve bu krizlerin ikili-çoklu ilişkileri etkilememesi için daha etkin bir işbirliği yöntemini bir cevap olarak seçmiş bulunmaktadırlar. Burada hiç kuşkusuz Türkiye’nin süreci kolaylaştırıcı ve kilit rolü, tüm taraflar açısından önemli bir avantaj olarak kabul görmektedir.
Türkiye’nin oyun kurucu rolü
Nitekim Türkiye, ABD’nin Rusya ve Avrupa’yı karşı karşıya getiren oyununu büyük ölçüde bozmuştur. İstanbul zirvesiyle, Türkiye’nin bölgesel-küresel siyasetteki merkezi konumu ve oyun kurucu rolü daha da pekişmiştir. Türkiye oyun bozucu bir güç olmanın yanında, oyun kurucu bir aktör olarak da ön plana çıkmaya başlamıştır.
Soğuk Savaş sonrası ABD ilk defa böylesi bir tablo ile karşı karşıyadır ve bu Türkiye’nin güçlü, kararlı diplomasisi ve kendisine duyulan güvenle gerçekleşmiştir. Batı’dan dışlanmaya çalışılan Türkiye, bu bağlamda Batı’nın paylaşılamayan, aranılan bir aktörü ve Avrasya ile güçlü bağlara sahip “Yeni Batı inşası”nın mimarlarından biri olarak önemli bir avantaj yakalamıştır. Türkiye’nin Avrasyalı-Batılı güçler arasındaki dengeleyici rolü daha bir önem kazanmıştır.
Türkiye sonuç itibarıyla, “son zamanların en önemli siyasi ve diplomatik atağı” olarak kabul edilen Suriye merkezli İstanbul zirvesiyle, en başından itibaren ortaya koyduğu tezleri ve yapıcı rolünü tasdik ettirmiştir. Suriye’nin toprak bütünlüğüne, birliğine, egemenliğine, komşu ülkelerin ulusal güvenliğine zarar vermeyi amaçlayan ayrılıkçı gündemleri reddetmeye ve bu bağlamda bölgedeki terör örgütlerinin tamamen ortadan kaldırılmasına yönelik vurgu, ülkenin geleceğine dair kararı ancak Suriyelilerin alacağına yönelik ortaya konulan ortak irade, bu açıdan oldukça önemlidir. İstanbul zirvesiyle Türkiye “düşmanları azaltma, dostları çoğaltma” politikasına uygun bir şekilde, yeniden inşa edilen uluslararası sistemde güvenilir, aranılan güçlü bir ortak ve bir güç merkezi olarak yer alabileceğini bir kez daha tüm dünyaya göstermiştir. Bu bağlamda, Türkiye’nin eli düne göre daha da güçlüdür.
[Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi öğretim üyesi olan Prof. Dr. Mehmet Seyfettin Erol aynı zamanda Ankara Kriz ve Siyaset Araştırmaları Merkezi (ANKASAM) başkanıdır]
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.