İslami kesimden ne zaman özür dilenecek?

İslami kesimden ne zaman özür dilenecek?
  1990'lı yıllarda birçok aydına yönelik işlenen ve ne yazık ki faili meçhul kalan cinayetlerde ilk suçlanan İslami kesim oldu. Son yıllarda...

 

 

1990'lı yıllarda birçok aydına yönelik işlenen ve ne yazık ki faili meçhul kalan cinayetlerde ilk suçlanan İslami kesim oldu. Son yıllarda ortaya çıkan bilgi ve belgeler başka gerçekleri ortaya koyuyor.

 

SELÇUK KÜPÇÜK
Önceki haftalarda, 24 Ocak 1993 günü bir suikast sonucu kaybettiğimiz gazeteci Uğur Mumcu'nun oğlu önemsenmesi gereken bir açıklamada bulundu. Merhum babasının katledilişi ile ilgili olarak; "Ben bu cinayetin İslamcı bir operasyon olduğuna inanmıyorum" diyen Özgür Mumcu'nun bu açıklaması, ülkemizde özellikle 90'lı yıllarda birçok aydına yönelik işlenen ve ne yazık ki faili meçhul kalan cinayetlerin, toplumun bir kesiminin vicdanında yeniden ele alınması gerektiğini gösteriyor. Bahriye Üçok, Çetin Emeç, Muammer Aksoy, Ahmet Taner Kışlalı vb gibi fikir ve yazılarında laiklik vurgusunu temel alan birçok aydına yönelik suikastın ardından bazı toplumsal kuruluşlar hemen meydanlara yığdırılıyor ve hedef olarak İslamcı kesim ve hatta dış kaynak olarak da komşumuz İran gösteriliyordu. "Mollalar İran'a", "Kahrolsun Şeriat" vs gibi İslami kesimleri hedef alan bu sloganlar üzerinden, cinayetlerin arkasında kendilerini dini duygular ile yapılandırmış kişi ya da kişilerin, örgütlerin olduğu kararına daha sorgulama, yargılama yapılmadan ve her şeyden evvel fail/ler yakalanmadan varılıyordu.

DANIŞTAY'DA DA AYNI SENERYO

Tabii devamında basınımızın belli bir kesimi çarşaflı, sarıklı, cübbeli muhtelif Müslüman fotoğrafları ile donatılmış haber metinlerinde cinayetin İslamcı gruplar tarafından işlendiğini çözümleyen iddialarını manşetten günlerce veriyorlardı. Benzer bir senaryo Danıştay baskını (17 Mayıs 2006) sırasında da gündeme geldi. Yine toplumun belli kesimleri meydanlara yığdırıldı ve sorumlu olarak, attırılan sloganlar ve yazdırılan pankartlardan anlaşılacağı üzere, hükümet gösterildi. Saldırganın cinayeti başörtüsü için işlediği, toplantı odasına girip, silahını ateşlerken tekbir getirdiği, aracında İslamcı bir gazetenin bulunduğu vs gibi yine 90'lı yıllardaki kurguyu andıran operasyonlar takip etti süreci. Oysa olayın akabinde yakalanan ve saldırgana yardım ettikleri tespit edilen kişilerin din-diyanet ile hiçbir ilgilerinin bulunmadığı ortaya çıktı. Ergenekon soruşturmasında basına yansıyan bilgiler de gösterdi ki, saldırıyı düzenleyen avukatın ilişkiler ağı hiç de İslamcı bir yapılanma şeklinde değil, tam tersine ulusalcı bir organizasyonu işaret ediyordu.

Oysa Kocatepe Camii'nde cenazeye katılan hükümet üyelerine hakaret ve fiiliyata varana kadar yapılan saldırılar yine benzer sloganların uzantısı gibi idi. Bu cinayetten de İslamcı geçmişi olan siyasetçilerden teşekkül etmiş mevcut hükümet sorumlu tutuldu.

İlerleyen günlerde derinleşen soruşturma neticesinde gördük ki, bu kadar önemli bir saldırının yapıldığı gün ne yazık ki(!) Danıştay'ın güvenlik sisteminin kameraları çalışmıyordu. Saldırı anı görüntülenememişti. Binanın güvenlik hizmetini sağlayan OYAK Savunma ve Güvenlik Şirketi'nin, kameraların arızası ile ilgili ihmal veya kastının olup olmadığı da araştırılmaya gerek duyulmadı Ankara'daki mahkeme tarafından!

28 ŞUBAT'TA DA AYNI SENERYO

28 Şubat'a giden süreçte de benzer bir kurgunun muhatabı olduk hep beraber. Özellikle Ergenekon soruşturması ile ele geçen ses kayıtları ve muhtelif belgelerde anlaşıldı ki, darbeye zemin hazırlamak için yetiştirilen sahte şeyhler, bu şeyhler arasında gezinip duran bir kadın, herkesin gözü önünde Elazığ'dan Ankara'ya otobüslere doldurulup gönderilen, molalarda el ele tutuşturulup zikir çektirilen müritler(!) vs.. bütünüyle büyük kurgunun birer simülatif parçaları. Her nasılsa 28 Şubat'ı takip eden 29 Şubat günü bütün Aczimendiler, düğmeye basılmış gibi kayboldu ortadan. Sahte şeyhlerden birisi geçtiğimiz aylarda uyuşturucu hap fabrikası çalıştırırken yakalandı. Ergenekon soruşturması çerçevesinde tutuklu bir sanık bu şeyhten "şu bizim hoca" diye bahsediyor. Artık hepimizin tanıdığı Sisi, şeyhlere ikram edilen kadının devletin içine yuvalanmış hangi birimlerce nasıl yetiştirilip, ambalajlandığını açıkladı birçok yerde.

Büyük kurgunun içinden vermeye çalıştığım bu küçük fotoğraf ile ortaya saçılan ilişkiler ağı ne kadar garip değil mi? Oysa operasyonal olarak kurgulanmış saldırılar, sahte şeyhler ve sahte tarikatlar üzerinden hareket ederek, mesele ile hiçbir ilgisi bulunmayan mütedeyyin insanların anlam dünyaları şiddet üreten, gerici, çağdışı olarak takdim edildi ve medyayı abluka altına alan işbirlikçi kuruluşlarca da her akşam Tv ve gazetelerde bu insanlar açıktan hedef gösterildiler.

Zaten şunu tarihsel bir vaka olarak söylemek gerekli ki, bu topraklarda kök salan İslam anlayışı bütünüyle şiddeti dışlayan, hem kendi cemaati, hem de başkaca dini cemaatler ile kurduğu ilişkiyi gönül ve hoşgörü merkezinde şekillendiren bir sosyolojik fotoğraf olarak çıkıyor karşımıza. Modern öncesi zamanlarda bile başka düşünce ve cemaatler ile kurduğu ilişkiyi şiddet dilinin uzağında tanımlayan Anadolu Müslümanları, nasıl olur da daha modern zamanlarda bu ilişkilerinin temelini şiddete yaslayabilir? Eğer bu iddianın gerçekçi bir yanı olsa idi yaşadığımız topraklarda bir Mardin, Hatay, İstanbul örneğini bulamazdık. İkide bir "Şeriat geliyor" naraları ile mütedeyyin Müslümanları rahatsız eden kesimler dünyaca öneme sahip Osmanlı tarihçilerimizin konu ile ilgili kitaplarını biraz karıştırırlarsa mesela, -onlara göre geriyi temsil eden(!)- Osmanlı devlet sisteminin dahi Şer'i Hukuk ile değil, Örfi Hukuk ile yapılandığını göreceklerdir. Dolayısı ile laikçi söylemin ideolojik jargonuna kurban giden ve meydanlara çabucak yığdırılan kesimler bilmelidir ki, bu toprakların sosyolojisinde şekil bulan toplumsal ilişkilerde şiddet kendisine yer edinememiş ve iddia edildiği gibi bir şeriat yönetimi hiç yaşanmamıştır.

ARTIK ZAMANI GELMİŞTİR

Bu arkaik kazıyı yapmadan ve günümüz meselelerinin tarihsel arka planının bulunup bulunmadığını ana metinlerden çıkarmadan meydanlara yığılmanın ancak simülatif bir karşılığı olabilir. Özellikle devletin içine yuvalanmış anlayışın modern zamanlarda piyasaya sürdüğü korkuların bu yüzden, ne tarihsel ne de sosyolojik karşılığı söz konusu değildir. Olsa idi zaten meydanlara inen sloganların topluma bir virüs gibi sızıp, tarihsel belleklerde saklanan şiddeti beslemesi ve oradan büyüyerek sokaklara tekrar geri dönmesi gerekirdi. Çok şükür darbecilerin bütün tahriklerine rağmen bu topraklarda Kürt-Türk, Alevi-Sünni ya da Dinci-Laikçi çatışması çıkmamıştır.

1960 darbesi için zemin hazırlayan düşüncenin uzantısı olan merkezlerin de ta o yıllarda Menderes Hükümetine tıpkı bugünlerde olduğu gibi aynı suçlamaları yaptığını hatırlamak ve hatta unutmamak lâzım. Sebep yine İrtica, Şeriat, Ezanın Türkçe okunması vs'dir. Rahmetli Uğur Mumcu'nun oğlunun basına yansıyan açıklamaları ve daha da öte Ergenekon soruşturması çerçevesinde ortaya çıkan gerek itirafçıların, gerek belgelerin ve gerekse ses kayıtlarının ardından tarihsel kazısı bin yıla dayanan toplumsal barışımızı bozmak ve duyarlılıkları provokatif eylemlerle karşı karşıya getirmek isteyen birimlerin oyunlarına alet olan toplumun belli bir kesiminin sanırım verili yakın dönem tarihini yeniden gözden geçirmeye ve vicdanları ile hesaplaşmaya ihtiyacı gözüküyor.

* Şair-Yazar

 

 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.