İslâm Birliğine Giden Çileli Yol!

İslâm Birliğine Giden Çileli Yol!
Türkçede, ‘Derdini Marko Paşa’ya anlat’ diye bir deyim bulunmaktadır. Marko Paşa herkesin derdine derman arayan bir Rum doktordur.

Klasik dönem efendisi hamarat ve hemdert bir tabiptir. Lâkin bazen huzûruna çâresiz dertlerle gelirler ve Marko Paşa bilmezliğe, anlamazlığa vurarak muhâtabı savuştururmuş.

Gerçekten de günümüzün en büyük vazîfesi ve sorunların çâresi ittihâd-ı İslâm veya başka bir tabirle vahdet-i İslâmiyye’dir. Ama nasıl bir siyâsî ve sosyal reçete ile katına ulaşılır?

Müslümanların dağınıklığı başkalarının iştahını artırmakta, bu da dünyânın daha doğrusu hepimizin huzûrunu kaçırmaktadır. Dünyânın seken dengesi ancak İslâm boyutuyla sağlanabilir. Müslümanların birlik ve berâberlik içinde olmamaları zulmün sağanak hâline gelip Müslümanların üzerine serpilmesine ve yağmasına sebep olmaktadır. Myanmar’dan Suriye ve Filistin’e kadar akan kan Müslümanların kanıdır. Bu mâkus tabloyu tersine çevirmek de bir iki ülkenin harcı değildir veya olmaktan uzaktır. Günümüzde mücâdele pakt/tabakat mücâdelesidir. Filistin/İsrail mücâdelesi bunun sağlamasıdır. İsrail bunun farkındadır. Hıristiyan olmadığı halde arkasına bütün Hıristiyan devletleri dizilmiştir. Çin dışında Hıristiyan beş büyüklerin dördü hilafsız arkasındadır. Bundan dolayı koskoca İslâm dünyâsına karşı kafa tutmaktadır. ABD İsrail’e İslâm dünyâsına karşı silaha dayalı nitelikli üstünlüğü temin etme garantisi vermiştir. Bu açıdan da İslâm ülkelerinin bir biçimde nükleer silahlara erişmesi sistematik bir biçimde engellenmektedir. Dehşet dengesi sağlanmasına imkân verilmemektedir. Bu hususta bir nükleer tekel ve kulüp oluşmuştur ve bu tekelin kırılmasına da izin verilmiyor. Hindistan, Kuzey Kore ve İsrail gibi nükleer kulübün kaçakları olsa da bunlar Müslüman olmadıkça kimsenin umurunda değildir. Fasit daireyi bir ucundan kırmak lâzımdır. Bunun için de elbirliğine ihtiyaç var.

İttihâd-ı İslâm’ın siyâsî ufkumuzdan çekilmesinden beri bunu yinelemeye matuf 100 yıldır bir arayış sürmektedir. Osmanlı’nın zayıflamasıyla birlikte ittihâd-ı İslâm mefkûresi Müslümanların kızıl elması hâline gelmiştir. Kimileri bu mefkûreyi Cemaleddin Afgani’ye kimileri ise İkinci Abdulhamit Han’a dayandırmakta, mal etmektedir. Denildiği gibi, cümlenin maksudu bir amma rivâyet muhtelif. Arapça ifâdesiyle de ibâratuna şetta hüsnüke vâhidin. Osmanlı’nın yıkılması öncesinde birlik fikri ağır basıyordu. İslâm dünyâsının mâkus tâlihinin ancak birlik ve berâberlik rûhuyla aşılabileceği dile getiriliyordu. Birinci Dünyâ Savaşının sonuçlarıyla birlikte İslâm dünyâsının tepesinde yağma rejimi kurulmuş; birlik yerine dağılma süreci yaşanmaya başlanmıştı. Osmanlı illeri süreçte sömürge ülkeleri hâline gelmiştir. Hasan el Benna, Bediüzzaman gibi düşünürler devlet hâlini alan Osmanlı illerinin yeniden bağımsız olmasını ve ondan sonra da birleşmelerini gözlüyorlardı. eBasitten mürekkebe doğru bir süreç düşleniyordu. Sömürge artığı veya bakiyesi rejimler birleşme konusunda bir samîmiyet gösteremediler. Bu yönde havanda su dövüldü ve bir arpa boyu mesâfe almak mümkün olmadı. Birleşenler de bilâhare dağıldı. Doğu-Batı Pakistan, Suriye-Mısır birlik deneyimleri hüsranla sonuçlandı. Aktörler buna ehil değillerdi.

Yatay olarak yâni işbirliği hâlinde bütünleşme ve berâberliği sağlama çabaları akim kaldı. Kudüs’ün işgâlinden sonra İslâm Konferansı Teşkilatı teşekkül etse de kesildiler. Bu suretâ yapıları kuranlardan çok azı bu ideale sadâkat gösterdiler. Aslında Kudüs’ü satanlar Kudüs’ün hâmisi makamlara atandılar. İsrail ile Mısır arasındaki Camp David sürecinde broker, aracı veya siyâsî kabzımal olarak görev alan Fas’ın Kudüs konusunda sivrildiğini görüyoruz. Bilahare kurulan Kudüs Komisyonunun başına Fas rejimi Mahzen getirildi. Dolayısıyla Kudüs’ü satan irâde ne kadar Kudüs’ün şövalyesi olabilirdi ki?

 

Arap Baharı İle Yakalanan İvme

Sömürgecilik kalıntısı ya da post kolonyalist rejimler ihtiyarlamış ve bunu bahane eden oğul Bush 11 Eylül hâdisesiyle birlikte İslâm dünyâsını ‘fethe’ çıkmıştı. Irak’ta durduruldu. Bununla birlikte artçıları Arap Baharıyla birlikte harekete geçti. Sömürgecilik artığı rejimler Arap Baharını boğmak için herkesle işbirliğine gittiler. Herkese sadâkat halka ihânet ediyorlardı. Arap Baharı ümmetin siyâsî temsiliyetine işâret ediyordu; iktidârı ele geçirmesi hâlinde yeni bir ümmet kuşağı oluşabilecek ve kurulu sınırlar anlamını kaybedecekti. Kraliyet rejimleri elbirliğiyle Paris’te Napolyon cumhuriyetini yıktıkları gibi ümmete yabancılaşmış olan Arap rejimleri de özellikle de sahte cumhuriyetler Arap Baharıyla birlikte doğmakta olan halk cumhuriyetine karşı seferber oldular. 2013 yılı Arap Baharı ülkelerinde darbe yılıydı. Arap Baharına yönelik suikastla birlikte yatay umut sona erdi. Halkların ve değerlerinin buluşmasını engellemişlerdi. Yatay umûdun yıkılmasıyla birlikte geride dikey umut kaldı.

 

Yatay Umuttan Dikey Umûda!

Arap Baharına ısrarla devrim değil intifada yâni halk kalkışması diyenler buna gerekçe olarak başında bir liderin olmamasını gösteriyorlardı. Arap Baharı lidersiz bu noktaya kadar geldi. Esâsında Arap Baharının model ülkesi Türkiye idi. Bununla birlikte 2013 yılından itibâren Türkiye de kara listeye alındı ve istikrarsızlaştırma planlarına sahne oldu. Hâlen de bu süreç tam olarak atlatılabilmiş değil. Dolayısıyla 2013 yılından itibâren Arap Baharının geleceği yatay umuttan dikey umûda geçmiş oldu.

Bunu en iyi bir biçimde zannederim Thomas Carlyle üzerinden anlatabiliriz. O târihin ve toplumların kahramanlar tarafından şekillendirildiklerini söyler. Elbette toplumların bir ağırlığı vardır ama muharrik güç kahramanlardır. Şahs-ı mânevî üzerinden halka daha büyük rol verenler de vardır. Bununla birlikte halkın tercihine dayalı Arap Baharı şerit değiştirme keyfiyetiyle karşı karşıya. Thomas Carlyle’ın ifâdesiyle Arap Baharını yettirecek bir kahramâna ve kahramanlara ihtiyaç vardır. Elbette Hafız Selame veya Yusuf Karadavi gibi veteran (emektar/ kıdemli zevat) denilen kahramanlar var. Bunlar Hazreti Peygamberin bi’seti sırasındaki Hazreti Hatice’nin dayısı olan Varaka Bin Nevfel’e benziyorlar. Mânevî olarak enerjik olsalar da çaptan olmasa bile kuvvetten düşmüşlerdir. Duâlarıyla ümmete kılavuz oluyorlar.

Barışçıl bir şekilde iktidâra gelmek ve ülkelerin kendiliğinden gönüllü olarak birbirine bağlanması seçeneği kurulu düzenler ve sömürgeci hâmilerinin karşı hamleleri tarafından engellenmiştir. Suriye ibret-i âlem hâline getirilmiştir. İslâm târihindeki fetihlerin odağı olan iki gâzi şehir olan Musul ve Halep enkaz yığınına dönüştürülmüş ve İkinci Dünya Savaşı sonrasının Bremen ve Berlin şehirlerini hatırlatır olmuştur.

Evet! Umutların tükendiği bir sırada bir rüzgâr; halk rüzgârı esmiş ama karşıt güçler bu rüzgârı püskürtmeyi veya yönünü değiştirmeyi başarmışlardır. Dolayısıyla asimetrik bir seçenek devreye girmek zorundadır. Bu da Thomas Carlyle’ın kahramanlar tezi veya formülüdür. İslâm târihi açısından bunu nasıl somutlaştırabiliriz? Hazreti Ebubekir formülüyle! Ya da yeni halîfe ve Mehdi formülü veya şahsiyetiyle. Mustazaf kitlelerin Allah nezdinden velî ve nasîr yâni yardımcı ve lider istemeleri gibi. Nitekim Hazreti Ebubekir (r.a) bu gibi ridde rüzgârları sırasında ya da ökçeleri üzerine dönen kalabalıklara karşı tek başına yalın kılıç ortaya atılmış ve ridde cereyânını püskürtmüştür. O halim selim adam hakka dayanarak bunu yapabilmiştir. Târihe geçen sözlerinden birisi şudur: Lâ yenkusu’d dînü ve ene hayyun! Ben sağ, diri olduğum halde/müddetçe bu dîne kimse ilişemez!1. Böyle serdengeçti hak kahramanlarına ihtiyâcımız var. Öyleyse kurtuluş talepten sonra nezd-i ilâhî’den gelecektir. Bunun için iki şeye ihtiyaç var. Bunlardan birisi ümmetin duâsı ve samîmî intizârı ve arzularıdır. İkincisi de inâyet-i ilâhîdir. Kısaca eski bir deyimle çalışmak bizden Tevfik Allah’tandır. İnşâallah ümmetin bu yöndeki duâları tevfik-i ilâhî’ye karîn ve yâr olur.

 

Tersine Dönen Sloganlar ve Beklentiler

Said Havva Cündüllah adlı eserinde Mehdi gelmeden hilâfetin ihyâ edilip edilemeyeceğini sormaktadır. Kendisinin kanaati Mehdi’ye takaddüm eden zaman diliminde bunun teorik olarak mümkün olabileceği yönündedir. Halbuki, İslâm târihini beşe ayıran hadis bunu nefyeder. Huzeyfe Radiyallahu Anh’ın rivâyet ettiği hadis şöyledir: Allah’ın dilediği kadar nübüvvet (dönemi, Hazreti Peygamber) sizde, aranızda bâkî kalacaktır. Dilediğinde onu katına alır, çeker. Sonrasında peygamber metodu ve yöntemi üzerine hilâfet olur ve Allah dilediği kadar bu dönemi ayakta ve hayatta tutar, dilediğinde ise kaldırır. Sonra ısırıcı saltanat (meliken addan) olur ve Allah’ın dilediği kadar kaldıktan sonra kalkar! Sonra cebrî/totaliter kraliyet olur ve Allah dilediğinde sona erer. Ardından peygamberlik metodu/yöntemi üzerine hilâfet olur buyurdu ve sukût etti2. Hadiste yeniden Peygamberlik yöntemi üzerine doğacak hilâfetten önce dördüncü dönemden ve ceberrut kraliyet döneminden bahsetmektedir. Bir yönüyle bu, totaliter ideolojik rejimleri çağrıştırmaktadır. Bunlar kendilerini kurtarıcı makamına oturtarak; sıfat olarak nübüvvet ve ulûhiyet taslarlar. Adları cumhuriyet olmasına rağmen hadis bunlara ‘meliki cebri’ demektedir. Totaliter saltanat ifâdesine tekabül eder ki bunlardan cumhuriyet sıfatını nefyeder.

Bediüzzaman hadîsin rûhuna uygun olarak bu süreci şöyle târif eder: Ve sizi iğfâl eden ve adliyeyi şaşırtan ve hükûmeti bizimle vatana ve millete zararlı bir sûrette meşgûl eyleyen muârızlarımız olan zındıklar ve münâfıklar, istibdâd-ı mutlak’a “cumhuriyet” nâmı vermekle, irtidâd-ı mutlakı rejim altına almakla, sefâhet-i mutlak’a “medeniyet” ismi vermekle, cebr-i keyfî-i küfrîye “kanun” ismini takmakla hem sizi iğfâl, hem hükümeti işgâl, hem bizi perişan ederek, hâkimiyet-i İslâmiyeye ve millete ve vatana ecnebî hesâbına darbeler vuruyorlar.

Bunlar kendilerini cumhuriyet rejimi olarak takdim etseler de tam tersine 2013 yılında Muhammed Mürsi örneğinde olduğu gibi temsilî cumhuriyetleri yıkarlar. Deccal veya deccalımsı rejimlerdir. Bunları en iyi tanıtanlardan birisi sosyolog Sadettin İbrahim olmuştur. Mübarek gibi rejimlere cum-melikiyye sıfatı yakıştırmış, kondurmuştur. Tam yerine oturmuştur. ‘Cumhuriyetçi kraliyetler’ demek olan bu ifâde onları tanımlamaktadır. İsimleri cumhuriyet sıfatları ise totalitarizmdir.

Bunlar arasında din adına ortaya çıkanlar da vardır. İran İslâmi Cumhuriyeti de aynen Arap ülkelerindeki gibi adında hem İslâm hem cumhuriyet taşısa bile her ikisine yabancı hattâ zıttır. Kontra ümmet zıdd-ı ümmet bir tutum ve yaklaşım sergilemektedir. İran Devrimi bölgeye Amerikan müdahalelerini çekmiştir.

Hâlbuki mahut İran Devriminden sonra Türkiye’de şöyle bir slogan benimsenmişti: İran, Pakistan, Afganistan… Sıra sende Müslüman! İslâmî kesimler veya dindarlar Afganistan cihâdı, Ziya ul Hak inkılâbıyla İran devrimiyle mest olmuşlardı. Halbuki, İran öteki modellere düşman kesilmiş ve onları yıkmak için ABD ile birlikte harekete geçmiştir. 2003 yılında kat’î bir şekilde sübut bulduğu gibi İran ABD’ye kirvelik yaparak ceberrut gücün Afganistan ve Irak’ı işgâl etmesine zemin hazırlamıştır. Kendisi ABD ile İrangate ile birlikte masa altı ilişkiler geliştirmesine rağmen Ziya ul Hak’ı sürekli olarak Amerikancılıkla suçlamış, damgalamıştır. Bu karalama kampanyalarını bütün sünnî ülkelere yönelik olarak uygulamıştır. Tutarsızdır ama onu tutarsızlığa iten târihî kin birikimidir. Gözü hiçbir şeyi görmemektedir. Türkiye sürekli olarak Amerikan komplolarına mâruz kalmasına rağmen İran rejiminin ileri gelenleri aynı suçlamaları Türkiye’ye ve bizzat Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a yöneltmişlerdir. Sözgelimi CIA Türkiye’nin IŞİD’den kaçak petrol satın aldığına dâir düzmece bir rapor hazırlamış ama ardından Türkiye’den özür dilemiştir. Aynı iddiayı CIA’den aparan İran’ın Rejiminin Maslahatını Teşhis Kurumu Başkanı Muhsin Rızai tekrarlamış ama özür dilememiştir (http://samanews.ps/ar/post/255399/ ). Zîrâ rejimin maslahatı Türkiye’ye iftirâyı gerektirmektedir. O da görevli olarak bunu yapmaktadır. Hâlbuki Kaide ile hattâ IŞİD ile karanlık ilişkiler kotaran kendileridir. Süleyman Ebu’l Geyt gibi örnekler bunu ispatlamaktadır.

Irak ve Afganistan’dan sonra Suriye’de de İran, ABD’ye ve Rusya’ya öncülük yapmasına rağmen Türkiye’yi Amerikan uşaklığı suçlamasıyla karalamaktadır. Sözgelimi İran Genelkurmay Başkanı Hasan Firuzabadi Suriye’den sonra sıranın Türkiye’ye geleceğini söylemiştir3. Bu üstü kapalı bir tehdittir. Hâlbuki Prof. Necmettin Erbakan bu sözü ABD’nin karanlık planları doğrultusunda söylemişti. ABD yerine bu rolü İran üstlenmek istiyor! Erbakan 2003 yılı ve akabinde bazen Irak’tan sonra sıranın Suriye rejimine geldiğini söylemiştir. Bazen sıranın İran’da olduğunu söylemiş ve bazen de Suriye’den sonra sıranın Türkiye’ye geleceğini ifâde etmiştir. Lâkin bu ifâde İran’ın siyâsî sözlüğünde yüz seksen derece farklılık arz etmektedir. İranlı general Firuzabadi Halep’ten sonra sıranın Türkiye’ye geleceğini söylerken Rus Elçisi Karlov’un öldürülmesinden sonra Türkiye karşıtları koro hâlinde ‘Putin’den intikam saldırısı isteriz’ temposu başlatmışlardır. Sisi rejiminin kalemşörleri, Türkiye’deki solaklara ilâveten İran’da Düzenin Maslahatını Teşhis Kurumu Başkanı eski Pasdaran komutanı Muhsin Rızai Putin’den elçisinin intikâmını almasını istemiştir4. Bu davranış Afganistan ve Irak’ta ABD’ye kaleyi içten açan davranışın aynısı değil midir? Neden sıra hiç İran’a gelmiyor da Türkiye’ye geliyor? Onlar arasında Erdoğan’ı Saddam ve Refik Hariri âkıbetiyle korkutanlar çok olmuştur. Lâkin it ürür kervan yürür. İran Müslümanları arkadan hançerleyen kalleş gücün adıdır! İslâm ümmeti bütün kayıplara rağmen dostunu düşmanını tanıma aşamasına gelmiştir. Târihi yaşayarak yeniden öğreniyoruz. Bu onun doğru bir noktadan ayağa kalkacağını müjdeler.

Allah samîmî bir şekilde yapılan fedâkârlıkları zâyi etmeyecektir. Nitekim şöyle buyurmaktadır:

Allah, içinizden îmân edenlere ve güzel/sâlih amel işleyenlere vaadde bulunmuştur: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidar sâhibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidar sâhibi’ kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra emîn edecektir. Onlar, yalnızca Bana ibâdet ederler ve Bana hiç bir şeyi ortak koşmazlar. Kim ki bundan sonra küfre saparsa, işte onlar fâsık olandır (Kur’ân: 24/55).

Mustafa Özcan

 

Dipnotlar

1 En Nehru’l Azbu, Muhammed Hasan Ed Dedu eş Şankiti, Daru İbni Hazm, s: 11

2 http://fatwa.İslâmweb.net/fatwa/index.php?page=showfatwa&Option=FatwaId&Id=36833

3 http://www.hurriyet.com.tr/suriyeden-sonra-sira-turkiyeye-gelecek-21169599

4 https://arabi21.com/story/968628

 

Not: Bu yazı Yenidünya Dergisinin Ocak-2017 sayısından alıntıdır.  

Kaynak:

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.