İskân, Nekbe, Nekse ve Kudüs: Bir işgalin serencâmı
İSTANBUL - Prof. Dr. Cengiz Tomar
Başlıkta verdiğimiz bütün kelimeler aslında Kudüs’ün işgaline giden süreci anlatıyor. İslam dünyası, maalesef Kudüs’ün ve Filistin’in bugün içinde bulunduğu işgalin iki yüzyıl önce başlayan ayak seslerini duyamadığı, anlayamadığı ve bazen de gücü yetmediği için, bugün karşılaştığımız zulme hep reaktif olarak sonradan cevap vermeye çalıştı. Tabii bu cevaplar da hiçbir zaman yeterli olmadı. Tıpkı Suriye’de “Arap Pınarı”nın yüz yıllık bir süreçte önce “Aynü’l-Arab”a sonra da “Kobani”ye dönüşmesi gibi. Zira sınırlar değişmeden önce demografi ve yer isimleri değişir. Ardından sınırların değişimi gelir. Bir toprağı vatan yapan şey üzerindeki nüfus, yani demografidir. Günümüzde Irak ve Suriye’de değiştirilen demografi, aslında bölgede yeni çizilecek sınırların ilk adımlarıdır. Tıpkı 19. yüzyılda Filistin ve Kudüs’te yapıldığı gibi. Kudüs ve Filistin’in yakın tarihine şöyle bir göz atmak dahi, acı ve gözyaşıyla anılan Ortadoğu’nun ileride nelere gebe olduğunu anlamamıza yardım edecektir.
Osmanlılar döneminde, 19. yüzyıldan önce de, dindar Yahudiler ömürlerinin son günlerini Filistin ve Kudüs’te geçirmek amacıyla buraya gelmekteydiler. 18. yüzyılda bazı grupların bölgeye gelerek yerleştiği kayıtlıdır. Osmanlılar ilk olarak 18. yüzyıl sonlarında bu durumdan şüphelenerek bir inceleme yaptılar. Özellikle 1840’lardan itibaren Prusya, Hollanda, Rusya, Polonya ve Macaristan’dan her yıl yüzlerce Yahudi Filistin’e yerleşmeye başladı. Osmanlılar ancak 19. yüzyıl sonlarında II. Abdülhamid döneminde bu yerleşimleri bir tehdit olarak görüp çeşitli tedbirler almaya başladılar. Osmanlı tabiyetinden olmayan bu Yahudilere Osmanlı vatandaşlığına geçme ve Filistin yerine Suriye ve Irak’a yerleşme mecburiyeti getirildi. Hac maksadıyla Kudüs’e gelen Yahudilerin bir şekilde izlerini kaybettirerek bölgede kalmaları üzerine, Filistin ve Kudüs’te bir aydan fazla kalmaları yasaklandı. Ancak yabancı konsolosların, özellikle İngilizlerin sürekli tepkileri, zayıflamakta olan Osmanlı devletinin bu tedbirleri tam manasıyla uygulayamamasına sebep oldu. 1882 ve 1905’teki iki büyük Yahudi göçü durumu daha da kötüleştirdi.
19. yüzyılın ilk yarısında 11 bin civarında olan Kudüs nüfusunun 6 bini Müslüman, 3 bin 500’ü Hıristiyan ve bin 800’ü Yahudilerden oluşmaktaydı. Aynı yüzyılın sonlarında ise 45 bine ulaşan Kudüs nüfusunun 30 bininin Avrupa ülkelerinin pasaportunu taşıyan Yahudilerden olduğu raporlara geçmişti. 1900 yılında 10 bin Müslüman, 10 bin Hristiyana karşılık, Yahudi nüfus 35 bine ulaşmıştı. Osmanlı hariciyesi kayıtlarında 2 Aralık 1897 tarihiyle kayıtlı bir raporda, Kudüs’ün bir köyünde sadece altı yıl önce kurulmuş bir Yahudi yerleşiminin 200 nüfusa ulaştığı ve Kudüs’ün adeta bir Yahudi beldesi haline geldiği anlatılmaktaydı.
Bunun üzerine sıkı tedbirler alınmaya çalışılmışsa da, bu tedbirler organize bir şekilde çalışan Yahudi grupların bölgeye yerleşmesini engelleyemedi. II. Abdülhamid, Yahudi göçlerinin ülkenin güvenliği için bir tehdit oluşturduğunu fark ederek tedbir almaya çalışmıştı. İttihat ve Terakki hükümeti ise bu kısıtlamaları kaldırdı. İttihat ve Terakki çok geçmeden bu politikalarının yanlışlığını anlamışsa da artık iş işten geçmişti.
Aslında göz göre ve uzun bir süreçte gerçekleşen Filistin’in Yahudilere vatan yapılması projesi, I. Dünya Savaşı esnasında önce 2 Kasım 1917’de ilan edilen Balfour Deklerasyonu ve ardından 9 Aralık 2017’deki İngiliz işgaliyle ete kemiğe büründü. Başında bir İngiliz Yahudisinin bulunduğu İngiliz manda yönetimi 19. yüzyılda Yahudi göçleriyle demografisi değiştirilen Filistin ve Kudüs’te İsrail devletinin kurulması için bütün şartları hazırladı. Filistinlilerin 1920 ve 1930’lardaki isyanları İngiliz ordusu ve organize Siyonist çeteler tarafından bastırıldı. Tabii Filistin ve Kudüs’e Yahudi göç ve iskânı da artarak devam ediyordu.
II. Dünya Savaşı’nda Naziler tarafından soykırıma tabi tutulan Yahudilere tazminat ise artık Filistin işgalinin resmileştirilmesiyle verildi. Henüz kurulan Birleşmiş Milletler, Kasım 1947’de İngiliz mandası altındaki Kudüs’ü Arap ve Yahudi bölgeleri olarak iki kısma ayırarak (Corpus seperatum) Kudüs’ün batısındaki işgali resmileştirdi.
Arap yöneticiler tarafından bu işgal planının tabii olarak reddedilmesi üzerine, tıpkı bugün olduğu gibi, Filistinli Müslümanlar cezalandırıldı. Irgun ve Haganah gibi terörist örgütlerin meydana getirdiği tedhiş, Müslüman nüfusun iyice erimesine sebep oldu. İsrail Devletinin 14 Mayıs 1948’de kurulmasıyla, ertesi gün 15 Mayıs’ta, yani Nekbe (Büyük Felaket) gününde, on binlerce Filistinli artık kendi vatanlarında mülteci durumuna düştüler. Bundan sonra içinde Mescid-i Aksa’nın da bulunduğu Doğu Kudüs, Ürdün yönetimine bırakılmakla birlikte, Cebelü’l-Meşârif veya diğer adıyla Cebelü’l-Meşhed çoktan “Har HaTsofim” veya “Mount Scopus”a dönüşmüştü bile. İsrail çok geçmeden 1950’de Batı Kudüs’ü başkent olarak ilan ederek işgali perçinledi. Nekse (Gerileme, Kayıp) adı verilen 1967 Altı Gün Savaşı’nda ise Doğu Kudüs’ü de işgal ederek Kudüs Belediyesi sınırları içine aldı ve şehrin tamamına hâkim oldu. Demografik dengeyi bozmak amacıyla 200 bin nüfusu barındıran on iki yerleşim birimi kurduğu gibi, şehrin diğer Filistin kentleriyle ilişkisini utanç duvarlarıyla kesti.
1980’de Kudüs’ü İsrail’in “bölünmez ve ebedi” başkenti ilan eden İsrail’in bu kararı BM tarafından tanınmadığı için, ABD’nin son kararına kadar hiçbir devlet, büyükelçiliğini işgal altındaki Kudüs’e taşımadı. Ancak İsrail demografiyi değiştirmeye devam etti. SSCB’nin dağılmasının ardından İsrail’e göç eden Rus ve Polonya Yahudileri Kudüs’e yerleştirildi. 1995 yılından itibaren artarak devam eden yerleşimler vasıtasıyla “Büyük Kudüs”ü inşa etmeye başladı. Aslında ABD Kongresi, 1995 yılında aldığı kararla ABD büyükelçiliğinin Kudüs’e taşınmasını onaylamış olsa da Trump iktidara gelinceye kadar bunu uygulamadı. Trump’ın Ortadoğu’da zaten var olan bu ateşe benzin dökme kararı, şu anda yaşanmakta olan acıların temel sebebini oluşturmakta. Bizlerin bugün tepki vermekte olduğumuz bu olay, aslında adım adım inşa edilen iki yüz yıllık bir sürecin son çivisinden başka bir şey değil.
Son söz: Kudüs’e barış gelmeden Ortadoğu’ya barış gelmez.
[Prof. Dr. Cengiz Tomar Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi dekanlığı görevini yürütmektedir]
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.