Yüksel Kanar
Diriliş Görüşünde Yenilenme Şartı
Diriliş Görüşünde Yenilenme Şartı
Diriliş görüşünde yenilenme, eskinin hatırlanmasıyla birlikte çağın yaşanmasıdır. Bu anlamda yenilenme, geçmişteki potansiyel gücün bugüne katılması ve geleceğin kurulmasında önemli bir güç oluşturmasıdır. İnsanlık, zamanın bu üç boyutunu birbirinden koparmadan yaşadığı takdirde, hep yenilene yenilene ileriye doğru gider. Karakoç, yenilenmenin şartı olarak zamanın bu şekilde bölünmezliğinin korunmasını ileri sürmektedir.
Diriliş görüşünde yenilenme, eskinin hatırlanmasıyla birlikte çağın yaşanmasıdır. Bu anlamda yenilenme, geçmişteki potansiyel gücün bugüne katılması ve geleceğin kurulmasında önemli bir güç oluşturmasıdır. İnsanlık, zamanın bu üç boyutunu birbirinden koparmadan yaşadığı takdirde, hep yenilene yenilene ileriye doğru gider. Karakoç, yenilenmenin şartı olarak zamanın bu şekilde bölünmezliğinin korunmasını ileri sürmektedir. Bu, zamansal bütünlük anlayışıdır. Bu bütünlüğün parçalanması, kültür ve uygarlıkların bunalım nedenleridir. Bugün İslâm dünyasının yaşadığı zamansal parçalanmışlık, dünü bugüne bağlayan iplerin kopması yüzündendir. Eski yenilenemediği için, “dün”le “günümüz” arasında büyük bir uçurum oluşmuştur. Bu, bir yanda, geçmişi artık bugünle irtibatı olmayacak şekilde hayatımızdan çıkarmak isteyen geçmiş inkârcılarını, diğer yanda da sanki tekrar aynen yaşanabilirmiş gibi geçmişe bağlanıp kalan yalancı ve sahte geçmiş bağlılarını doğurmuştur. Sağlıklı bir zamansal bütünlükte, eğer bir tercih yapılacaksa, ağırlığı “gelecek” zamana vermek gerekeceğini söyleyen Sezai Karakoç’u, bu bakımdan bir gelecek düşünürü ve tasarımcısı olarak da niteleyebiliriz
Anahtar kelimeler: Diriliş, Hakikat, Yenilenme, Zaman, Zamansal Bütünlük.
Diriliş, bir edebiyat çığırı, bir düşünce ve inanç, davranış ve durumalış akımının adıdır. Kurucusu Sezai Karakoç, akımın bütün temel kavramlarını, açık ve net olarak ortaya koymuştur. Diriliş külliyatında bu kavram zenginliği, hemen göze çarpar[1]. Akıma adını veren “Diriliş” kavramıyla bir bakıma aynı anlamda kullanılan ve ana kavrama önemli açılımlar sağlayan “Yenilenme” de, bu dünyanın zengin içerikli kavramlarından biridir. Nitekim Karakoç Diriliş’i, bir “yeniden oluş” olarak tanıtır: “ ‘Yeniden oluş’, düşünceyi, duyarlığı, davranışı, hakikatin yeniden yoğurmasına razı oluşla başlar. Hakikate teslim oluş, yeniden oluşun asıl şartıdır” (Karakoç, Çİ-III: 35). Bu açıdan baktığımızda, hakikat karşıtlığı, ya da “hakikatin dışına çıkma insanın ölümü anlamına” gelirken, “Yenilenmek”, hakikate geri dönmek şeklinde değerlendirilir (Karakoç, Çİ-III: 44).
Görüldüğü gibi, ilk elde diriliş, hakikat ve yenilenme, Diriliş akımının temelini oluşturan üç kavram olarak karşımıza çıkıyor. Yenilenmenin diriliş ve hakikatle olan bu bağlantısı, onu alelâde bir “yeni” düşüncesinden ayırır. Böylece yenilenme, tamamen “eski”ye takılıp kalma ile “bugün” içinde boğulma olmaktan çıkarak sürekli diri kalma biçimine dönüşür. Bu bakımdan, önsüz (geçmişsiz) ve arkasız (geleceksiz) bir yenilenme düşünülemez. Hayat, kesintisiz bir akış halinde, sürekli yenilenerek devam ediyor. Süreklilik, geçmiş, şimdi ve geleceğin de bu akış içindeki yenilenmesiyle sağlanıyor. “Çünkü her zaman ve her durumda hayat devam ediyor. Biz ömür sürerken, nasıl geçmişle bağlantımız kopmuyor, sürüyorsa, toplumların, insanlığın da tarihle bu cinsten olan bir ilişkisi vardır ve o devam eder” (Karakoç, ÇY-II: 36).
Öyleyse “yenilik” veya “yenilenme” dediğimiz şey nedir? Karakoç’a göre yenilik, eskinin hatırlanmasıyla birlikte zamanı ve çağı yaşamaktır. Bu tanım çerçevesinde ele aldığımızda “yenilik, ancak, eski gücün, geçmişte potansiyel olan gücün, hareketsiz duran gücün kullanımı ve ilâve kullanımları demektir” (Karakoç, ÇY-II: 36). Bu tanımda potansiyel (kuvve) haldeki geçmişin harekete geçirilerek şimdiki zamana bitiştirilmesi söz konusudur. İşte sürekli değişimle ortaya çıkan bu yenilenme, bir diriliş şekline bürünüyor: “Diriliş, medeniyetin dirilişi, hakikatin dirilişi demektir her an hayatımızda”.
Yenilenme’nin sürekliliği, insanlık tarihinin bir özelliğidir. Karakoç’un “İnsanlık sürekli olarak yenilene yenilene gidecektir (Karakoç, İD: 10) şeklinde ifade ettiği bu sürekli yenilenme, bir gelişmedir ve eskinin süreği olarak gerçekleşir. Yenilenmenin temel şartlarından birini böylece, “eski” olanla ilişkinin özelliği belirlemektedir. Bu ilişkide, hem etkilenen “birey” veya “toplum”, hem de onu etkileyen “eski”, durağan (statik) değildir. Bu yüzden, birey ya da toplumlar, eskiye olduğu gibi bağlanmakla hiçbir yere varamazlar. Çünkü eskinin üzerinden geçen zaman, onu değiştirmiş, gelişen şartlar doğrultusunda onda yenilenme ihtiyacı doğurmuştur. Kısacası eskiyi, ortaya çıkan yeni şartlar doğrultusunda bir ayıklamaya tabi tutmak gerekecektir. Bu ayıklama, eskinin içindeki eskimeyen özü; toz toprak altında sapasağlam duranı ortaya çıkarmaya yarayacaktır.
Geçmişin kalıcı değerlerini kendilerinde biriktiren eski medeniyetler, insan ruhunun tarihi gibi olduklarından ve insan başarısını sergilediklerinden, geçmişten bugüne kalan ve korunması gereken önemli miraslardır. İnsan çilesinin vazgeçilmez anıtlarını barındıran bu miraslar toptan reddedilemezler. “Mezopotamya, Mısır, Grek, Roma, İslâm ve Rönesans sonrası Batı Medeniyetleri, insanlığın bir akış içinde kendini gerçekleştirdiğinin vazgeçilmez hikâyesidir” (Karakoç, İD: 11).
Gerçekle yalanın, akla karanın, inançla inkârın, adaletle zulmün ve Peygamberle tiranların çatışması, sürekli olarak bu akış içinde gerçekleşmektedir. Akışta, dün için “şimdi” olan, bugün için “geçmiş”; dün gelecek olan şey de bugün için “şimdi” olmakta, böylece geçmiş, şimdiki ve gelecek zamanlar sürekli yer değiştirmekte ve yenilenmektedir. İnsanlık, bu akış içindeki sahih yerini, peygamberlerin yolu olan hakikat medeniyetine dönerek yenilenmek, tazelenmek, yeni bir ruh ve hayat kazanmak, dirilmek suretiyle seçecektir (Karakoç, İD: 11).
Şu halde yenilenmek suretiyle dirilmek, –bu diriliş özellikle medeniyet için söz konusu ediliyorsa– elbette kolay bir şey değildir. Yenilenme, tıkanılan her noktada, önümüzü açan yeni çıkış yolunu zor da olsa bulmakla mümkündür. İslâm tarihi, Müslümanların önüne çıkan bu tür engellerle doluydu ve bu engeller hep yenilenmek suretiyle aşılmıştır. Bugün de önümüzde çok büyük engellerin yığıldığını, yaşayarak görüyoruz. Bunlardan kurtulmanın yolu da yine, yenilenmekten geçmektedir. “Tarihin büyük handikaplarını aşarak gelen İslâm sağduyusu, bu çetin aşışlar sonucu geçirdiği yorgunluk şokunu atlatmak zorundadır. Yani, yenilenme, tazelenme, Diriliş görüşü deyimiyle, dirilme zorunda” (Karakoç, Çİ-III: 44).
Yenilenme olgusunun bizi, içinde bulunduğumuz “şimdi”ye karşılık, geçmiş ve gelecek düşüncesine götürmesini nasıl değerlendireceğiz? Geçmiş, yenilenme olgusunun nerede, hangi konularda yapılması gerektiğinin ipuçlarını veren bir kılavuzdur. Yenilenme, geçmiş üzerine yapılan ciddi bir değerlendirmenin sonucunda gerçekleşir. Böylece önceden elde edilmiş kalıcı değerler, eskiyen ve artık işe yaramayan, değer özelliğini yitiren kir ve paslarından ayıklanır. Gelecek ise, yenilenmenin yönünü belirler. Aynı zamanda onun amacıdır da. Geçmişten güç alarak kurulmuş bugün, gelecek için önemli bir basamak ve sıçrama noktası olacaktır.
Böyle bir dikkat, bizi zamansal bütünlük anlayışına götürmektedir. Bu bütünlüğün bölünmesi veya parçalanması, kültür ve uygarlıkların bunalım nedenleridir. Uygarlıklar, bu zaman parçalanmasında, ihmal ettikleri parçanın eksikliğinin getirdiği olumsuzlukları güçlü bir şekilde yaşarlar. Bugün böyle bir zamansal parçalanmışlık içinde yaşıyoruz. Bu parçalanmışlığın nedeni, İslâm dünyasının dününü güne bağlayan iplerin kopmasıdır. Eski yenilenemediği için, “dün”le “günümüz” arasında büyük bir uçurum oluşmuştur. Bu durum zamansal parçalanmışlıkla beraber, zamanı yaşayan insanlar arasında da bir parçalanmaya yol açmış ve başlıca iki yanlış yönelişle sonuçlanmıştır: Bir yanda, geçmişi artık bugünle irtibatı olmayacak şekilde hayatımızdan çıkarmak isteyenler; diğer yanda da o tekrar aynen yaşanabilirmiş gibi geçmişe bağlananlar. Birisi inkâra, diğeri hayale götüren her iki durumdaki “dün eksikliği”, sağlıklı bir “bugün” kurmanın önündeki en büyük engeldir. Karakoç birinci gruptakileri “yenilik ve çağdaşlık adına geçmişini inkâra kalkışanlar”, ikinci gruptakileri de “yitirilmiş geçmiş zamanın şuur altında doğurduğu gediği kapamak ister gibi, yalancı ve sahte bir geçmiş zamanda yaşayanlar” olarak tasvir ediyor (Karakoç, YT-I: 154). Böyle bir yanlışlık içerisindeki toplumlar, “şimdiki zamanını, şimdiki zaman olarak da kullanamıyor”lar. “Geleceğe yönelik düşüncelerden ve geçmiş sevgi ve saygısından mahrum verimsiz bir geç kalmışlık zamanı içinde kavrulup duruyor”lar (Karakoç, YT-I: 154). Karakoç’un, “tarihin arenasında güncel olmaktan çıkmak” dediği şey budur.
Demek ki, kendini yenileyemeyen, dolayısıyla eskide kalan uygarlıklar kadar, eskiyi terkederek sadece yeniye bakan uygarlıklar da eksik kalır. Nitekim günümüzde Batı uygarlığı “kadimin hakkını vermemenin, ebedi olana arka çevirmenin, ‘an’ı putlaştırmanın çıkmazı içinde”dir (Karakoç, İD: 37). Buna karşılık Doğu da “yeninin hakkını tam vermeme ile birlikte kadim olanı birdenbire terk gibi bir yanlışlık ve basitliğin kurbanı”dır (Karakoç, İD: 37). Dolayısıyla zamansal bütünlüğü ihmal etmelerinden dolayı, her ikisi de eksiktir. Asıl dâva ise, “eski olanı eskitmemekte; yeni olanı da eskiye ustalıkla ve bir sarsıntıya meydan vermeden bağlamakta”dır (Karakoç, İD: 37). Bunu başaramadığı için, sadece günü yaşayan, geçmişi unutup geleceğine ilgisiz kalan toplumların yaşamlarını sürdürme şansları yoktur. Geçmişi değerlendirip anlamlandıramayanlar, geleceğin amansız sislerinin gerisindeki silüeti fark edemez ve ona hazırlanmasını bilemezler (Karakoç, YT-I: 153).
“Kadim”in hakkını vermemek ve “an”ı putlaştırmak, bir Batı ideolojisi olan modernizmin temel özelliğidir. Kadim olanı, eskiyi, “geleneksel” parantezine alarak hayatın dışına iten modernizm, zaman açısından yeni olanı benimser. Onun gözünde, insanlık değerlerinin birikimselliği yerine yeni olan şey, revaçta olan şeydir. Karakoç’un şu cümleleri, bu açıdan çağımızın modernlik anlayışına yapılan bir eleştiridir: “Çağımızda insanoğlunun en büyük talihsizliği, ‘eski’ psikozuna yakalanmışlığıdır. Ya da, tersinden bakılırsa, insanlığın kapıldığı bir ‘yeni’ manisi, zamanı verimlendiren, tarihi ve uygarlığı sağlamlaştıran ‘sabır’ ahlâkını yok etmektedir. ‘Yeni’ manisi, ya da ‘eski’ fobisi, Hakikat uygarlığının ‘sabır ve hak’, ‘sabır ve merhamet’ özlerini zedelemekte, böylece bir yandan yaşayan uygarlığı çürütücü, kurulan uygarlığı da oldurmayıcı kötü tarih ve zaman bakterilerinin türeme ve üremesine elverişli bir ortam hazırlamaktadır” (Karakoç, DM: 96). Bu açıdan modernlik anlamında “yeni” ile Karakoç’un savunduğu “yeni”, birbirinden tamamen farklı ve hatta birbiriyle zıt olan iki ayrı kavramdır. Yukarda da belirttiğimiz gibi, Karakoç’un tanımladığı “yeni”, kadimin hakkını veren bir yenidir.
Karakoç’ta zamanın bölünmezliği düşüncesi, farklı konuların ele alınması sırasında hep karşımıza çıkar. Geçmiş, şimdiki ve gelecek zamanın, aynı zamanın akışından çıkması gerçeği, insanın doğması, yaşaması ve ölümü arasındaki kopukluğu da ortadan kaldırır. Ona göre, bu yüzden ölümle yaşam arasında diyalektik bir bağ vardır: “Bir ağaçtaki tazelik, dirilik gibidir uygarlık için ölüm dikkati. O, uygarlığın sağlığının güvencesidir; ölümle uygarlık arasına her zaman için belirli bir mesafe kor. Uygarlık böylece ölüme bulaşmaktan korunmuş olur, onu unutma sığlığına da saplanmadan” (Karakoç, İD: 44).
Doğal olarak yenilenme şartını yerine getirmeyenler, yani kendi yenisini bulamayanlar, başkalarının sözde yenileri içinde yitip giderler. Zamanlarını kaybettikleri için, onun dışına itilirler. Karakoç bunu, İslâm dünyasını güne bağlayan ipin kopması metaforuyla anlatmaktadır. Böylece “Biz Müslümanlar, tarihin arenasında bir yerde bugünün deyişiyle ‘güncel’ olmaktan çıktık. O gün bu gündür, tarih önümüzde oluşuyor ve onu peşinden kovalıyoruz. Tarihdeş olamıyoruz bir türlü”. Batılılaşma anlamındaki çağdaşlaşmanın yersizliğine karşı, asıl olarak bu anlamda çağdaşlaşamadığımız, hatta çağ dışı kaldığımız bir gerçek. “Tarihi, zamanı ve kendimizi aynı noktada toplayamıyoruz. Ya tarih fırlayıp gidiyor, ya zaman. Kimi zaman da biz çöküp kalıyoruz; zaman ve tarih, iç içe, elele giderken, çağı anlama ve ona uyma değil, ama, onu karşılayacak veya dengeleyecek şekilde ona göre davranma gücünü (…), elastikliğini (…) yitirdik (…). Böylece bir anlamda büsbütün güncel olduk. Yani günübirlikçi, gündoldurucu olduk. Zamana yetişememenin telaşı içinde günlük davranışlardan ötesini düşünemez hale geldik” (Karakoç, Çİ-II: 87)
Görüldüğü üzere “Yenilenme”, bir “var olma” şartı olarak ortaya çıkıyor. Yenilenemeyenin var olarak kalması, ya da varlığını sürdürmesi neredeyse imkânsızdır. Bu şartı devletler ve uygarlıklar açısından düşünürsek, kendisini yenilemeyen devlet ve uygarlıkların, var olma ve devam etme şanslarını yitirdiklerini görürüz. Nitekim tarih bize, birçok devlet ve uygarlığın yok oluş mezarlığına gömüldüklerini, ismi var, cismi yok olanlar listesinde yer aldıklarını göstermektedir.
Kendini yenileyerek var olma şansını sürdüren eski devletlere örnek olarak Karakoç, Rusya’yı vermektedir: “Rusya, ‘çarlık’ adı altında bir imparatorluktu… Çarlık Rusya’sı çöktü, yerine rejim olarak komünizm geldi. Fakat o Sovyet İmparatorluğuydu aslında. Sözde insanlığın kardeşliği söz konusu, ezilmişleri kurtarma amacı vardı. Görünüşte bütün ezilmiş halklar, esir milletler kurtulsun diye çalışılıyordu. Fakat sonunda imparatorluğu kurmak istiyorlardı. Komünizm çöktü gitti, fakat yerine gelen devlet yine bir imparatorluktur.”[2] Rusya, 20. yüzyıl içinde üç kez kendini yenileyerek bir dünya devleti olma özelliğini korumuştur. Çarlık Rusyası, eskimiş yapısıyla kendisini sürdüremeyeceğini anlayınca, asli yapısını koruyarak bir yenilenmeye gitti. Yerine gelen komünizm, yine bir imparatorluktu. Bundan 70 yıl sonra da komünizm eskide kaldı ve tekrar bir yenilenmeye gidildi. Rus aydınları, Rusya’yı feda etmemek için, rejimleri feda ettiler ve hep yenilenme yolunu seçtiler.
Bizde ise 1923’ün üzerinden geçen yaklaşık yüz yılda hâlâ kuruluş felsefesini değiştirmeye yaklaşmayan müfrit bir anlayış sürüp gidiyor. Rusya’da bütün bunlar olup biterken, onun benzeri bir dönem geçiren Türkiye’nin tıpatıp aynı şekilde kalmasının mümkün olamayacağını vurgulayan Karakoç, eksik olan şeyin yenilenme olduğuna işaret ediyor: “Bizde de, Osmanlı Devleti çöktüğü zaman, Batıdan alınma laik bir düzen kotarıldı. Bu, Batı’yı hiç eleştirmeyen, onu ideal, mükemmel bilen romantik bir düzendi. Bugün bu düzen de her tarafından sızım sızım sızlamaktadır. Bu bakımdan, bizim mutlaka yeniden, kökten bir gözden geçirmeye gitmemiz lâzımdır. Yoksa düzen çöktüğü anda altında kalma ihtimali vardır” (Karakoç, TYA: 13). Karakoç, cumhuriyet döneminin geçmişe sırt dönmesi ve geleceği düşünmemesini, yani yenilenmeyi sağlayamamasını şu cümlelerle eleştirmektedir: “Cumhuriyet dönemi, bizde, bu tür yanlış ve aşırı geçmiş düşmanlığıyla açıldı. Büyük yıkım oldu hâtıralarımızda. Toplum hafızamızda ve onurumuzda kapanması güç yaralar açıldı. 1950’den bu yana toplum, bu yaralarını bir türlü saramadı. İktidara geçenler, en iyi niyetlileri dahil, zamanında ve yeterince bilgi, tecrübe ve cesaretle donanmış olmadıkları için, gerektiği kadar etkin olamadılar. Mütereddit adımlarla sağlanan eksik onarımlar, geçmişimizin gözü kara düşmanlarınca yeniden hiçleştirilmiştir” (Karakoç, YT-I: 154).
Elbette eskiyeni yenileme, sahte bir değişim biçiminde olmamalıdır. Gerçek yenilenme, diriltici özelliğe sahip bir yenilenmedir. “Batıcıların (kendilerine sağcı ve solcu ismi veren) her türlüsü önünde aşağılık duygusuna kapılmaktan kurtulmuş, inanç, düşünce, sanat ve edebiyat alanlarında köke dayalı, yüceliğe ayarlı atılımlara kendini tam idealist bir adama ile vermiş yeni diriliş nesli, bu sağduyunun peşinde olacak ve hareketinin tarihî yönü olarak bu sağduyu dirilişini amaçlayacaktır” (Karakoç, Çİ-III: 54). Sağduyu dirilişini gerçekleştirecek böyle bir yenilenmede, geçmişin “tam inkârı” yoktur. Ancak bu, onun “aynen tekrarı” anlamına da gelmez. Bunlar ifrat ve tefrit hareketi olarak iki uç noktaya işaret ederler. “Gerçek oluş, hilkatte tekrarı değil, sürekli gelişmeyi ve açılmayı, sürekli denemeyi, denemeler sonucunda yanlış ve eğrilerden dönmeyi, doğruları yeniden bulup yeni şartlarda yeşertmeyi, geçmişle ilişkili kökleri ortaya çıkarmayı, besleyip güçlendirmeyi ve geleceğe de dal, çiçek ve yemiş uzantılarını salmayı, bu çok boyutlu ve çok cepheli değişim, dönüşüm, durumalış, yöneliş, gelişim ve devrim biçimlerinin tümünü, dönen güneş kursundaki renklerin birbirine karışıp tek renge -beyaz renge- ermeleri gibi yapısında toplayıp eritmeyi bilen diriliş oluşumudur” (Karakoç, Çİ-III: 142).
Bu oluşum sonucunda ortaya çıkan dünya “eskinin tekrarı olmayacaktır kuşkusuz. Bu olgu, bir tekrar olgusu değil, bir ‘diriliş olgusu’ olacaktır. Kıyamete kadar yeni açılım gücünü vücudunda bulunduran, umut ve vaad yemişleri tükenmeyecek olan İslâm Uygarlığı’nın yeni bir atılımı ve dirilişi olacaktır” (Karakoç, Çİ-III: 163–164).
Ülkemizde de siyasi anlamda “yenilenme” kavramı sıkça kullanılır. “Yeni bir sayfa açmak”tan “Yeni Türkiye”ye kadar geniş bir yelpazede kullanılan bu kavramın ne yazık ki içi doldurulamamıştır bugüne kadar. Çünkü bu tür girişimlerde yenilenme, dışarıdan ithal edilen, ya da taklitle kazanılmaya çalışılan bir özellik olarak anlaşılmıştır. Bu yüzden Karakoç’ta “var olma” şartı olarak temellendirilen yenilenmeyi, bir devrim sonucu ortaya çıkan yeni durumla karıştırmamak gerekir. Çünkü bu, yalnızca zorlama bir “ikame” olur. Tanzimat’tan itibaren sürekli bu yola girilmiş, Batılı değerler alınmaya ve uygulanmaya çalışılmış, fakat bir sonuç elde edilememiştir. Cumhuriyet döneminde de, 1924 Anayasasından başlayarak, 1960 ve 1982’de yapılan bütün anayasalar yeni olma iddiası taşıdıkları halde, hepsi de Batı’dan tercüme anayasalardır ve yenilik özelliğinden yoksundurlar.
Yenilenme, asıl olarak, değişen çevreye karşı kökten bir tavır alma refleksidir. Aksi takdirde, alınması gereken tavrı gösteremeyen bir varlığın yaşaması mümkün olmaz. “Bugün bizim durumumuz o: geriye dönüp her şeyi gözden geçirmemiz, düzenden başlayarak en kökten şekilde yeni bir revizyona, otokritiğe giderek yeni durumlara göre yeni bir ortaya çıkış yapmamız gerekiyor. Bunu yapmadığımız takdirde tarihin sert yumruklarıyla karşılaşabiliriz ve çok acı neticeler doğabilir” (Karakoç, TYA: 12). Şu halde yenilenme, devrimle ulaşılacak bir özellik de değildir. Çünkü devrim, yerine geçtiği şeyi yıkma özelliği taşır. Oysa yenilenme, aynı şeyin yeni açılımlarla sürekli gelişmesini ve değişen çevreye karşı yeni tavırlar alınmasını ifade eder. Devrim kelimesi, bu yüzden, yapılan bir şeye değil, yıkılan bir şeye işaret eder. Diriliş ise, bir şeyin asıl özünü koruyarak yeniden yapmak, varolan bir şeye yeniden canlılık ve hayat vermek, hayatın dışına itileni yeniden içine dahil etmektir.
Bu bakımdan, Cumhuriyet’in yanlış bir temel üzerine kurulduğunu söyleyen Karakoç, temel yanlışın cumhuriyetle birlikte yepyeni bir milletin ortaya çıktığı iddiasındaki darlığı örnek olarak vermektedir: “ ‘1923’den sonra biz millet olduk’ diyen devlet adamlarımız oldu. Halbuki, bugün artık kabul edildi ki, biz 1923’de millet olmadık, biz 1923’den sonra millet olmaya başlamadık, belki tam tersine, 1918’de millet olmaktan çıkarılmak istendik ve parçalandık” (Karakoç, ÇY-I: 73).
Cumhuriyetle birlikte geçilen yeni durum, geçmişin reddi ve yerine -adına devrim denilen- Batı değerlerinin ikame edilmesi olayıdır. Bu yenilenmede bir zaman bölünmesine gidilmiş, geçmiş tamamen kesilip atılırken, gelecek de hesaba katılmadan, yalnızca “şimdi”ye dayalı bir devlet kurulmuştur. Bu “şimdi” ise, kendi değerlerimiz üzerine değil, Batılı değerler üzerine kurulu olduğu için, yüz yıla yakın süredir âdeta zamandan bütünüyle soyutlanmış, zaman dışına itilmiş bir devlet halinde yaşamaya çalışıyoruz. Kurulduğu günden beri yenilenmeyen Cumhuriyet, bu nedenle, üzerinde biriken yükü kaldıramaz hale gelmiştir. Bugün içinde boğulduğumuz sorunların asıl nedeni, bu yenilenememe durumudur.
Cumhuriyet’in zaman bütünselliğini kopararak sadece “şimdi”ye bağlı olarak kurulması, ilk kuruluş için doğruydu. Ancak kuruluş şartları değiştikten sonra ihmal edilen “geçmiş” ve “gelecek” zamanlarla bütünselliğin sağlanamaması, onu tümden eksikli hale getirmiştir. Bu bütünsellik Karakoç tarafından şu şekilde ifade edilir: “Bugün, geçmişin ürünüdür. Bugün, yarının temellerini şimdiden atmazsak, geçmişteki bütün kayıplarımız gibi geleceğimizi de yitirmiş oluruz.”
Zamanın bütünselliğini, bölünmez bir bütün olduğunu savunan Karakoç, eğer bir tercih yapılırsa, en fazla gelecek üzerinde durmaktadır. Çünkü geçmişi doğru değerlendirmek ve bugünü sağlam bir şekilde kurmak, geleceğimizin garantisini oluşturacaktır. Ayrıca insan sürekli ileriye doğru hareket etmekte, geleceğe ulaşmak için çabalamaktadır. Bu anlamda “Bizim görüşümüze göre, daha çok, gelecek zaman, geçmiş zamana tasarruf etmektedir” diyen Karakoç, tarihin mantık yapısının da geleceğe doğru bir çizgi izlediğini, “kimi zaman umutsuzluğun en derin uçurumu sanılan yerin, bir mucize penceresinin örtük perdesi aralanınca, bir muştu dağının zirve noktasına baktığı ve bir sabah aydınlığına bitişik durduğu”nun (Karakoç, DM: 77) kolaylıkla fark edileceğini söylerken, umut ve müjdenin de gelecekte saklı olduğunu vurgulamaktadır. Ayrıca gelecek, henüz yaşanıp görülmediği için, insan ilkin onun karşısında acze düşüyor. Bu acz çözülmediği sürece, zamanın bütünselliği dolayısıyla “giderek, şimdiki zamanı kavrama ve geçmiş zamanı yorumlama ve değerleme alanına doğru genişliyor” (Karakoç, Çİ-II: 87). Ancak özellikle zamanın bütünselliği asıl anlamıyla metafizik çerçevede kendini gösteriyor ve gerçek yenilenme, ruhun gelecekten geçmişe yönelmesinin ardından şimdiyi kavramasından sonra ortaya çıkıyor: “İnsan ruhunun metafizik çerçevesi, vahiyle karşılaşınca, zamanın bir bütün olduğu, gelecek zaman’ın geçmiş zaman’ı ve şimdiki zaman’ı kavrayıp yenilediği hep görülegelmiştir. Zamanın, ruhun, kendini dışa ve içe doğru gerçekleştirmesinden doğan sürekli yenilenişi ve bu yenilik için gerekli muştuya kavuşması, bir nevi sürekli dirilişi olduğu hakikati, Vahiy uygarlığının, hakikat uygarlığının her atılımında gözlenmiştir” (Karakoç, DM:,82).
Eğer geleceğimiz diye bir şey olmasa, yalnızca günün kurtarılması yeterli olabilirdi. Ama insan, geleceği olan bir varlıktır. Bu bakımdan Sezai Karakoç’u, bir gelecek düşünürü ve tasarımcısı olarak da niteleyebiliriz. O, “Geçmiş zamanı kurcalarken, şimdiki zamanda olduğunu unutmadan, gelecek zamana gözünü dikmiştir” (Gündönümü, 42). Toplum içindeki herkes, bu geleceği oluşturmak için çalışmalıdır: “Ülkenin geleceğine her bakımdan, her açıdan bakmak ve bunun üzerine düşünceler serdetmek hepimizin borcudur. Düşünürlerimize, yazarlarımıza, ilim adamlarımıza, tüm aydınlarımıza bu görev düşüyor. Ben de bu görevi kırk yıldır[3] kendi çapımda yerine getirmekteyim. Bütün yazılarım, aşağı yukarı, bu tema üzerinde toplanır ve merkezleşir. Bütün bugün olup bitenleri, Allah’ın lütfu olarak, daha önceden haber vermiş bulunuyorum yazılarımda. Onun için, ben, şimdi bugünkü olaylardan yola çıksam bile, asıl gelecek için bizi bekleyen tehlikeleri, haber vermek borcundayım” (Karakoç, ÇY-I: 65).
Sezai Karakoç’un yararlanılan eserlerinin metin içindeki kısaltmaları:
İnsanlığın Dirilişi (İD)
Çıkış Yolu I (ÇY-I)
Tarihin Yol Ağzında (TYA)
Çağ ve İlham II (Çİ-II)
Çağ ve İlham III (Çİ-III)
Gündönümü (GD)
Diriliş Muştusu (DM)
Yapı Taşları ve Kaderimizin Çağrısı I (YT-I)
[1] Bu zenginliğin toplu bir görünümü için bkz. Münire Kevser Baş, Diriliş’in Yapıtaşları -Sezai Karakoç’un Düşünce ve Sanatında Temel Kavramlar-, Lim Yay.
[2] Karakoç, 22 Eylül 2012 tarihli konuşmadan.
[3] Bu konuşma 1992’de yapılmıştır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.