Eski İsrail’in ölümü ya da Yahudi Ulus Devlet Yasası

Eski İsrail’in ölümü ya da Yahudi Ulus Devlet Yasası
Şu ana kadar bir anayasal metne sahip olmayan İsrail'de kabul edilen Yahudi Ulus Devlet Kanununun temel hedefi, devletin politik ve toplumsal karakterini belirlemek, yani Yahudileştirmek.

Eski İsrail’in ölümü ya da Yahudi Ulus Devlet Yasası

Şu ana kadar bir anayasal metne sahip olmayan İsrail'de kabul edilen Yahudi Ulus Devlet Kanununun temel hedefi, devletin politik ve toplumsal karakterini belirlemek, yani Yahudileştirmek.

İSTANBUL - Gökhan Çınkara

14 Mayıs 1948’de devletin ilk başbakanı olan David Ben Gurion beraberindeki 25 kişiyle birlikte Tel Aviv Müzesi’nde İsrail’in Bağımsızlık Bildirgesi’ni dünya kamuoyuna ilan etmişti. Bu belge İsrail’in modern bir devlet olarak kuruluşunu haber verirken aynı zamanda İsrail’de politik kültürün, devlet formasyonunun ve yönetici elitlerin (siyasal, askeri ve bürokratik) Araplarla ilişkilerinin nasıl olacağını ve işleyeceğini kuruyor ve kurumsallaştırıyordu. İsrail’in politik sistemi ve devlet yapısı seküler, orta-sınıf ve iyi eğitimli Aşkenazi, yani Avrupalı Yahudilerin entelektüel ve pratik katkılarıyla şekilleniyordu.

Bu elitlerin devlete, siyasete ve topluma yaklaşımları tam bir birlik içinde görünmese de değerler ve hedefler konusunda benzeşiyordu. Bağımsız Bildirgesi’nde dinsel ve etnik referanslardan kaçınılmış, vatandaşlık din, etnisite ve cinsiyet ayrımına tabi tutulmadan eşitlik ilkesi etrafında kurgulanmıştı. Kısacası bu kurucu elit seküler, kültürel Yahudiliği önemseyen, doğal sınırlarına sıkışmış, demokratik kurumlarında Arapların temsilini de önceleyen bir İsrail zihniyetine sahipti. Arap toplumuyla ilişkilerde uzun süren bir dişe diş mücadelenin olmasını arzu etmiyorlardı. Bu kurucu elitin ekseriyeti sol-liberal bir politik kültüre sahipti ve Avrupa’da Yahudilerin maruz kaldığı kurumsal dışlanma, kıyım, sürgün ve baskı gibi, devlet aygıtının azınlık toplumlarına, özellikle Yahudilere uyguladığı yıldırıcı politikalara İsrail’de Arapların maruz kalmasını istemiyordu.

Kurucu elitin entelektüel uğraş ve politik faaliyetlerinde sürekli kendisine sorduğu ve kamusal tartışmalarda dile getirdiği önemli bir konu vardı: Tarihi Filistin topraklarındaki genel ve kalabalık Arap nüfusla nasıl baş edeceklerdi? Bir yandan İsrail devletini kurarak kitlesel göçlerle gelen (Aliya) Yahudi nüfusunun uluslaştırılması ve ulus-devlete aidiyetinin sağlanması gerekiyordu, öte yandan Siyonist fikirlerin yükselişe geçmesi ve yaygınlık kazanmasıyla Filistin’in Arap nüfusunun milliyetçilik ve dindarlıkla harmanlanan kimlik biçimlenmeleri de bir yandan mayalanıyordu. Filistinliler liderden ve birleştirici bir kurumsal çatıdan yoksun olmalarına rağmen önemli başarılar elde ediyordu. Bu toplumsal ve ideolojik gerginliklerin ortasında, savaşlar ve insanlık dramlarının en somut örneklerinden biri olan Filistinli Arapların kitlesel sürgünlerine rağmen, İsrail’de hatırı sayılır bir Arap nüfus varlığını sürdürmeye devam ediyordu. İsrailli kurucu liderler, özellikle askeri elitler, Araplar arasında bir ayrıma gitmenin nüfusu yönetmek açısından işler bir strateji olacağını düşündüler: Arapları “iyi Arap” ve “kötü Arap” olarak kurumsal ve bürokratik araçlarla kategorize etmek. “İyi Araplar”ı Dürziler, Bedeviler, Çerkesler teşkil ederken, “kötü Araplar” ise Filistin’de anılan bu nüfusun haricindeki sosyal gruplardı. “Kötü Araplar”, “iyi Araplar” eliyle manipüle edilmeli veya devletin güvenlik aygıtları eliyle ya kontrol edilmeli ya da sürgüne zorlanmalıydı.

İsrail’de kalan Arap nüfusun yaşadığı coğrafyada, İsrail’in Yahudi vatandaşları için uyguladığı sivil yönetimin yerine askeri idarenin 1980’lere kadar devam ettiğini bu açıdan vurgulamak yerinde olacak. Filistinli Arap nüfusu üzerinde ciddi baskılar oluşturduğunu askeri idare Filistinlilerin milliyetçi duygularını kabartırken, İsrail bir devlet örgütlenmesi olarak vatandaşı olan Arap nüfusuyla ilişkisini sivil kültür düzleminde derinleştiremiyor, demokratik kurumlar Arap nüfusa doğru genişleyemiyordu.

Yukarıda bahsedilen tarihsel arka planı beslemek adına, kurucu liderlerden günümüzdeki politik kültüre uzanan skalada Araplara yaklaşımın lider ve elit düzeyinde nasıl evrildiğini kısaca anlatmak isabetli olabilir. Sol ve devletçi politik hattın liderlerinden ilk başbakan David Ben Gurion’un başbakanlığı süresince Arap diline olan kayıtsızlığını hiçbir Arap yerleşimini veya köyünü ziyaret etmemesini, buna karşın Yahudilerin yüksek doğum hızını temin için kamusal kaynakların aktarımını önemsediğini biliyoruz. Kısacası Haim Weizmann, Berl Katznelson gibi kurucu elitlerin bir kısmı Arapları önemser ve onlarla işbirliğini İsrail toplumunun inşasında pozitif bir etki olarak görürken, Ben Gurion gibi sol-devletçi elitler ise demokrat ve eşitlikçi ilkeler ve idealler yerine sol-Siyonist ideallerle hem toplumu hem de kültürü tek tipleştirmeye çalışıyorlardı. Ben Gurion Araplara karşı soğuktu ama hasım bir tutum içerisinde olduğunu söylemek de zor.

Sağ kanatta duran milliyetçi ve serbest piyasa yanlısı politik hattın kurucu figürlerinden Zeev Jabotinsky ise Yahudi halkının tarihi Filistin topraklarında İsrail’i bir Yahudi devleti olarak kurmak için üç ahlaki testi geçerek varlığını meşrulaştırabileceğini düşünüyordu. Jabotinsky için öncelikle Yahudiler topraksız/vatansız bir halktı. İkinci olarak, Yahudi devletinin kurulması, kendi devletleri olmayanlardan (yani Filistinlilerden) toprakları alınırken onların haklarının geride kalmaması gerekiyordu. Üçüncü olarak, İsrail topraklarında bir ulus olarak Yahudi halkının talepleri Yahudilerin tarihi haklarına yaslanmaktadır. Tüm bu ahlaki ilkeleri İsrail’de, daha doğrusu tarihi Filistin topraklarında Yahudi devletinin kuruluşunu meşrulaştırmak için argüman haline getiren Jabotinsky meşhur The Iron Wall (Demirden Duvar, 1923) adlı eserinde, Filistin’den Arap nüfusun tamamını çıkarmanın mümkün olmayacağını söylüyor, iki uluslu ve Yahudilerin çoğunlukta olacağı bir Yahudi devleti olarak İsrail’i tahayyül ediyordu.

Kısaca Jabotinsky ve Ben Gurion’un devlete ve siyasete bakışları birbirinden ayrışıyordu. Ben Gurion soğuk bir gerçekçi politikanın peşinden koşan, devletçilik (Mamlahtiyut) ideolojisine sıkı sıkıya bağlı, yeni kurulan ülkede çalışan sınıfı Siyonist konsepte uygun şekilde uluslaştırmaya odaklanan politik bir planı takip ediyordu. Jabotinsky ise sağ ve milliyetçi bir politik kampı temsil etmesine rağmen, yazılarında ve konuşmalarında İsrail’de Arap nüfusun iktisadi ve kültürel gelişimine Yahudi politik araçlarının, özellikle devletin desteğini vurguluyordu. Jabotinsky Ben Gurion’un tersine sivil eşitlikten, dillerin eşit ve resmi statüsünden, kültürel otonomiden, toprakların bölünmesinden bahsediyordu.

Sol ve devletçi (Mamlahtiyut) ve sağ ve serbest piyasacı (Leumi Liberali) ideolojik hatlar, İsrail’de gün geçtikçe toplum düzeyinde etkisini kaybediyor; yani merkez siyaset İsrail’de sönümleniyor. İşte tam bu noktada yükselişe geçen üçüncü önemli politik hattı açabiliriz. Dini referansları, Yahudi dini metinlerini (Halaha, Mişpet İvri) sürekli vurgulayan ve söylem repertuarının esaslı meşrulaştırıcı parçası haline getiren, mesiyanik beklentileri politikleştiren, toplumsal tabanını ise öncelikle Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te öbeklenen yerleşimcilerden alan, Likud ve HaBayt HaYehudi partilerinde politik olarak kurumsallaşan konfederal bir ideolojik hattan bahsediyoruz. Burada öne çıkan kurucu lider figürü ise İsrail’in ilk hahambaşı olan (HaRavi HaRaşi) Rav (Haham) Avraham İzak Yosef Kohen Kook’un oğlu Rav Zvi Yehuda Kook’tan başkası değildi. Rav (Haham) Yehuda Kook’un babası İsrail’in dini yerleşiklerinin kurucularındandı ve babasından devraldığı sosyal sermaye ve ilişkiler ağı, onun söylemlerinin kolayca ve hızla dolaşıma girmesini ve yayılmasını sağladı. Peki, Rav Yehuda Kook’un politik duruşu ve söylemleri nelerdi? 1967 Savaşı sonrası İsrail inanılması güç bir başarı sağladı: Batı Şeria’yı Ürdün’den, Sina yarımadasını ve Gazze’yi Mısır’dan, Golan tepelerini Suriye’den aldı. 1967 Savaşı’ndaki askeri zaferin kurgu, strateji ve planlaması seküler-elitlerin elinde olsa da (İsrail İşçi Partisi/ MAPAI ve İsrail Savunma Kuvvetleri/IDF), bu zafer ve coşku özellikle mesiyanik beklenti içinde olan dini-Siyonistleri (Siyonut Datit) derinden etkiliyordu. Kadim İsrail’in topraklarının modern İsrail’de olmasını, dini-Siyonist önderler takipçilerine mesiyanik çağın başladığını doğrulayan gelişmeler olarak anlatıyordu. İşte tam da bu anda Rav Yehuda Kook, takipçilerine “Yehuda ve Şomron (Yahudiye ve-Samariya) üzerindeki her taşın üzerine yerleşin!” diye sesleniyordu. Bu motivasyon, sosyal örgütlenme olarak yerleşimci hareketini (Tınuat Hityeşvut) doğuruyor ve bundan türeyen irili ufaklı bir çok yan örgütlenmede ortaya çıkıyordu. Bunların en bilineni Guş Emunim (İman Cephesi) idi. Bu heyecan ve gurur hali toplumsal bir motivasyona dönüşürken politik parti olarak kendini göstermesi de şaşırtıcı olmayacaktı. İlk evrelerinde yerleşimci hareket Agudat Yisrael’den taraftar çekerken, bu partinin solcu Rabin hükümetine girmesiyle Rav Yehuda Kook oldukça radikal, hatta terör eylemlerini destekleyen Rav Meir David Kahane’nin partisi KAH’ı destekleyen mektuplar yazıyordu. Kısacası yerleşimci hareket tavizsiz, sert ve uzlaşmaya kapalı bir politik kültürü benimsemeye başlamıştı. Bunun bir örneği olarak Rav Yehuda Kook İsrail politik liderlerine sürekli mektuplar yazıyor, işgal edilmiş topraklardan (Batı Şeria, Golan, Gazze) İsrail güçlerinin çıkmasını büyük günah olarak niteliyor, İsrail milletinin nefretini kazanacaklarını ve lanetleneceklerini ifade ediyordu. Başlarda çevrede yer alan, radikal ve tavizsiz bir dini-milliyetçi hareket olarak görünen yerleşimci hareket, 1990’ların sonu itibariyle merkez siyasetle oldukça yakın ilişkiler kurmaya başladı; daha doğrusu yerleşimci hareket merkez siyaseti de işgal etmeyi kafasına koymuştu. Yerleşimci hareketin diğer dini örgütlerden farkı, milliyetçi duygularının hayli yüksek olmasıydı. Çocuklarını İsrail’in seküler kurumlarında aktif rol almaya teşvik ediyorlardı. Yerleşimci gençler özellikle orduda daha fazla rol almaya başladılar. Ultra-Ortodoksların devlete, ulusal sembollere ve kurumlara karşı şüpheli ve uzak tavırları, İsrail merkez sağında yerleşimci harekete karşı öncelikle sempatiye ve daha sonra aktif desteğe dönüştü.

2000’lerde yerleşimci hareket Ariel, Betar Iliit, Maale Adumim ve Modiin Illit gibi yerleşim merkezlerinde toplumsal örgütler, eğitim kurumları, ticaret merkezleri ve toplumsal aktivizm ağları kurdu. İşgal edilmiş topraklardaki yerleşimci nüfus 800 bini aşıyor. İsrail sağ partilerinin önemli bir oy deposu olarak düşünüldüğünde, bu bölgelere dönük menfi bir politika izleyecek bir sağ parti, İsrail politik aritmetiği göz önüne alındığından imkansız görünüyor. Kısaca, yerleşimci hareket İsrail sağını işgal etmişe benziyor.

İsrail’de yeni-sağ ittifak

19 Temmuz’da İsrail’in yasama meclisi Knesset’de kamuoyunun yakından bildiği adıyla Yahudi Ulus Devlet Kanunu 62 lehte, 55 aleyhte, 2 çekimser oyla kabul edildi. Bu kanun metninin tam ismi ise “Temel Kanun: İsrail Yahudi Milletinin Ulus Devleti”. İsminden de anlaşılacağı üzere kanunun temel hedefi, İsrail devletinin politik ve toplumsal karakterini belirlemek, yani Yahudileştirmek olarak öne çıkıyor.

Bu kanun İsrail hukuksal düzeni içinde oldukça önemli bir konuma sahip olacak. Ona “kanunların kanunu” desek abartmış olmayız, çünkü İsrail bir anayasal metne sahip olmayan ülkelerden. Bu nedenle İsrail’de devletin geniş toplumla, özellikle vatandaşlarıyla kuracağı ilişkilerde, alt hukuki düzenlemelerde ve idari işlemlerde bu kanun referans metin olacak ve her düzenleme bu metine uygun olacak. İsrail sınırları içinde yaşayan 2 milyona yakın Arabı doğrudan etkileyecek bir metinden bahsediyoruz. İsrail’de yaşayan Arapların hukuki statüleri devlet düzeyinde üç gruba ayrılıyor: İsrail’in Filistinli vatandaşları, Kudüs’ün Filistinli sakinleri ve Golan tepelerinde yaşayan Suriyeli yerleşikler.

Bu kanunun temel olarak getirdiği düzenlemeler şunlar: İsrail devleti Yahudi halkının ulus-devletidir; İsrail devletinde kendi kaderini tayin etme hakkı ulusal düzeyde Geri Dönüş Kanunu’na uygun olarak sadece Yahudilere mahsus kılınmıştır; İbranice devletin resmin dilidir, lakin Arapça resmi dil statüsünü kaybederek ayrı bir kanunla düzenlenmek üzere özel statüye sahip olmuştur; devlet Yahudi yerleşimlerini teşvik, destek ve kurmakla yükümlüdür; ulusal marş Hatikva’dır; bayrak İsrail bayrağıdır; Bağımsızlık Günü (Yom Hatzmaut) milli bayramdır; İbrani takvimi devletin resmi takvimidir; Şabat ve dini tatiller resmi Yahudi tatilleridir; devlet Yahudi diasporası ile ilişkilerini güçlendirecektir.

Kanun metnine daha yakından bakıldığında, kurucu ve engelleyici bir ruhunun olduğunu söylenebilir. Şöyle ki egemenliği İsrail devletinin vatandaşlarına değil, hatta İsrail’de yaşayan Yahudilere değil, sadece Yahudi halkına vermesi, İsrail’de vatandaş olmayı anlamsızlaştırıyor. Devlete mensubiyeti etnik ve dini bir aidiyetle, yani dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan Yahudilikle eş değer görmesi, devletin karakterinin etnokrasiye ve aşiretçiliğe doğru evrildiğini gösteriyor.

Bu kanuna bakarak İsrail’de “vatandaş kimdir” sorusunun cevabı, Arap nüfusa herhangi bir referans vermeden ve onları meşru toplumsal ve siyasal bir topluluk olarak tanımamaktan geçiyor. Kısacası bu metinle, devletin vatandaşlarıyla kurduğu ilişkide önemli iki unsur olan eşitlik ve demokratiklik kenara itiliyor.

Devletin sembolleri, tatilleri, takvimleri, ulusal marşı gibi ulusun ortak değerleri, tarihi hafızasını ve dayanışmasını güçlendirmesi gereken araçlar olmaktan çıkıyor; devlet düzeyinde İsrail vatandaşı Arapların toplumun geri kalanıyla arasındaki psikolojik bağı güçlendirecek bir argüman görünmüyor.

Kanunun diğer önemli bir mekaniği, çoğunluk (Yahudiler) ve azınlık (Araplar) ilişkilerinde hukuksal güvencenin ortadan kalkması. Sürekli bir biçimde Yahudilik ve ona ait tarihsel, kültürel, dini motif ve sembollere vurgu ve hukuki güvence, azınlığın vatandaşlık statüsünün anlamsızlaştırıldığını, içinin boşaltıldığını, dışlandığını gösteriyor. Yerleşimlerin devlet eliyle desteklenmesi ve ulusal bir değer olarak kabulü ise (yukarıda tarihsel, ideolojik ve siyasal arka planını verdiğimiz) İsrail’in politik dönüşümüyle doğrudan bağlantılı. Bundan sonra, işgal edilmiş alanlardaki arazilerin ve kaynakların dağıtımının ulus temelli bir ekseni esas alacağını beklemek sürpriz olmayacak.

Yahudi diasporasını rahatsız eden, İsrail’in kendisini diaspora içinde Yahudilerin kültürel, tarihsel ve dinsel miraslarını korumak için faaliyet gösterecek aktör olarak konumlandırıyor olması. İsrail Yüksek Mahkemesi, İsrail ve diaspora arasındaki tartışmalara ve gerginliklere sebep olan meselelere aktif olarak müdahil olacağa benziyor. Bunlar ise din değiştirme, evlilik, Ağlama Duvarı’nda reformist grupların ibadet etmesi gibi konular. Yahudi diasporası ise bu tutumu kendilerinin dinsel çoğulculuğuna, özerk kurumlarına ve farklı dinsel anlayışlarına karşı baltalayıcı ve tek-tipleştirici bir düzenleme olarak görüyor.

Yeni-İsrail: Sert-şovenist, dışlayıcı ve tribalist

İsrail’de bu kanuna karşı Likud Partisi içinden bile sert eleştiriler yükseldi. İsrail sağının kurucu figürlerinden Menahem Begin’in oğlu Likud milletvekili Benny Begin, bu kanunu İsrail’in kurucu değerlerine ihanet olarak niteledi. Bu hukuki düzenlemeyle İsrail, kurucu elitlerin devlete mensubiyette dinsel ve etnik referanslardan kaçınarak toprak üzerinde oturmayı yeterli gören anlayışından kopuyor; artık sert-şovenist bir politik kültürü hem söylemsel hem de pratik bazda yansıtıyor.

Ulusal kimliğin tek-tipleştirilmesi, devletin karakterinin etnik ve dini motivasyonlarla şekillendirilmesi, inanmayı ve inançlı olmanın İsrail’in dini yerleşiklerine bırakılması, onun da özellikle ultra-Ortodoks dini elitler elinde olması, eski İsrail’in kurumsal değerlerinin artık var olmadığını haber veriyor: Yani eski İsrail öldü.

İsrail’in kompleks politik kurum ve kültürü, Likud’un oportünist tarzı, etnik ve akrabalık bağlarını öne çıkaran aşiretçiliği, dini yerleşimciliği milliyetçilikle politize etmesi altında yeniden şekilleniyor. Bu da İsrail’in politik canlılığını, demokratik dinamizmini ve uluslararası duruşunu baltalıyor; izole, otantik ve kapalı bir toplumsallığa itiyor.

Peki, tüm bu tabloda neler yapılabilir sorusu önem kazanıyor. Türkiye 2002’den bu yana Filistin’e ve Filistinlilere özel bir önem veriyor; olağan bir dış politika konusu olarak bakmaktansa, tarihi ve ahlaki bir yükümlülük olarak konuyu ve sorunları ele alıyor. Türkiye bu konuda uluslararası aktörlerle, Yahudi diasporasının kurumlarıyla ve İsrail’deki Filistinli politik ve toplumsal aktörlerle ve Yahudi politik elitlerle beraber, İsrail’i tekrar iki devletli çözüm konusunda masaya oturmaya zorlayacak, yerleşimler konusunda geri adım atmasını sağlayacak ve hak-hukuk temelli takibini sıklaştıracaktır.

[Kudüs İbrani Üniversitesi Truman Center’da ve Brandeis Üniversitesi Schusterman Modern İsrail Araştırmaları Merkezi’nde misafir araştırmacı olarak bulunan Gökhan Çınkara İsrail, Filistin siyaseti, Yahudi dünyası ve Ortadoğu toplumları ve siyaseti konularında akademik çalışmalar yürütüyor]

 

Kaynak:

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.