Devrimin 40. yılında 'siyasi fıkıh' ve pragmatizm arasında İran

Devrimin 40. yılında 'siyasi fıkıh' ve pragmatizm arasında İran
Devrimden önce Humeyni, Şii ilim havzalarına imkân verildiği taktirde “siyasî fıkhı” geliştireceklerine ve Şii ulemanın toplumsal, ekonomik ve siyasî bütün sorunlara çözüm üreteceğine inanmaktaydı.

Devrimin 40. yılında 'siyasi fıkıh' ve pragmatizm arasında İran

Devrimden önce Humeyni, Şii ilim havzalarına imkân verildiği taktirde “siyasî fıkhı” geliştireceklerine ve Şii ulemanın toplumsal, ekonomik ve siyasî bütün sorunlara çözüm üreteceğine inanmaktaydı.

İSTANBUL - Hadi Khodabandeh Loui

1979 “İslam Devrimi”nden önce kaleme aldığı Keşfu’l-Esrar ile Velayet-i Fakih isimli kitaplarda ve Necef’ten İran’a gönderdiği ses kayıtlarında, Humeyni’nin Şii fıkhı temelinde bir devlet kurma amacı açık bir şekilde kendini gösterir. Necef’teki derslerinde, “devrim için itikadî-siyasî plan” adı altında görüşlerini talebelerine aktaran Humeyni monarşi, meşrutiyet ve cumhuriyeti geçersiz yönetim sistemleri olarak tanımlayıp sadece “İslam hükûmetinin” hukuka uygun olduğunu ileri sürmekteydi. Ona göre bu hükûmet tarzı, sadece “hukukçular” olarak ifade ettiği adil fıkıhçılar aracılığıyla tatbik edilebilirdi. Humeyni’nin bu beyanlarının birçoğu, Şii fıkhının siyasal ve toplumsal sistem kurma kapasitesini barındırdığı savı üzerinde durmaktaydı. Bu savdan hareketle Şii ulemanın devletin tepesinde yer almasını temellendiren Humeyni, Şii ilim havzalarına imkân verildiği taktirde “siyasî fıkhı” geliştireceklerine ve Şii ulemanın toplumsal, ekonomik ve siyasî bütün sorunlara çözüm üreteceğine inanmaktaydı. Bu noktada siyasi velayet, Şii fıkhına bağlı kalmak kaydıyla fıkıhçılara aitti.

Şah rejiminin devrilmesinden sonra, Şii fıkhının siyasal ve toplumsal düzeni yönetme konusundaki yetersizliği kendini yavaş yavaş göstermeye başlamıştı. On İki İmam Şiilerinin İslam tarihi boyunca (bazı istisnalar dışında) iktidar deneyiminden yoksun olması, Şii fıkhının bireysel boyuta odaklanmasına ve devlet kuramı geliştirememesine neden olmuştu. Ayrıca On İki İmam Şiilerinin, İslam devletinin kuruluşu konusunun, İmam Mehdi’nin geri dönüşüne kadar tartışmaya açılmaması gerektiğine inanması, Şii ulemanın İmam’ın yetkisinde olan bu alana girmemelerine sebep olmuştu. “Gaybet” döneminde kurulan bütün rejimlerin “İmam Mehdi’nin hükûmet hakkını gasp ettiği” görüşü, bu düşüncenin Şii ulema arasında ne derece geniş kabul gördüğünü gösterir niteliktedir.

Devrimden sonraki dönemde (kısmen de olsa halk oylamasına dayanan) parlamento ve hükûmet kanadı ile rejimin dinî karakterini muhafaza eden Anayasayı Koruyucular Konseyi arasında artan çekişme, Humeyni’yi zor durumda bırakmıştı. Özellikle birinci, ikinci ve üçüncü meclislerde ve Mir Hüseyin Musevi’nin başbakanlığı döneminde, sosyalist düşünceye sempatiyle yaklaşan ve “sol eğilimli devrimciler” olarak adlandırılan cenah baskındı. Serbest piyasa ekonomisi ve özel mülkiyetle ilgili kısıtlayıcı maddelerin bu cenah tarafından parlamentodan geçirilmesi, Anayasayı Koruyucular Konseyi üzerinde güçlü bir etkisi olan muhafazakâr (Baazar) sermayenin tepkisine yol açtı. İranlı yazar Muhsin Kediver’e göre, devrim sürecinde Şii ulemayı destekleyen muhafazakâr (Baazar) sermayeyi kendinden uzaklaştırmak istemeyen Humeyni, temkinli bir şekilde meseleyi çözmeye çalışsa da, sistemde ortaya çıkan çekişmeler onu daha sert önlemler almaya zorladı. Serbest piyasa ekonomisi ve özel mülkiyetin Şii fıkıh kurallarınca korunduğunu ileri süren “ayetullahlara” karşı, enflasyonla mücadele konusunda hükûmete tam yetki veren Humeyni, bir fetva yayınlayarak yürütmenin enflasyondan sorumlu gördüğü tüccarı cezalandırmasının şeriata uygun olduğunu ifade etti.

Geleneksel muhafazakâr cenahın ve Anayasayı Koruyucular Konseyi’nin neredeyse sistemi tıkanma aşamasına getiren tutumu karşısında Humeyni, bu defa geleneksel fıkhın siyasi ve toplumsal düzeni yönetmedeki “yetersizliğini” itiraf etme noktasına geldi. Kamu hukukunu geleneksel fıkhın katı anlayışından özgürleştirmek adına Humeyni, fıkıhta olağanüstü bir durum olmadıkça geçerli olan ahkâm-ı evveliyeden uzaklaşarak, göreceli ve esnek bir mahiyet taşıyan ahkâm-ı saneviye esasında yeni bir “İslami” yönetim anlayışı geliştirdi. Bu bağlamda, Humeyni’nin “Rejimin bekası icap ederse namaz ve hac bile tatil edilir” şeklindeki ses getiren açıklaması, Velayet-i Fakih rejimi kurucusunun devrim öncesinde ileri sürdüğü savlardan geri çekilmesi şeklinde yorumlanabilir.

Humeyni’nin “maslahat-ı nizam” ile ifade ettiği argüman şu savlara dayanmaktaydı: Rejimi korumak diğer farzlara önceliklidir ve hatta derecede en üstün farzdır. Bazı durumlarda dinî hükümlerin uygulanması rejimin çıkarlarını tehlikeye düşürebilir; rejimin çıkarlarıyla dinî hükümler arasında çatışma söz konusu olabilir. Çatışma durumunda Veli-yi Fakih, kendi takdirine göre rejimin dünyevi maslahatıyla çatışan din hükümlerinin tatbikini durdurabilir ve hatta durdurmakla yükümlüdür.

Humeyni’nin bu bakımdan anayasa değişikliği konusundaki önerilerinden biri, Düzenin Maslahatını Teşhis Konseyi olarak adlandırılan kurumun statüsü ve işleviyle ilgili maddelerin yasalaşmasıydı. Temel anlamıyla “maslahat” kavramının anayasal düzene işlenmesi önerisi, Humeyni’nin Paris’teki sürgün günlerinden beri izlediği “pragmatist esneklik” ilkesinin düzen içinde meşruiyet bulmasını amaçlıyordu. Devrime uzanan süreçte, komünistlerden cihatçılara kadar uzanan değişik kesimlerin lideri olarak, böylesi farklı unsurları barındıran bir hareketi yönetmek, doğal olarak pragmatist bir esneklikle mümkün olabilirdi. Bu pragmatik ilke, Humeyni’nin konuşmalarında da vücut bulmuş ve onun üslubu her kesime hitap ettiğinden, sonuç olarak her cenah kendi Humeyni imajını oluşturmuştu. Bu durumu eleştiren devrimin geçici hükûmetinin Başbakanı Bazergan, “Ayetullah Humeyni İslam Cumhuriyeti’nin kuruluşu öncesinde hep birlikte sloganı atarken iktidara geldikten sonra hepiniz benimle sloganını atma noktasına geldi” demekteydi.

Ayetullah Humeyni’nin vefatından sonra, Uzmanlar Konseyi tarafından “geçici olmak kaydıyla” rehber olarak seçilen Ali Hamaney’in 30 yıla yakındır süregelen liderliğinde de rejimin bekası (hıfz-ı nizam) fıkhi kurallara göre önceliğini korudu. Rejimin karşılaştığı eleştirilere cevaben ve ayrıca taraftarlarını mobilize etme aşamasında sık sık Ayetullah Humeyni’ye atıf yapan Hamaney, “hıfz-ı nizam derecede en üst farzdır” sözünü hatırlatmıştır.

40 yıllık süreçte, fıkıh ve maslahat arasındaki çatışma tekrarlanmıştır. Başka bir deyişle, fıkhi çözümün bulunmadığı sorunların sayısı o denli fazlalaşmıştır ki fıkıh ve maslahat arasındaki ihtilafları çözüme kavuşturmak için, esneklik esasında yeni bir yüksek statülü konseyin kurulmasına bile ihtiyaç duyulmuştur. Bu bağlamda rejimi eleştirenler, yüzyıllar içinde teşekkül eden Şii fıkhı siyasal düzeni yönetemezken, yönetim hakkının yine fakihlerin tekelinde olmasının nedenini sorgulamışlardır. Başka bir ifadeyle, siyasi çözüm üretemeyen fıkıh bilginlerinin siyasal üstünlüğüyle beka sorununun önüne geçilmeye çalışılırken, yeni siyasal krizlerin de kapısı aralanmış ve ülkede bu konuda geniş mutabakata varılması engellenmiştir.

Son tahlilde, “yasalaşan pragmatizm”in ülkedeki birçok sorunun (ideolojik ihtilaflardan uzak bir şekilde) çözülmesini sağlayamadığı ortaya çıkmıştır. Bunun, (Araş Neraki’nin de dediği gibi) rejimin “maslahat” kavramının Jeremy Bentham ve John Stuart Mill’in öne sürdüğü “pragmatizm” kavramından farklı olmasından kaynaklandığı görülmektedir. Başka bir deyişle, pragmatist faydayı belirleme aşamasında kolektif akıl esas alınırken, “maslahat” kavramının tamamen fakihin takdirine bağlı olması, siyasî iktidar ve siyasî ortak akıl arasındaki ikilemi tekrar gözler önüne sermektedir.

[Hadi Khodabandeh Loui İran Araştırmaları Merkezi (İRAM) Şiilik Araştırmaları Koordinatörlüğü’nde araştırmacı olarak görev yapmaktadır]

 

Kaynak:

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.