Bölgesel gelişmelerin odağında Taliban görüşmeleri
Bölgesel gelişmelerin odağında Taliban görüşmeleri
Taliban’la gerçekleştirilen barış görüşmelerinde asıl önemli mesele, iktidarı yeniden şekillendirecek Taliban rejiminin Çin ile mi, yoksa ABD ile mi daha yakın ilişkiler geliştireceği.
Taliban ile ABD arasında beşincisi düzenlenen görüşmeler Doha’da devam ediyor. Son görüşmelerde ABD 1990’lı yıllarda Taliban’ın meşru bir rejim olmasını savunan Afgan asıllı ABD büyükelçilerinden Zalmay Halilzad tarafından temsil edilirken, Taliban tarafı örgütün kurucularından Molla Baradar tarafından temsil ediliyor.
Taliban’la yapılan barış görüşmelerinin başarıyla sonuçlanmasını en çok isteyenlerin başında Trump yönetimi geliyor. Taliban’la savaş ABD’ye neredeyse 1 trilyon dolar kaybettirdi. Trump hem Orta Doğu’dan hem de Afganistan’dan çekilerek ABD’nin tüm enerjisini Pasifik’e kaydırmak istiyor. Çin’le süren ticaret görüşmeleri, Çin’e uygulanan yüksek gümrük vergileri ve tarifeler, Trump’ın hedefinin ne olduğuna işaret ediyor.
Görüşmeler, daha önce Abu Dabi, Doha ve Moskova’da gerçekleştirilmişti. Barışın sağlanması halinde ise ABD’nin Afganistan’dan çekilme ihtimali gündeme gelecek. Bir ay evvel Moskova’da yapılan görüşmelerde, Taliban’ın öne sürdüğü şartlar ABD askerlerinin Afgan topraklarından çekilmesi, tutuklu Taliban üyelerinden sağlık durumu kötü olanların ve yaşlıların serbest bırakılması, Taliban liderlerinin arananlar listesinden çıkartılarak seyahat özgürlüklerine kavuşmalarıydı. ABD ise Taliban’dan El Kaide’ye verdiği desteği çekmesini, Afganistan dışındaki saldırılarına son vermesini, özellikle kadın haklarını ve kız çocuklarının eğitim haklarını garanti altına almasını talep ediyor. Gelinen aşamada Taliban’ın bu şartları kabul etmeye meyilli olduğu görülüyor.
Taliban özünde diğer radikal terör örgütleriyle (El Kaide, DAEŞ, Tehrik-i Taliban/Pakistan Talibanı) aynı safta kategorize edilebilecek bir yapı değil. 1996-2001 yılları arasında Afganistan’ı yöneten Taliban rejimi, o yıllarda Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Pakistan tarafından diplomatik olarak tanınmış, ABD tarafından da diplomatik tanınmanın eşiğine gelmişti. Hatta ABD 2001 yılında müdahale etmemiş olsaydı, Çin’in de o dönemde Taliban’ı tanımaya çok yakın olduğu söyleniyor.
Doksanlı yıllarda Pakistan’la yakın müttefik konumunda olan ve büyük ölçüde destek veren Taliban’ın Afganistan’a barış ve istikrar getirmesi, Orta Asya enerji kaynaklarının Pakistan’a taşınmasına ve Orta Asya’yla Pakistan arasında karadan ticaretin sağlıklı bir şekilde yapılmasına imkan sağlayacaktı. Bu yüzden Pakistan tarafından finansal, askeri ve lojistik olarak doğrudan desteklenmişti. Fakat El Kaide ve Usame bin Ladin faktörleri, Taliban’ın ABD müdahalesiyle karşılaşmasına sebep olmuştu. Taliban yetkililerinin, özellikle o dönemdeki liderleri Molla Ömer’in, Bin Ladin ve El Kaide üyelerini korumakta ve ABD’ye teslim etmemekteki kararlılıkları, Taliban rejimini terör örgütü konumuna düşürmüş ve uluslararası bir askeri müdahaleye sebep olmuştu. Fakat ABD ile Taliban arasında devam etmekte olan ve 17 yıl süren savaş, tarafların masaya daha ciddi bir şekilde oturmasına neden oldu. 2013 yılında Katar’ın başkenti Doha’da kurulan Taliban’ın diplomatik ofisi, 2015 yılında, Obama döneminde ABD ile görüşmelere başladı. Bu görüşmeler ara ara kesilip devam ederken, Afganistan’da ise Taliban’ın merkezî Afgan hükümetine (Kabil rejimi) ve ABD’ye karşı yürüttüğü savaş tüm şiddetiyle devam etti. Geldiğimiz nokta itibarıyla, eldeki verilere göre, 150 bin Afgan sivil ve asker, 2 bin 300 de ABD askeri hayatını kaybetmiş.
2018’in Aralık ayında BAE’nin Abu Dabi şehrinde başlayan görüşmelere Pakistan, Suudi Arabistan, Taliban ve Afgan hükümeti katılmıştı. Geçtiğimiz Şubat ayının ilk haftasında Rusya’nın arabuluculuğunda Moskova’da gerçekleşen görüşmelerde, Kabil tarafını (Hamid Karzai’nin başında olduğu) Afgan muhalefeti ve Afgan Yüksek Barış Şurası temsil ederken, Taliban’ı ise (Katar’daki diplomatik ofisinin başında bulunan) Muhammed Abbas Stanikzai temsil etti. Görüşmelerde Rusya’nın yanı sıra, başta Çin olmak üzere, Orta Asya ülkelerinden de temsilciler hazır bulundu. Moskova’daki barış görüşmelerinin Çin tarafından desteklenmesi, karşımıza ilginç bir ayrıntı olarak çıkıyor. Çin’in doksanlı yıllarda Taliban’la ilişkilerinin gayet iyi olduğunu ve 2001 operasyonu öncesinde Taliban rejimini diplomatik olarak tanımaya hazırlandığını unutmamak gerekir. Burada Pakistan’ın önemli bir aktör olarak karşımıza çıktığını görüyoruz. Pakistan hem Suudi Arabistan’la hem de Çin’le özel ilişkilere sahip olduğundan hem de Taliban’a verdiği destekten dolayı kilit ülke konumunu daima korumuştur. Taliban’ın meşruiyet kazanmasının pek çok açıdan Pakistan’ın menfaatine olacağı görünüyor.
Doha’daki son görüşmeler ise ABD ve Taliban arasında geçiyor ve Taliban’ı üst düzey bir isim temsil ediyor. Taliban’ın kurucu kadrosundan olan Molla Barabar, şimdiki Taliban lideri Hibetullah Ahundzade’nin de yardımcısı konumunda. Pakistan’daki tutukluluğu geçtiğimiz yıl Zalmay Halilzad’ın girişimiyle sonlandırılan Molla Barabar süreci yönetmeye başladı. Barabar’ın serbest bıraktırılması ABD’nin Taliban’a bir jesti olarak algılanıyor.
Taliban’la yapılan barış görüşmelerinin başarıyla sonuçlanmasını en çok isteyenlerin başında Trump yönetimi geliyor. Taliban’la savaş ABD’ye neredeyse 1 trilyon dolar kaybettirdi. Trump hem Orta Doğu’dan hem de Afganistan’dan çekilerek ABD’nin tüm enerjisini Pasifik’e kaydırmak istiyor. Çin’le süren ticaret görüşmeleri, Çin’e uygulanan yüksek gümrük vergileri ve tarifeler, Trump’ın hedefinin ne olduğuna işaret ediyor. ABD’nin Orta Doğu’dan çekilmesini istemeyen güçler ise Çin ve İsrail olarak karşımıza çıkıyor. İsrail ABD’nin bölgedeki varlığını kendi güvenliği açısından zorunlu görürken, Çin ise ABD’nin Pasifik’e yoğunlaşmasını önemli bir tehdit olarak algılıyor. Fakat Trump yönetimi Orta Doğu’da işleri yoluna koymak için Arap-İsrail barışını zorlarken, diğer yandan da Taliban’la Afganistan’daki merkezî rejimi uzlaştırmayı hedefliyor.
Afganistan’da Batı’nın tanıdığı meşru yönetim olan Eşref Gani hükümeti Moskova’daki görüşmelere katılmayarak Taliban tarafının kendilerini muhatap almasını istemiştir. Fakat Taliban yönetimi Gani hükümetini “kukla rejim” olarak nitelendiriyor ve Afgan halkını değil, Batılı güçleri temsil ettiğini savunuyor. Bu yüzden de muhatabının doğrudan ABD olması gerektiğini söylüyor. Taliban mevcut süreçte Gani hükümetine karşı böyle bir tavır takınarak psikolojik üstünlüğü elinde tutuyor. Kabil hükümeti ABD desteği sayesinde varlığını hukuken devam ettiriyor olsa da fiilen etkisiz bir hale gelmiş durumda. Taliban’la barışın sağlanması halinde, Gani hükümeti de meşruiyetini bir bakıma kaybetmiş olacak ve düşecektir.
Afganistan özelinde Taliban’la devam eden görüşmeler ABD-Çin geriliminden büyük ölçüde etkileniyor. Geçtiğimiz haftalarda, Taliban’la görüşme süreci devam ederken, Suudi Prensi Muhammed bin Selman’ın da Güney Asya ve Çin turuna çıkarak Pakistan, Hindistan ve Çin liderleriyle görüşmesi, süreçten bağımsız okunamayacak gelişmeler. Muhammed bin Selman’ın Çin ziyareti sırasında, aynı gün Pakistan kökenli iki cihatçı örgütün (Ceyş el Muhammedi ve Ceyş el Adl ) İran ve Hindistan’a karşı gerçekleştirdiği bombalı saldırılar, geçtiğimiz haftaların en dikkat çeken olayları arasındaydı. Hindistan’a saldırı düzenleyen örgütün liderinin 2016 yılında BM Güvenlik Konseyi tarafından küresel terör listesine alınmasının Çin tarafından engellenmiş olması, saldırıların Çin ve Pakistan’ın menfaatine olup olamayacağı sorusunu akıllara getirdi. Hindistan ve İran, saldırılardan ötürü doğrudan Suudileri ve Pakistan’ı suçlarken, Pakistan’ın en önemli müttefiki olan Çin ise sessiz kalmayı tercih etti. Muhammed bin Selman’ın bahse konu Güney Asya turunun ABD’nin bilgisi dâhilinde, Çin-ABD uzlaşı sürecinin bir parçası olup olmadığı sorusu da akıllara geliyor. Suudilerin Çin ve ABD arasındaki ticaret görüşmelerinde ve uzlaşma sürecinde rol aldığı tahmin edilebilir. Çin’in bu süreçte özellikle İran’ı yalnız bıraktığı ve kısa vadede İran’a yönelik izolasyona destek vereceği de gündeme geldi. Bilindiği üzere, İran’ın Suriye’den çekilmesi görüşünü desteklemeye başlamış olan Rusya, Suriye konusunda İsrail’le birlikte hareket ediyor.
Tam bu sırada, Taliban ile ABD arasında bir uzlaşma süreci de başarılı bir şekilde işlerken, bir hafta önce Helmand eyaletinde vuku bulan, merkezî hükümetin askerlerine yönelen terör saldırısı, “acaba süreç baltalanmaya mı çalışılıyor” sorusunu akıllara getirdi. Geçtiğimiz yıllarda Pakistan ve Gani hükümeti arasında ticaret konusu üzerinden gerilimler yaşanmıştı. Hindistan’la ticaretini geliştirmeye çalışan ve Taliban’ın destekçisi olarak gördüğü Pakistan’a karşı Hindistan’la işbirliğine yönelen merkezî Afgan hükümetinin, Hindistan’la karadan yürütmeye çalıştığı ticaret Pakistan tarafından engelleniyor. Aynı şekilde Gani hükümeti de Pakistan’ın Orta Asya’yla var olan karadan ticaretini bloke etmeye çabalıyor. Gani hükümeti İran limanları vasıtasıyla Hindistan’la var olan ticaretini geliştirme girişimlerinde bulundu ve “İran-Hindistan-merkezî Afgan hükümeti” şeklinde, Pakistan’ı hedef alan bir grup ortaya çıktı. Çin ise gerek Hindistan’la arasındaki rekabetten gerekse Pakistan’la arasındaki yakın müttefiklik ilişkisinden ötürü Taliban’dan yana tavır alıyor. ABD ile yaşadığı gerilimi azaltmak için de İran’ı, tıpkı Rusya’nın yaptığı gibi, yalnız bırakmaya başladı. Ancak tıpkı doksanlı yıllardaki gibi, ABD ile müttefik olabilecek bir Taliban rejimi de Çin’in pek çıkarlarına uygun değil. ABD’nin aynı zamanda hem Ortadoğu’da hem de Afganistan’da saplanıp kalması, Çin’in sahası olan Pasifik’e yoğunlaşmasını önlerken, diğer yandan kendisine yönelik tehdit arz eden radikal örgütlerle mücadele için de Çin’e fırsatlar sunuyor. Taliban’la gerçekleştirilen barış görüşmelerinde asıl önemli mesele, iktidarı yeniden şekillendirecek Taliban rejiminin Çin ile mi, yoksa ABD ile mi daha yakın ilişkiler geliştireceği. Hâlihazırda Taliban’ın de facto yönetiminin Afganistan’da Çin’le örtülü ticari münasebetleri olduğu da biliniyor.
Taliban yönetiminin meşruiyetinin kabul edilerek sisteme dâhil edilmesi, bir bakıma Müslüman Kardeşler’in Obama döneminde Orta Doğu’da iktidara gelmelerinin önünün açılışına da benzetilebilir. Taliban Afganistan’da yayılmaya başlayan DAEŞ ile mücadelede önemli bir aktör. DAEŞ bugün Afganistan’da hem merkezî Kabil hükümetini hem de Taliban’ı tehdit ediyor. Ayrıca Taliban’ın bölgeye istikrar getirmesiyle, Orta Asya ve Pakistan arasındaki ticaret yollarının kesiştiği noktalara hâkim olan bu ülkenin, bölgesel ticaretin de güvenlikleştirilmesine de katkı sağlayacağı gözden uzak tutulmamalı. Taliban’ın bölgedeki radikal örgütlere ev sahipliği yapmaya son vermesi halinde, Çin için de güvenliğini daha iyi sağlama, ayrıca bölgede ticari bir ortak kazanma ve Pakistan’la birlikte yeni bir müttefik daha kazanma ihtimali beliriyor.
Buradan bakıldığında, Taliban’ın Afganistan’a hâkim olması hem ABD hem de Çin için kazançlı görünüyor. Fakat uzun vadede ABD’nin buradaki güçlerini Pasifik’e kaydıracak olması Çin’i tehdit eder nitelikte. Taliban’ın meşruiyet sağlaması, orta ve uzun vadede İran ve Hindistan için problem arz ediyor. Öncelikle Pakistan ve Çin bölgede bir müttefik daha kazanmış olacaklardır ki bu Hindistan için olumsuz bir durum; zira Eşref Gani hükümeti Hindistan’la daha yakın bir politika izlemekte. Durum İran için de pek iç açıcı değil; çünkü Taliban’ın radikal Sünni ideolojisi hem Afganistan’daki Şii azınlık hem de İran için olumsuz. Taliban’ın 1998 yılında uluslararası normları hiçe sayarak Kabil’deki İranlı diplomatları öldürmesi hâlâ akıllarda. Pakistan’ın müttefiki olan bir Taliban rejimi, İran’ın doğudan daha fazla kuşatılması anlamına da geliyor. Bu sebeplerden dolayı mevcut Eşref Gani hükümeti İran’a daha sempatik görünüyor.
Bu açıdan bakıldığında, Doha’da görüşmeler devam ederken Helmand’da patlatılan bombaların, süreci baltalamak isteyen güçler tarafından desteklendiği de gözlerden kaçmamalı. Bombaların patlamasından sorumlu tutulan Taliban, yaptığı açıklamada, olayın kendileriyle alakasının olmadığını ve DEAŞ’a bağlı “Horasan” isimli bir grubun bunları yaptığını ifade etti. Afganistan Talibanı’nın içinde pek çok grup olduğu gibi, DEAŞ’a bağlı yerel örgütler de var. Bu örgütlerin, barışın sağlanması halinde, şiddete başvurmaya devam edeceği anlaşılıyor. Taliban’dan ziyade, özellikle DEAŞ ile irtibatlı olduğu iddia edilen bu örgütlerin, tıpkı Black Waters benzeri özel paralı paramiliter gruplar olarak düşünülmesi yanlış olmaz. Taşeron hüviyetindeki bu örgütlerin, ABD’nin Ortadoğu’dan çekilmemesi için bu tür saldırılarda bulunduğu söylenebilir. Bunun yanında, ABD ile anlaşma süreci, Taliban’ın kendi içinde de sancılı bir süreci beraberinde getirecektir. Taliban’a bağlı pek çok grup ve militan bu sürecin meşruiyetini sorgulayacak ve baltalama girişimlerinde bulunacaktır. Geçtiğimiz yıllarda Afgan cihadının önemli isimlerinden Abdul Rasul Sayyaf Şark-ul Avsat gazetesine verdiği bir demecinde, Taliban’ın Doha’daki ofisinin sadece Taliban’ın bir kanadını temsil ettiğini ve bundan başka kanatların da bulunduğunu belirtmiş ve ilginç bir şekilde, Taliban’ın İran tarafından desteklendiğini vurgulamıştı. Kabil’deki hükümete yakın olduğu bilinen eski mücahit Sayyaf’ın İran’ı hedef göstermesi dikkat çekici bir nokta.
Özetle, bu süreci iyi idrak edebilmek için, ABD’nin Ortadoğu ve Afganistan’dan çekilmesinin hangi bölge güçlerinin işine yarayacağına ve hangileri için olumsuz sonuçlar doğuracağına bakılmalı ve Afganistan sorunu da ABD-Çin geriliminden ayrı düşünülmemeli.
Taliban’ın Doha’da ve Abu Dabi’de gerçekleştirdiği görüşmeler dizisi ABD’yle yaşanan sorunların çözümüne yönelik bir anlam ifade ederken, diğer yandan Moskova’da yapılan görüşmeler (başta Çin olmak üzere) Rusya ve Orta Asya ülkelerinden meşruiyet elde etme amacı güdüyor. Pekin yönetiminin Moskova’daki görüşmelerde önemli ölçüde rolü olduğu biliniyor. Özellikle son Şangay İşbirliği Toplantısı’nda FSB Başkan Yardımcısı Sergey Smirnov’un DEAŞ’ın Afganistan’ın kuzeyini “hilafet merkezi” ilan ettiğine yönelik açıklamada bulunması, önümüzdeki günlerde Afganistan’ı tekrardan bir iç savaşın beklediği şeklinde yorumlanıyor. Bölgede Taliban, Özbekistan İslami Hareketi ve DAEŞ gibi odakların bulunması, Orta Asya ülkeleri ve Çin için tehdit oluşturuyor. ABD’nin Taliban’a yönelik bu barış hamlesi, Taliban’ı kendi tarafına çekerek DAEŞ ve benzeri örgütlere karşı mücadelede önemli bir müttefik kazanma hamlesi olarak da yorumlanabilir. Eskinin “terör örgütü” yeni dönemin “meşru aktörüne” dönüştürülerek, tıpkı 1990’lı yıllarda planlandığı gibi, Batı bloğu için bölgede önemli bir müttefik inşa edilecektir. Açıkçası, 2001 sonrasında kurulan Afganistan İslam Cumhuriyeti, yani şu anki merkezî Kabil rejimi, gelinen noktada, ABD’nin bölgedeki çıkarlarına hizmet edecek güçlü bir müttefik ve aktör olma özelliğini gösterememiştir. Taliban’ın da içinde yer aldığı bir Afgan hükümetinin ise hem Pakistan’ın desteğini alacağı hem de İran’a karşı ABD için önemli bir müttefik olacağı inancı hâkimdir.
İran’a karşı kurgulanan bu müttefiklik ilişkisi, aynı şekilde Çin’e karşı da planlanıyor; fakat Taliban-Çin ilişkilerinin Pakistan üzerinden yürüyeceği düşünülürse, Hindistan gibi bir deve karşı Çin’in bölgedeki desteğine büyük ölçüde ihtiyaç duyan Pakistan’ın, aynı şekilde Taliban ve Çin ilişkileri için de köprü vazifesi görmesi ihtimal dâhilinde. Taliban’ın meşruiyet kazanmasının ve hükümete dâhil olmasının akabinde, ABD ile Çin’in yeni oluşan Kabil rejimine nüfuz etme ve etkileme amacıyla karşı karşıya geldiği görülecektir.
[Polis Akademisi Güvenlik Bilimleri Enstitüsü’nde Dr. Öğretim Üyesi olarak görev yapan Selim Öztürk Selefilik, Vehhabilik, radikal terör örgütleri, Körfez siyaseti, Suudi Arabistan ve Taliban konuları üzerine çalışmaktadır]
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.