'Ben senin terine sarılmak istiyorum'

'Ben senin terine sarılmak istiyorum'
Türkiye'den çok uzak coğrafyalara giderek oradaki kimsesizlerin kimsesi olmaya çalışanların, Alemlerin Efendisi'ni çöllere getiren rüyası ve Cumhurbaşkanına...



Türkiye'den çok uzak coğrafyalara giderek oradaki kimsesizlerin kimsesi olmaya çalışanların, Alemlerin Efendisi'ni çöllere getiren rüyası ve Cumhurbaşkanına kucak açtıran büyüklüğü...

Yaz sıcakları henüz daha bastırmamıştı. Çamlıca'nın eteklerindeki camide ikindi namazı kılanlar birer ikişer dağılıyordu. Yiğit yüzlü bir genç bana doğru yaklaştı, selam verdi.

Onu hemen tanıdım.

Kongo'nun kınalı küheylanı İbrahim Tatar'dı.

Daha birkaç yıl önce Kongo'ya gittiği günler geldi hatırıma.

Uğurlayan biri anlatmıştı:

"Havaalanında İbrahim Bey kızlarını tek tek okşadı, öptü kokladı. Eşiyle vedalaştı. Valizini aldı, yürüdü. Hiç ardına bakmıyordu.

Geriye dönüp baksa, kızlarının, annelerinin kucağına kapanıp ağladığını görecekti. Geride olanları hissediyor ve onun için bakmıyor gibi bir hali vardı.

O an kulaklarımda bir sesin uğuldadığını hissettim. Hicaz'ın yanık çöllerinden gelen çaresiz bir kadın sesi;

"Ey İbrahim! Bizi bırakıp nereye gidiyorsun?"

Asrımızın bu modern muhaciri valizini almış gişelere doğru yürürken, bütün bir Asya'yı baştan başa dolaşan müthiş seyyah Kazanlı Abdürreşit İbrahim'in İstanbul'a uğradığı zaman Akif'e söylediği sözler düştü hatırıma:

"Sen bütün Asya'yı, Afrika'yı dolaşmalısın, buzlu steplerde,

kızgın çöllerde yaşayan Müslümanların ahvalini yakından görmelisin. Senin şiirlerin ilkbaharın feyzi gibi, donmuş ruhlara yeniden hayat verir."

'Akif, Afrika'yı, Asya'yı dolaşamadı ama Asım'ın Nesli Kara

Kıta yollarında... Bu büyük ruhlu insanlar, ilkbaharın feyzi gibi Afrika'nın kızgın çöllerinde kavrulmuş ölü ruhlara can olacak." diye düşündüm.

Ben bu duygular içinde iken o da gişelerden geçiyordu ki, birden en küçük kızı Nurefşan koştu ve babasının bacaklarına sarılarak; "baba gitmesen olmaz mı?' diye ağlamaya başladı.

Hepimiz donmuş kalmıştık. İbrahim Bey de kendisini bütün bütün bırakmış, dizleri titremeye başlamıştı.

Her zamanki gibi fedakârlık yine anneye düştü. Yavrusunu babasından koparıp, göğsüne bastı.

Kızının, "Baba, baba!"feryatları yeri göğü inletse de, Kara Kıta'nın çocukları onu çağırıyordu.

Kahramanların hayatlarında karar anları vardı. Çantasını aldı, başını önüne eğdi ve yürüdü. Ağlıyordu, ağladığı arkasından belli oluyordu. Bir daha geriye dönüp bakmadı."

***

İşte bu büyük ruhlu muhacir şimdi karşımdaydı. Yanında iki de siyah öğrencisi vardı.

Beni onlarla tanıştırdı. "Üniversiteyi Türkiye'de okuyacaklar." dedi.

"Biraz sonra bir gurup arkadaşımıza sohbete gideceğim, sohbetin konusu da sizsiniz, haydi gidelim de bari birinci ağızdan dinlesinler" dedim.

"Gelirdim ama bu öğrencilerime giyecek bir şeyler alacağım."

" İyi ya! Sohbete onları da götürürüz, sonrasında da birlikte bir şeyler alırız."

Kabul etti.

Birlikte gittik. Beni bekleyen kalabalığa; "size dünyanın dört bir yanında koşturan kınalı küheylanları anlatacaktım, onlardan birisini buldum ve getirdim. Şimdi o konuşsun biz dinleyelim, dedim. Yaptıklarını ve yaşadıklarını anlatmaktan sıkılan soylu insanlara has bir eda ile başladı konuşmaya;

"Beni Kongo'ya götüren uçağa bindiğimde yol boyunca kızımın; baba gitmesen olmaz mı? Feryatları beynimde uğuldadı durdu. Ama ben gitmeliyim, dedim. Siyah inciler beni çağırıyordu. Daha Kongo Havaalanında tuttular beni. Sorgu için özel bir bölüme aldılar. Herkes gitmiş bir ben kalmıştım. Ben bir beyazdım. İlerden geçen bir beyaza seslendim;

"Sen Türk müsün?"

"Evet" dedi.

Olacak bu ya elçilik görevlisiymiş, devreye girdi ve beni bıraktılar.Artık Afrika topraklarındaydım. Her bir şeyi daha derinden hissedebilmek için ciğerlerime çektim, Kara Kıta'nın havasını. Nasıl yoksul bir ülkede olduğumuzu her bir şey haykırıyordu.

Siyah insan, beyaz adamdan çok çekmiş. Beyaz adam, Kara Kıta'da on beş milyonu köleleştirebilmek için yüz milyona kıymış, dört yüz yıl boyunca köle pazarları siyah insanla dolmuş taşmış.

Köle pazarlarında elleri kolları bağlanarak kırbaçlanan kadınlar, dünya gözüyle bir daha göremeyeceklerini bildikleri yavrularının yerde sürüklenişine bakakalan analar, köleleri kovalayan köpekler, kaçak köleleri takip eden eli kamçılı, zincirli ve silahlı baş belası beyazlar, yıllar boyunca kaderi olmuş bu insanların. Kocalarının gözleri önünde hamile kadınları ağaçlara asarak bıçakla karınlarını yarmışlar, bebekleri çıkarıp postalları ile başlarını ezmişler. Sadece Kongo'da on milyon gencin kol ve bacaklarını çaprazlama kesmişler. Beyaz adam, 400 yıl boyunca milyonlarca siyah insanı esir gemileri ile ülkelerine taşımış, yüz yıllar boyunca köpek balıkları, kolay yaşamanın yolunu bu gemilerin peşine takılmakta bulmuş...

Okyanusların dibi; morarmış bedenler, kıpkızıl kanlar, hamile kadınlarla dolmuş, taşmış.

Hasılı Kara Kıta'da her siyahın evinde ve yüreğinde beyaz bir acıyı farkettim. Önceleri beni de o beyazlardan biri sandılar. Derme çatma toprak evlerden çıkan yoksul insanlar beni görünce; "beyazlara ölüm" diyorlardı.

Yürüdüğüm sokaklarda herkes bana nefretle bakıyordu.

Yaklaşan Kurban Bayramı'nın büyük bir fırsat olduğunu düşündüm.

Cömertliklerini yakından tanıdığım Veysel Beyhatun'la, rahmetli Sadık Pişan'ı aradım. Bana 63 tosun parası gönderdiler.

Kurbanlık bulmak için bazen Afrika'nın karanlık ormanlarına dalıyor, bazen kano denilen ilkel kayıklarla azgın nehirlerden geçiyordum.

Bazen hayvanı kayıkta zapt edemiyor, birlikte nehre yuvarlanıyorduk. Yüzerek kıyıya çıkıyor, yeniden hayvanı yakalamak için saatlerce koşturduğumuz oluyordu. Bir de Kongo'nun o meşhur sineklerinin ısırdıkları yerler balon gibi şişiyordu.

Bin bir zorlukla 63 tosunu toplamış, ahıra bağlamıştım.

Günlerce süren koşuşturmacadan yorulmuştum. Mütevazı evimdeki sedire uzandım.

Gurbette ilk bayramımdı.

Yalnızdım, kimsesizdim. Uğurlarken ağlamaktan gözleri şişen kızlarım, eşim memleketteydi. Sabah olduğunda gideceğim bir cami yoktu. Ne minarelere can veren ezan sesi, ne de kubbeleri dolduran tekbir sesi duyacaktım.

Öpeceğim eller, elimi öpecek dudaklar çok uzaklardaydı.

Yüreğim iyice yufkalaşmış, başımı koyduğum yastık gözlerimden düşen damlalarla ıslanmıştı. Siyah saçları gurbetin gözyaşlarıyla ıslanan ve saniye saniye gözümde her an büyüyen o ıslak geceyi bir yorgan gibi çektim üzerime.

Dalmışım.

Rüyamda, pırıl pırıl bir bayram sabahı... Uzaklardan gelen siyah insanların tekbir ve salavat sesleri çölü velveleye veriyordu. Bir de ne göreyim, o siyah insanların arasında yüzü bir dolunay gibi parlayan Güllerin Efendisi de var. En karanlık gecede ansızın doğuvermişti "Ay yüzlüm."

Umutsuzluktan kararmış yüzlere yansımıştı ay ışığı.

Koştum.

"Ya Rasulallah! Buraya da geldiniz demek" dedim.

Güllerin Efendisi (sav); İki eliyle başımdan tuttu, alnımdan öptü.

Yalnız değilsin, geldim işte, ben sizin gittiğiniz her yere gelirim, der gibi bir hali vardı.

"Haydi listeleri yapalım" dedi.

O kurban bayramı çok bereketli oldu. Kongo kapılarını açtı bize.

Geçen yıl Cumhurbaşkanımız Kongo'ya geldiler. Kendilerine; "Kongo'da şu kadar okulumuz, siyah inciler gibi şu kadar öğrencimiz var, şu kadar yetimhaneye bakıyoruz. Türkiye'den şefkati sınır tanımayan doktorlarımız gelerek şu kadar poliklinik hizmeti verdiler. Şu kadar insanın gözlerini ışığa kavuşturdular..." dedim.

Hava çok sıcaktı. Çöl sıcağı kasıp kavuruyordu. Terler ceketimden fışkırmıştı. Cumhurbaşkanımız anlatılanlardan çok memnun oldu.

Duygulandı.

"İbrahim Bey gel sana bir sarılayım" dedi. "Efendim sizi rahatsız etmeyeyim, gördüğünüz gibi çok terliyim" dedim.

"Olsun! Ben de zaten senin terine sarılmak istiyorum" dedi.

Harun Tokak- Yeni Şafak / Pazar

 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.