Dr.Muhammed Ersin Toy: Suriye’de Hristiyan Azınlıklar
Türkiye’nin yeni Suriye’nin yanında kararlı bir şekilde yer alması, bölgedeki güç dengelerini yeniden şekillendirirken Suriye’nin uluslararası sistemin dışına itilmesini engelleyen en kritik faktörlerden biri olacaktır. Türkiye’nin siyasi ve askeri koruma kalkanı, yalnızca Suriye’nin istikrarını sağlamakla kalmamakta, aynı zamanda bölgedeki diplomatik hamlelerin çok taraflı ve etkili bir şekilde ilerlemesine zemin hazırlamaktadır.
Suriye, insanlık tarihinin en eski medeniyetlerine ev sahipliği yapan, dinlerin ve kültürlerin buluşma noktası olan kadim bir coğrafyadır. Antik çağlardan günümüze kadar farklı inanç ve topluluklar bu topraklarda barış ve hoşgörü içinde yaşamış, Suriye’yi kültürel zenginliğin simgesi hâline getirmiştir. Şam’daki Emevi Camii, bu çok katmanlı tarihin en çarpıcı sembollerinden biridir. Bu ikonik yapı, MS 64 yılında Romalılar tarafından Jüpiter Tapınağı olarak inşa edilmiş, ardından İmparator I. Theodosius döneminde Aziz John Katedrali’ne dönüştürülmüştür. İslam fetihleriyle birlikte, Emevi Halifesi El-Velid bin Abdülmelik tarafından camiye çevrilmiş ve günümüzde İslam mimarisinin en görkemli eserlerinden biri hâline gelmiştir. Emevi Camii, yalnızca mimari ihtişamıyla değil, aynı zamanda dini ve kültürel çeşitliliği yansıtan tarihsel bir anıt olmasıyla da büyük önem taşır. Şam’daki Emevi Camii, dinler tarihi açısından İstanbul’daki Ayasofya kadar önemli bir yapıdır. Her iki yapı da farklı dinlerin izlerini taşıyan, kültürler ve inançlar arasında bir köprü görevi gören mimari şaheserlerdir.
Ancak bu zengin miras, 20. yüzyıldaki emperyalist müdahalelerle sarsılmış ve 21. yüzyılın başında patlak veren yıkıcı iç savaşla derin yaralar almıştır. Yüzyıllardır barış içinde bir arada yaşayan halklar arasındaki dayanışma, dış müdahaleler ve savaşın yarattığı güvensizlik ortamında giderek zayıflamıştır. Osmanlı döneminde sağlanan barış ve toplumsal denge, bu süreçte büyük ölçüde bozulmuş ve Suriye’nin toplumsal yapısında onarılması güç yaralar açılmıştır.
Suriyeli Hristiyanlar
Suriye’de Hristiyan toplumu, bu çalkantılı sürecin en ağır bedellerini ödeyen topluluklardan biri olmuştur. 2011 yılı öncesinde yaklaşık 1,5 milyon olan Hristiyan nüfusu, iç savaşın başlamasıyla 300 binin altına düşmüştür. Özellikle Halep, bu dramatik değişimin en net görüldüğü şehirlerden biridir. Bir zamanlar 220 bin Hristiyanın yaşadığı şehirde bugün yalnızca 20 bin kişi kalmıştır. Savaşın etkisiyle yaklaşık bir milyondan fazla Hristiyan, ülkedeki güvensizlik ve yıkım nedeniyle yurtlarını terk etmek zorunda kalmıştır.
Suriye’nin ticaret başkenti olan Halep, yüzyıllar boyunca çeşitli dini topluluklara ev sahipliği yapmıştır. Şehirde altı Katolik başpiskoposluk (Süryani Katolik, Melkit, Ermeni Katolik, Keldani, Marunî ve Latin), üç Ortodoks başpiskoposluk (Süryani Ortodoks, Ermeni Ortodoks ve Rum Ortodoks) ve iki Evanjelik kilise bulunmaktadır. Bu yapılar, Halep’in dinler arası zenginliğini ve farklı inançların bir arada yaşamını temsil ediyordu. Ancak savaş, bu tarihi mozaiği ciddi şekilde bozmuş ve şehirdeki Hristiyan toplulukların büyük kısmının ayrılmasına neden olmuştur.
1916’dan itibaren Sykes-Picot Anlaşması ile şekillenmeye başlayan Fransız etkisi, Suriye’deki istikrarsızlık sürecinin önemli bir parçası olmuştur. Fransızlar, manda yönetimleri sırasında Suriye’deki varlıklarını meşrulaştırmak için Hristiyan azınlıkların haklarını bir araç olarak kullanmıştır. Bu politikalar, Batı’nın sömürgeci planlarının bir yansıması olarak Hristiyan topluluklara yönelik ayrıcalıkların artırılmasını içeriyordu.
Fransız manda yönetimi sırasında Hristiyan azınlıklara tanınan bu ayrıcalıklar, yerel halk arasında Hristiyanların “Batı’nın uzantısı” olarak algılanmasına yol açmıştır. Bu durum, halklar arasındaki toplumsal bağların zayıflamasına ve derin güvensizliklerin oluşmasına neden olmuştur. Özellikle, Hristiyan topluluklara bürokrasi ve orduda üst düzey görevler verilmesi gibi ayrıcalıklar, Fransızların azınlıkları kendi siyasi amaçları doğrultusunda kullanma stratejisinin bir parçasıydı.
Bu yaklaşım, Hristiyan toplulukların Batı tarafından sömürgeci projelerin aracı olarak görülmesine yol açarken Müslüman çoğunluk ve diğer yerel gruplarla aralarındaki uyumu da ciddi şekilde bozmuştur. Fransız yönetiminin bu politikası, sadece Hristiyanlar ile Müslümanlar arasında değil, aynı zamanda toplumun genelinde güvensizliği derinleştirerek Suriye’nin çokkültürlü yapısını tehdit etmiştir.
Fransızların Suriye’den ayrılmasının ardından Baas rejimi, istikrarsızlığı devam ettiren benzer politikalar izlemiştir. Azınlık gruplarını yönetimde sembolik olarak görünür kılma stratejisiyle kendi iktidarını pekiştirmeyi hedeflemiştir. Ancak bu politikalar, Hristiyan toplulukların gerçek anlamda siyasi ve toplumsal güç kazanmalarını engellemiş, onları rejime bağımlı bir pozisyonda tutmuştur. Eğitim ve dini kurumlar üzerindeki yoğun kontrol, Hristiyanların özerkliklerini kısıtlamış ve toplulukları iç baskılara karşı savunmasız bırakmıştır.
Esed rejimi, Hristiyanların desteği algısını uluslararası arenada kendi lehine bir araç olarak kullanmıştır. “Hristiyan haklarını koruma” söylemiyle küresel destek arayarak baskıcı politikalarını örtbas etmeye çalışmıştır. Ancak bu manipülatif söylemler, Hristiyan azınlıklara uzun vadede zarar vermiştir. Rejim, toplulukları koruyormuş gibi görünse de onları toplumsal kabulden uzaklaştırmış ve kendi politikalarının yükünü taşımaya zorlamıştır.
1920’lerde Suriye nüfusunun yaklaşık %30’unu oluşturan Hristiyanların oranı, sistematik bir şekilde azalmıştır. Bu düşüş yalnızca demografik bir değişim değil, aynı zamanda emperyalist müdahalelerin ve iç politikaların toplumsal yapıyı bozmasının doğrudan bir sonucudur. 1963’te Baas Partisi’nin iktidara gelmesiyle Pan-Arabizm ideolojisi doğrultusunda dini ve etnik farklılıkların aşılması hedeflenmiştir. Ancak bu politika, azınlıkların daha fazla kontrol altına alınmasına yol açmış, sembolik temsil haklarıyla sınırlı bir varlık sürdüren Hristiyanların siyasi güç kazanmalarını engellemiştir.
Bu politikalar, Hristiyan topluluklar içinde derin bölünmelere yol açmıştır. Bir kesim rejimi desteklerken diğer kesim muhalefet göstermiş, bu durum hem topluluk içi dayanışmayı hem de diğer gruplarla olan bağları zayıflatmıştır. Rejimin sembolik görünürlüğe dayalı temsil politikası, azınlık gruplarını daha da marjinalize etmiş ve toplumsal dokuyu sarsmıştır.
Fransız manda yönetimi ve Baas rejiminin azınlık gruplarına yönelik politikaları, Suriye’nin dini ve etnik çeşitliliğini bir zenginlik kaynağı olmaktan çıkararak güç mücadelelerinin bir aracı hâline getirmiştir. Fransızlar, azınlık gruplarını ordu ve bürokrasiye yerleştirerek toplumsal ayrışmayı derinleştirmiştir. Sykes-Picot Anlaşması ise yalnızca bölgenin siyasi sınırlarını değil, toplumsal ilişkilerini de parçalamıştır.
Hristiyan topluluklar hem Fransız yönetimi hem de Baas rejimi tarafından manipüle edilmiş, bu durum sadece azınlık gruplarını değil, tüm Suriye toplumunu derinden etkilemiştir. Halklar arasında güvensizlik, ayrışma ve huzursuzluk, emperyalist müdahalelerin kalıcı etkilerinden bazıları olmuştur. Baas rejiminin ve emperyalist güçlerin azınlık topluluklarına yönelik politikaları, yalnızca Hristiyanların değil, Suriye’nin bütün toplumsal yapısının zarar görmesine yol açmıştır. Hristiyan azınlıkların nüfusu ve etkisi, tarihî oranlara kıyasla dramatik şekilde azalmış, bu durum bölgenin çokkültürlü yapısını tehdit etmiştir.
Suriye’nin geleceği, bu tarihsel yaraların onarılmasına ve toplumsal barışın yeniden inşasına bağlıdır. Dini ve etnik çeşitliliğin korunması, yalnızca Hristiyanların değil, tüm toplumun geçmişten geleceğe bir köprü kurmasına yardımcı olacak bir hedef olmalıdır. Bu süreç, Suriye’nin yeniden çokkültürlü bir zenginlik merkezi hâline gelmesinin temel taşı olacaktır.
Suriye: Medeniyetlerin Kavşağında Kadim Bir Coğrafya
Suriye, insanlık tarihinin en eski medeniyetlerine ev sahipliği yapmış ve stratejik konumu sayesinde farklı dinler ve kültürler arasında bir köprü işlevi görmüştür. Bu benzersiz coğrafya, Hristiyanlığın ilk merkezi olan Antakya gibi önemli yerleşim alanlarıyla erken Hristiyanlık tarihinin şekillenmesinde kritik bir rol üstlenmiştir. Antakya Kilisesi, Hristiyanlık misyonerliği açısından merkezî bir konuma sahip olmuş ve pagan dünyaya yönelik dini faaliyetlerin koordinasyonunu sağlamıştır.
Hristiyanlığı erken dönemde benimseyen Suriye halkı, Hz. İsa’nın dili olan Aramiceyi konuşan Aramilerden, Havran ovasındaki kabilelere ve Gassâniler ile Beni Tağlib gibi gruplara kadar geniş bir toplumsal çeşitliliği yansıtmaktadır. Gassâniler, Hristiyan kimliklerini günümüze kadar muhafaza etmişken Beni Tağlib topluluğu büyük ölçüde MS 10. ve 12. yüzyıllarda İslamiyet’e yönelmiştir. Bu durum, Suriye’nin dini ve kültürel yapısının tarih boyunca dinamik bir süreç içinde olduğunu göstermektedir.
Erken dönem Hristiyanlık tarihinde Suriye toprakları, yalnızca dini bir merkez değil, aynı zamanda entelektüel ve kültürel bir çekim noktası olmuştur. Şam, Antakya ve Maaloula gibi şehirler, Doğu Hristiyanlığının hem teolojik tartışmaların yürütüldüğü hem de dini ve kültürel mirasın şekillendiği önemli merkezler arasında yer almıştır. Bu bağlamda, Suriye’nin tarihi, sadece Hristiyanlık açısından değil, tüm dinler ve medeniyetler tarihi için özgün bir öneme sahiptir.
Suriye, Hristiyanlık tarihinin erken dönemlerinde köklü şehirleriyle bu inancın önemli bir dini güç hâline gelmesine katkı sağlamıştır. Tarihi kiliseler ve kutsal hac merkezleri, Hristiyanlığın yayılmasında kritik roller üstlenmiş; bu süreçte Suriye’deki Salihiye gibi şehirler, birinci yüzyılda yeni Hristiyan toplulukların özel evlerde toplandığı merkezlerden biri olmuştur. Bu evlerde vaftiz için özel odalar ayrılırken, haftalık ibadetler pazar günleri düzenlenmiştir.
Hristiyan dini ritüelleri içerisinde barındıran (Litürjik) dualar tapınaklarda gerçekleştirilmiş, bu ibadetler İncil’den pasajlar, vaazlar ve ilahilerle zenginleştirilmiştir. Toplantılar, Mesih’in Son Akşam Yemeği’ni anımsatan ortak ekmek ve içecek paylaşımıyla son bulmuştur. Ayrıca, Matta İncili, Didaki ve Didascalia gibi metinlerin bu topraklarda yazılması, Suriye’nin yalnızca bir dini merkez değil, aynı zamanda entelektüel bir odak noktası olduğunu göstermektedir.
Roma İmparatorluğu döneminde Hristiyanlar, inançlarını korumak için ağır zulümlere maruz kalmıştır. Ancak bu baskılar, İmparator Konstantin’in 313 yılında Hristiyanlığı resmi din olarak kabul etmesiyle sona ermiştir. Bu dönüm noktası, Hristiyanlığın Suriye’den Avrupa’ya yayılmasının önünü açmıştır.
Roma ve Pers İmparatorlukları arasındaki sürekli çatışmalar ise Suriye’yi Hristiyanlığın büyümesi için bir köprü ve aynı zamanda dini çatışmaların sahnesi hâline getirmiştir. Suriye, bu süreçte hem inançların yayılmasını kolaylaştıran bir merkez hem de dini ve kültürel çatışmaların şekillendiği stratejik bir bölge olarak tarih sahnesindeki yerini almıştır.
7. yüzyıldaki İslam fetihleriyle Suriye, Emevi Halifesi Muaviye’nin liderliğinde yeni bir döneme girmiştir. Bu dönemde, farklı inanç gruplarının bir arada yaşamasına olanak tanıyan barışçıl bir yönetim anlayışı benimsenmiştir. Muaviye’nin Hristiyan bir kadınla evlenmesi, İslam’ın hoşgörülü yaklaşımını simgeleyen önemli bir semboldür. Abbasiler döneminde İslam’a geçiş hızlanmış olsa da Hristiyan topluluklar, bilim ve tercüme faaliyetleriyle İslam medeniyetine katkı sağlamaya devam etmiştir. Özellikle Süryaniler, Yunan felsefesinin Arapça’ya çevrilmesinde önemli bir rol oynamış ve İslam dünyasının entelektüel birikimini zenginleştirmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu, gayrimüslim toplulukları “Millet Sistemi” aracılığıyla yöneterek dini özerklik sağlamış ve toplumsal uyumu korumuştur. Bu sistem, dini grupların kendi liderlerini seçmelerine, dini ve sosyal işlerini bağımsız olarak organize etmelerine olanak tanımıştır. Fatih Sultan Mehmet’in Ortodoks Kilisesi’nin yetkilerini genişletmesi, Osmanlı’nın farklı inanç gruplarına yönelik pragmatik ve hoşgörülü yaklaşımını yansıtır.
19. yüzyılda Tanzimat (1839) ve Islahat (1856) Fermanları, Osmanlı Devleti’nin gayrimüslim tebaasına yönelik önemli düzenlemeler getirmiştir. Bu fermanlarla gayrimüslimlerin eğitim ve kamu hizmetlerine erişimlerini artırmaya yönelik stratejik bir paradigma benimsenmiş, aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin birliği içerisinde farklı dini grupların koruyuculuğunu üstlenme anlayışı teşvik edilmiştir. Ancak bu politikalar, gayrimüslim topluluklar arasında Osmanlı yönetimine dair ayrımcılık algısını körüklemiş ve içsel parçalanma sürecine zemin hazırlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasının ardından Fransız manda yönetimi, Suriye’nin toplumsal yapısını kendi siyasi çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirmiştir. Fransızlar, Hristiyan ve Nusayri toplulukları ordu ve bürokraside güçlendirmiş, bu da Sünni Müslüman çoğunlukla azınlık grupları arasında gerilimi artırmıştır. Hristiyanlar, “Batı’nın emperyalist amaçlarının somut temsilcisi” olarak algılanmış, bu algı toplumsal bağların zayıflamasına neden olmuştur. Sykes-Picot Anlaşması, Orta Doğu’da sömürgeci müdahalelerin en belirgin örneklerinden biri olarak bölgenin dini ve etnik çeşitliliğini bir güç mücadelesinin parçası hâline getirmiştir.
1963’te Baas rejiminin iktidara gelmesiyle birlikte, Hristiyan topluluklar sembolik rollerle rejime bağımlı hâle getirilmiştir. 2011’de başlayan iç savaş, Hristiyan nüfusunu 1,5 milyondan 300 bine düşürmüş, bu azınlık grubunu ciddi bir demografik erozyonla karşı karşıya bırakmıştır. Esed rejimi, Hristiyan desteğini uluslararası alanda propaganda aracı olarak kullanmaya çalışmış ancak bu destek büyük ölçüde hayatta kalma kaygısından kaynaklanmıştır.
Hristiyanlar, savaşın tarafı olmaktan kaçınmış ve çoğunlukla barış arayışında kalmıştır. Ancak, rejimi desteklediklerine dair iddialar, Hristiyanların gerçek tercihlerini ve karşı karşıya kaldıkları koşulları tam anlamıyla yansıtmamaktadır. Amerika’nın Irak işgali, Lübnan’daki istikrarsızlık ve bölgedeki siyasi gerilimler, Suriyeli Hristiyanlar arasında geleceğe dair derin bir korku yaratmıştır. Savaş sonrası şartların daha da kötüleşeceği korkusu, Hristiyanların rejimin yanında görünmesine yol açmıştır.
Esed rejimi, Hristiyanları laiklik kaybı tehdidiyle baskı altına almış ve “Bizim rejimimiz giderse Suriye’de özgürce yaşayamazsınız” söylemiyle onları kontrol altında tutmuştur. Rejim, pozitif ayrımcılık uygulayarak Hristiyanları kendine bağımlı hale getirmiş, aynı zamanda bu ayrıcalıkları uluslararası kamuoyunda meşruiyet sağlama aracı olarak kullanmıştır.
Orta Doğu uzmanı Fabrice Balanche, rejimin dini azınlıkları siyasi sistemini inşa etmek için kullandığını vurgulamaktadır. Siyaset bilimci Ziad Majed ise Esad’ın, eğitimli ve kentsel orta sınıf Hristiyanlarla ittifak yaparken kırsal ve muhafazakâr Sünni işçi sınıfına karşı bir pozisyon aldığını ifade etmektedir. Bu strateji, Esed’in uluslararası kamuoyunda ve Batı’ya eğilimli Suriye burjuvazisi nezdinde ilerici bir lider olarak görünmesini sağlamayı hedeflemiştir.
Rejimin ayrımcı politikası günlük yaşamda da kendini göstermiştir. Eski Suriye Komünist Partisi üyesi Bassel Khoury, Hristiyan kimliğinin rejim nezdinde bir avantaj sağladığını belirtirken Najwa gibi bazı Hristiyanlar bu ayrıcalıklardan rahatsızlıklarını dile getirmiştir. Najwa, kontrol noktalarındaki daha az denetimi ve memurlar tarafından öncelikli işlem yapılmasını sorgulayarak, bu ayrıcalıkları hak etmediğini ifade etmiştir.
Majed, rejimin ayrımcı politikasını kasıtlı bir devlet stratejisi olarak değerlendirmiştir. Bu yaklaşım, Hristiyanları rejime daha bağımlı hâle getirirken, aynı zamanda diğer toplulukların tepkilerini manipüle ederek Esed yönetimini “azınlıkların kurtarıcısı” olarak göstermeyi amaçlamıştır. Rejim, Hristiyanları uluslararası kamuoyunda propaganda aracı olarak kullanmış, 2014 Paskalya Günü’nde Maaloula köyünde din adamlarıyla birlikte görüntülenmesi bu stratejinin belirgin bir örneğidir.
Esed rejiminin azınlık politikası, Hristiyanların özgür iradelerini bastırarak onları rejime bağımlı hâle getirmiş, aynı zamanda bu bağımlılığı iç ve dış politikada meşruiyet sağlamak için bir araç olarak kullanmıştır. Bu politika, azınlıkların toplumsal bağlarını zayıflatmış ve Esad rejiminin çıkarları doğrultusunda bir manipülasyon aracı hâline getirilmesine neden olmuştur.
Bu zorunlu duruş, uluslararası kamuoyunda Hristiyanların rejimin doğal müttefiki gibi algılanmasına neden olmuştur. Ancak bu algı, Hristiyanların çoğunlukla savaşın tarafı olmaktan kaçındığını ve barışa yönelik bir çözüm arayışında olduklarını göz ardı etmektedir. Esed rejimi, Hristiyan toplulukları sembolik destekçileri olarak sunarak iktidarını meşrulaştırmaya çalışmıştır.
Suriye: Dinlerin ve Kültürlerin Barış İçinde Buluştuğu Coğrafyadan Çatışmaların Gölgesine
Tarih boyunca, Suriye toprakları Hristiyanlar ve Müslümanlar arasında hoşgörü ve dayanışmaya dayalı güçlü bir ilişkinin yeşerdiği bir coğrafya olmuştur. Bayramların birlikte kutlanması, komşuluk ilişkileri ve ortak sosyal yaşam bu dayanışmanın en canlı sembolleriydi. Ancak emperyalist güçlerin 100 yıl önce bu topraklara ekmeye başladığı fitne tohumları ve sonrasında yaşanan iç savaş, bu tarihi bağları ciddi şekilde zayıflatarak toplumsal dokuyu derinden sarstı.
27 Kasım ile 8 Aralık arasındaki 12 gün içinde Esed rejiminin devrilmesi, bu böl-yönet politikalarının başarısızlığa uğrama ihtimalini doğurmuştur. Çünkü Suriye, 1000 yılı aşkın bir süre boyunca Müslümanlar ve Hristiyanların özgürce bir arada yaşamasına tanıklık etmiştir. İslam bayrağı, tüm dinlere eşitlik ve özgürlük sunarak bu coğrafyanın barışçıl yapısına katkıda bulunmuş, Osmanlı tecrübesi ise bu anlayışın somut bir örneği olarak tarihteki yerini almıştır.
Suriye’nin yeni dönemde kurulacak hükümetinin, Hristiyanlar ve diğer azınlıkları eşit haklara sahip, özgür bir Suriye’nin ayrılmaz birer parçası hâline getirmesi, emperyalist güçlerin bu topraklardaki manipülasyonlarını etkisiz hâle getirebilir. Bu tür bir yaklaşım, Suriye’yi gerçek anlamda bir vatan ve devlet yapacak güçlü bir birlik zemini oluşturabilir.
Suriye’nin dini ve kültürel mirası, tarih boyunca Hristiyan toplulukların oynadığı kritik rollerle şekillenmiştir. Ancak bu miras, savaşlar ve dış müdahalelerle büyük tehdit altına girmiştir. Suriye’nin geleceği, bu tarihi çeşitliliğin yeniden canlandırılmasına ve korunmasına bağlıdır. Hristiyan toplulukların barışçıl çözümlere yapacakları sürdürülebilir katkılar, yalnızca geçmişin yaralarını sarmakla kalmayacak, aynı zamanda daha kapsayıcı ve adil bir toplumun inşasına olanak sağlayacaktır.
Suriye’nin bir kez daha hoşgörü ve dayanışma merkezi hâline gelmesi, yalnızca kendi sınırları içinde değil, tüm bölge için barış ve istikrar adına önemli bir kazanım olacaktır. Tarihi köklerine uygun bir şekilde yeniden inşa edilen Suriye, farklılıkların bir arada uyum içinde yaşayabileceği bir model olarak dünyaya umut verebilir.
[Dr. Muhammed Ersin Toy, medya stratejistidir.]
KAYNAK: Türkiye Araştırmaları Vakfı
https://turkiyearastirmalari.org/2025/01/09/yayinlar/analiz/yeni-sam-yonetimi-dis-politika-ve-avrupa-birligi/
Kaynak:Adanapost
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.