Allah’ın rızası nasıl tahsil edilir?
Deklanşöre bastığım anda önümden neşeli bir çocuk hızlıca kayıverdi ve meydandaki dev fıskiyenin gürültüsüne karışan keyifli bir haykırışı ardında bıraktı. Üşüttüğü kadar ısıtmasını da bilen ışığı bol bir cumartesi gününde Eyüp’ün cıvıl cıvıl meydanı hem kenarda bir yere kurulup seyretmek hem de fotoğraf çekmek için çok münasip. Bir yanda cami tüm heybetiyle insanları tarassut ederken, diğer yanda dondurmacılar, simitçiler ve zerzevatçıların sesleri cemaati çağırıyor. Suyun yanından kıvrılıp asude bir kabristanın önünden geçiyor ve köşede Dil ve Edebiyat Derneği’ni görüyoruz. Sadettin Ökten hoca, “İslam Medeniyeti” serlevhalı bir konferans verecek.
Besmelesini çekti ve notlarına göz atıp başladı Sadettin Ökten. Başlığı zikrettikten sonra bir ütopyadan mı bahsettiğimizi, reel bir İslam medeniyetinin bugün için var olup olmadığını sordu Sadettin hoca ve takiben bir sonraki aşamaya geçti: İnsan denilen varlığın (birey), içgüdü, akıl ve duygu olarak üç düzlemde donanımı olduğunu ve bunların dış dünyaya bedenimiz üzerinden yansıdığını söyledi. Eylem yapmak ve harekette bulunmak mecburiyeti olan insanın yukarıda mezkûr üç donanımla yaşamaya başladığını fakat yaşamanın yeterli olmadığını anlatıp ekledi hoca: “Yeterli değil çünkü insanın birtakım evrensel soruları var; zamana ve mekâna bağlı olmayan sorular. Her insan nerden geldiğini ve nereye gittiğini sorar. İkinci bir soru, hayat dediğimiz doğumla ölüm arasındaki fasılada benim yerimin ve bu hayatın anlamının ne olduğu. Bu arada bireyin fonksiyonu, yeri, kıymeti/değersizliği ne? Mesela varoluşçu filozoflar bu hayatı tamamıyla absürd bulurlar. Kadim İslam düşünürleri ise çok büyük bir mana atfederler bu hayata.”
Orhan Gencebay’ın sorgulayan tavrı önemli
“Orhan Gencebay benim çok ciddiye aldığım bir adam” dedi Ökten ve onun, yaşadığımız kültürel travmanın bir ayracı ya da turnusol kâğıdı gibi olduğunu söyleyip mevzuyla alakalı olarak “Bilmem ki bu hayata ben niye geldim?” demesini bu bâbtan örnek verdi. Gencebay’ın dünü ve bugünü arasında da fark görmüyor hoca; dün hangi konumdaysa bugün de aynı çizgiyi sürdürdüğünü söylüyor.
İnsanın, irade sahibi bir varlık oluşu ve davranışlarında özgür olup olmadığı meselesinde karşımıza çıkan kader kelimesini, aynı zamanda kadim Yunan tragedyasının da doğduğu yer olarak işaretledi Sadettin Ökten ve devam etti: “Kaderden bir problem çıkıyor; bir de bilgimiz ne kadar sahih? Neyi ne kadar bilebiliyoruz ve bilgimizin sıhhati ne?” Bu sor/g/uların neticede bütün insanlarda olduğunu fakat bazısının bunları es geçip kaale almadığını, kaale alanlarda ise cevabını bulamamaları hâlinde travmatik durumlar oluşacağını ifade etti hoca.
İnsan denilen varlığın diğer canlılardan temel farklarından birinin seçme ve değiştirme yeteneği olduğunu, bir kedinin gününe göre ciğer yerine baklava yemeyi tercih edemeyeceğini fakat insanın bunu söyleyip yapabilme iradesinin onda varlığını örnek verdi ve diğer canlıların, seküler deyişle “doğanın kendilerine programladığı çerçevede”, dinî söylemle “Allah’ın irade ettiği model içre” yaşadıklarını söyledi Ökten. Bu seçme ve değiştirme kabiliyetini insanın toplumsal yaşama zorunluluğuyla beraber düşünme gerekliliğini vurguladı ve “insan, birey olarak tabiatta yalnız kovboy şeklinde yaşayamaz.” deyip ekledi: “Kim yaşar? Red Kit yaşar. İnsan yaşayamaz; toplu hâlde yaşamak zorunda insan. O zaman seçme ve değiştirme yeteneği toplumda kaos yaratıyor; yahut İslamî tabirle fitne.”
İnsanın evrensel sorularına akılla duygunun cevap verememesinden ve seçme/değiştirme yeteneğinin toplumsal hayatta kaos yaratmasından dolayı bir başka sisteme ihtiyaç olduğunu, bunun da “medeniyet tasavvuru” olarak isimlendirildiğini söyledi Sadettin hoca: “Bu medeniyet tasavvuru, iki olguyu karşılıyor. Yani insanın evrensel sorularına cevap veriyor ve toplumda seçme/değiştirme yeteneğini reddetmeksizin organize ediyor, yönlendiriyor, tanzim ediyor ve bir sinerji yaratıyor.” Bu sistemin insanda olması hâlinde içgüdülerini, aklî yeteneklerini ve duygu sistemini onun organize ettiğini, oradan da yepyeni bir oluşum meydana geldiğini “ki medeniyetlerin de bu şekilde ortaya çıktığını” söyledi hoca. Bu sinerjinin bizdeki karşılığı ise nizam, nizam-ı âlem.
Moderniteyi anlamak için Katolikliği bilmek gerek
Bir medeniyet sisteminin tasavvur olarak ortaya çıkabilmesi için evvela aklen anlaşılabilir ve bilinebilir olması, kendi içinde muğlak-kaotik olmaması gerektiğini ifade etti Sadettin Ökten. İkinci olarak, aklen bilinebilen bir sistemin içselleşmesinin şart olduğunu, yani sistemin zihinlerde analiz edilip kendi anlatımımızla ifade edilebilmesinin lüzumunu anlattı ve bunun bir gösterge olarak, bilginin bizde idrak safhasına geçmesi anlamına geldiğini ekledi. Üçüncüsü ise hayata yansıyabilmesi açısından sevilmesi ve inanılması. Böylece bireyin içindeki evrensel ukdeler kayboluyor ve toplumdaki seçme ve değiştirme yeteneği belli bir amaca yöneliyor, sinerji doğuyor, “diğer bir tabirle nizam-ı âlem teessüs ediyor.”
Bir medeniyet tasavvurunun toplumsal manada hayata geçmesi için Sadettin hocanın öngördüğü üç merhale var. Bunlardan ilki, tasavvurun temel değerleri üzerinde toplumsal bir mutabakatın gerekliliği. İslam’ın çok güzel olduğu fakat modern hayatın ihtiyaçlarına cevap vermediği gibi bir tezin dillendirilmesinin bu mutabakatın oluşmadığı anlamına geleceğini söyledi hoca. Böyle bir durumda ya İslam’ı ya da uyuşmazlık gösteren modern hayatı bir yere çekmek gerekiyor. İkinci olarak da mutabakatın belirgin bir iradeye yönlendirilmesi: “Herkes susayabilir. Garson, kime ne istediğini sorunca kimi meyve suyu kimi zemzem, bir başkası iki duble içki isteyebilir; hatta başkası da aşk-ı ilahîden bir cüra isteyebilir; bunların hepsi susuzluğa çaredir.” Üçüncü etapta ise bir erk, bunu hayata geçiriyor. Dördüncü kademede toplum, üretilen ürünle (âdet, yasa, eser, vasıta vs.) ülfet etmeye başlayınca ondan topluma geri dönüşler oluyor. Tasavvur, bu dört kademede (toplumsal mutabakat, toplumsal irade, bir iktidar ve deneyimler) hayata geçiyor.
Katolik medeniyetini ele alan Sadettin hoca, 11. asırda ortaya çıkan bu tasavvurun çıktığı coğrafyadan (İtalya) etrafına yayıldığını, kendi içinden akımlar (Kalvenizm, Protestanlık) doğurduğunu anlattı ve sonradan Amerika’ya geçen Katolikliğin, zaman ve mekân bağlamındaki bu farklılıkları bünyesinde yaşamasının ardından zenginleştiğini söyledi: “Bu açıdan bakılınca ortaya çıkan resme biz ‘medeniyet ailesi’ diyoruz.” Rönesans sonrasındaki rasyonel uygarlıkta bunun aktörleri ise Anglosaksonlar, Latinler ve Slavlar; uygarlık bunlar üzerinden gelişiyor.
Aile teşbihinden devamla “Aile arasında kız kaçırma her zaman vardır.” diyerek devam etti Ökten: “İkinci Dünya Harbi’nde Almanlar, Fransa’yı işgal edip Louvre’i yağmaladılar ve empresyonist resimleri Berlin’e götürdüler, yani kız kaçırdılar. Biri Cermen biri Latin. 'Bunlar Fransız’dır' demiyorlar çünkü aynı medeniyet kökünden beslendiklerini biliyorlar.” Aynı şekilde Fransız’ın da sözgelimi Bethooven’a düşman gözüyle bakmadığını ifade etti hoca.
Artist umreye gitsin ama bunu faş etmesin
Moderniteye dair araştırmalarını sürdürdüğü esnada Sadettin Ökten, sürecin anlaşılabilmesi için Katolikliğin ve Katoliklik tarihinin bilinmesinin zaruri olduğu tespitini yapmış. Bugün bizim memleketimizde yaşananların bir benzerinin Katoliklik’te yaşandığını ve modernitenin, içine yerleşebilmek için Katolikliğin içini boşalttığını örnek verdi: “Adam ‘hem rakımı içerim hem namazımı kılarım’ diyor. Eskiden külhanbeyine sorsan ‘abi haramdır eyvallah ama n’apalım, içiyoruz’ derdi. En son da bir artist hanımın umreye gittiğine şahit olduk. Sonra umreden gelmiş ve sahneye çıkmış. Gazeteciler fotoğrafını çekmişler, ‘boarding pass’ alana kadar modern kıyafetle gelmiş.” Hocanın itiraz noktası yapılan işe değil esasında. Umreye gidip gelebilir hatta gayrımeşru bir yerde de çalışmaya devam edebilir, “kaderdir” diyor hoca, “ama umreye gittiğini faş etmez” diye de ekliyor. Çünkü kişi, umreye gittiğini söylediği zaman bir başka imajın belirdiğini, sonra sahneye çıktığında ikinci bir imajın oluştuğunu ve bu iki imajın uyuşmasının mümkün olmadığını ifade etti. Bu şekilde değer hükümlerinin aşındırıldığını söyleyip ekledi: “Aynısı Katolik dünyasında da oldu.”
Yaşadığımız dünyada sadece biz müminlerin olmadığı bilgisinden hareketle, İslam’ın bireysel ve toplumsal problemlere verdiği cevapların, inanan insan için bir inanç meselesi olmakla beraber inanmayan için bilgi meselesi olduğunu ifade etti Sadettin hoca. Bu ayrımın çokça karıştırıldığını, sözgelimi varoluşla alakalı İslam’ın bezm-i elest tezine bir müminin iman ettiğini ve inançla tatmin olduğunu fakat bir Frenk için bunun tamamıyla bilgi meselesi olup üçgenin iç açılarını öğrenmenin ‘kâlûbelâ’ vakasını öğrenmekten farklı olmadığını anlattı. Bu ayrımı vurgulayarak altını kalın çizgilerle çizmenin gerekli olduğunu da ekledi.
Hayatın anlamı ve gayesi konusunda olduğu gibi nizam ve toplumsal ahlak mevzusunda da İslam’ın söyleyecek sözü var. Bu tutarlı kurallar bütününün en geniş kapsamlısı ahlak, dar kapsamlısı hukuk. Ahlakı hukuktan ayıran kriter ise her hareketimizde var oluşu fakat bir müeyyidesinin olmayışı. Hukukun maddî müeyyidesi var lakin ahlakın yok. İslam ahlakının kurallarının çıkışı da vahiy merkezli ve ahlak, eşyayı iyi-kötü olarak ayırıyor. Modern dünyada ise böyle bir insan tasavvuru yok; ‘humanity’nin insanı, bütün zaafları ve meziyetleriyle kabul edilirken İslam dünyasının insanı, ahlak kaidelerini uygulamalı olarak ortaya koyan (ve bu vesileyle uygulamanın imkânını gösteren) peygamberini numune-i imtisal olarak alıyor: “Bu zor bir hadise.” diyor hoca, ikincisi için.
Allah’ın rızası nasıl tahsil edilir?
İyi ve kötüyü yaparkenki davranış biçimine de edep deniyor. Hoca eski bir tanıdığından, Üsküdarlı Hafız Ali Efendi’den örnek verdi. O, su isteyeceği zaman “Hanım kızım, bir ma-i mülezzez inayet buyurur musunuz?” dermiş. Bunun yanında “Bir su versene be!” demenin de aynı suyu istemek olarak bir başka ihtimal olduğunu söyleyip küçüklüğünde İslam’ın şartları öğretilirken büyüklerinin ‘savm, salât, hac, zekât, kelime-i şehadet’in yanına bir de ‘edep’ eklediklerini anlattı hoca.
Kötülüğü men ederken de iyiliği yaparken de kullanılan kavram edep. İnsan esasen iyiliğe meyyal ve iyiliğin kaynağı kalp, gönül. Aynı insan, topraktan yaratıldığı için kötülüğe de kabiliyetli. İslam medeniyeti, kalbi de nefsi de insana lazım görüyor ve bunlardan biri güçlenirse diğerinin gücünün azalacağını söylüyor. İnsan, kalbiyle nefsi arasında denge kurarken kurallara uymanın sonucunda mükâfat veya mücazatla karşılaşmayı beklememeli: “Bu gerek şarttır ama yeter şart değildir. Yeter şart nedir? Allah’ın rızasının tahsili. Peki, Allah’ın rızası nasıl tahsil edilir? Bunu kimse bilmiyor; parayı vezneye yatırıyorsun da makbuzda yazıyor diye bir şey yok. İyiliği yapıyorsun ama rızayı tahsil ettin mi belli değil. Bu, İslam ahlakına müthiş bir dinamizm getirir ve hayırda yarış buradan başlar.” Rızanın tahsiline dair bir işaretin insana gösterildiğini, kalbin bu işaretin aynası olduğunu ifade ediyor hoca ve kalbe bakmanın, iyilik yapınca kalpte huzur duymanın bir işaret manasına geleceğini söylüyor. Hâlbuki Pagan Roma’da böyle değil; kilisede adağını kesen iyi insan kabul ediliyor.
Her medeniyet tasavvurunun bir hukuku var; Roma’nın, kadim Atina’nın, Cengiz’in, sosyalistlerin. Rasyonel hukukun tarif ettiği meşru ve gayrimeşruyu yasa belirliyor ama İslam hukukunda böyle değil. Hukukun kaynağı vahiydir ve verilen hüküm ta kıyamete kadar değişmeyecek. Bu durum inananlar için böyle; inanmayanlar içinse bunun bir bilgi konusu olduğunu yine vurguluyor hoca. İslam hukukunun müeyyideleri hem dünyevî hem uhrevî. Seküler hukukun cezası sadece dünyevî. İslam’da kurallara uymanın puan getirdiğini ve ahiret cetvelini doldurduğunu fakat buna mukabil seküler hukukta kurallara uymanın herhangi bir artısı olmadığını da söyleyen Sadettin hoca, İslam hukukunda kuralların geniş çerçeveli olarak getirildiğini, tüm zamanlarda uyum sağlayabilecek bir zeminde geliştirildiğini ifade etti. İçtihat kavramı da buradan doğuyor.
Osmanlı’da İstanbul ile direkt sadrazam ilgilenirdi
Hukuk meselesiyle ilintili olarak imar mevzusuna da değindi Ökten. Osmanlı’daki kadı sicillerini (ki Osmanlı’da İstanbul’un bütün ihtiyaçları direkt olarak İstanbul kadılığına ve sadrazamlığa bağlı olarak karşılanırmış çünkü Osmanlı, İstanbul’un lalettayin bir şehir olmayıp medeniyetin payitahtı olduğunun farkında) okuyan bir arkadaşının gözlemlerini aktardı. Davalardan birinde Rum Niko, komşusu Ahmet Efendi’den dert yakınıyor: “Diyor ki, ‘komşumuz Ahmet Efendi benim bahçeme bir pencere açtı. Biz gayrimüslimiz. Benim hanım kısa kollu ve kısa etek giyer. Ahmet Efendi pencerenin arasından bakar da bizim hanım farkında olmazsa bu ayıp değil mi?’ El cevap: O pencere hemen çakılsun, örüle, kapatıla!’ Şimdi adam geliyor senin evinin önüne, dikiyor koca binayı…”
Modernleşmenin sancılarını hissedip gören Roger Garaudy, Friedrich Nietzsche, Oswald Spengler, René Guénon’dan bahsedip okuma listemize eklememiz için tavsiye eden Sadettin hoca, aynı minvalde Edvard Munch’ın “Çığlık” tablosunu dahi zikretti. Bütün bunlardan hocanın Batı adına çıkardığı, müreffeh fakat mutsuz bir uygarlık kurulduğu. Ayrıca, talihsizce takip ettiğimiz bu sonu belli yolun da henüz yemeğini yediğimizi ve faturasını ödemediğimizi ama ödenecek faturanın neye benzediği hakkında fikir edinmemiz için Amerika’ya, İngiltere’ye bakılabileceğini söyledi.
Son olarak, Sadettin hocanın birtakım şekilci algılar ve söylemlere de itirazları var, bunları esasen çok yavan ve anlamsız buluyor o ve “İslamî dediğin zaman gerici, İslamic dersen ilerici olma”ya paralel olarak üniversitedeyken pipo içiyor olmasının (ki hâlâ içermiş) kendisini birçok seviyesiz konuşma ve bakıştan koruduğunu söylüyor. Pipo içtiği için insanlar onun “modern bir adam” ve Müslümanlığıyla modern oluşunu bağdaştıran bir karaktere sahip olduğunu düşünürlermiş: “Hâlbuki ben şeriatçıyım köküne kadar!” Bir medeniyeti bütün değerleriyle almanın yahut her şeyiyle reddetmiş olmanın mühim olduğunu ifade ediyor hoca.
Sadullah Yıldız, kulak kesildi
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.