ABD’nin 'kaçınılmaz kaderi': Çöküş ve dağılma

ABD’nin 'kaçınılmaz kaderi': Çöküş ve dağılma
SSCB’nin dağılmasıyla başlayan uluslararası sistemdeki çöküşün, yeni bir çöküşü de beraberinde getirdiği yeni yeni anlaşılıyor. Zira ABD iç siyasetinde/sisteminde endişeyi aşan bir durum var.

ABD’nin 'kaçınılmaz kaderi': Çöküş ve dağılma

SSCB’nin dağılmasıyla başlayan uluslararası sistemdeki çöküşün, yeni bir çöküşü de beraberinde getirdiği yeni yeni anlaşılıyor. Zira ABD iç siyasetinde/sisteminde endişeyi aşan bir durum var.

“Gelecekte ABD'nin dünyadaki yeri ne olacak?” sorusuna İmparatorluktan Sonra Amerikan Sisteminin Çöküşü başlıklı kitabın yazarı Emmanuel Todd özetle şu cevabı veriyor: “Amerikan İmparatorluğu olmayacak. Zira Amerika’nın yerinin pek de sağlam olmadığı anlaşılmaktadır”. Benzer şekilde, ABD yönetimine yakın, hatta birçok kimse tarafından “derin Amerika’nın ağzı” olarak nitelendirilen ve ABD dış politikasına yön veren bir dergi olarak kabul edilen Foreign Affairs’in Mart 2010 sayısında yayımlanan makale de epey dikkat çekiciydi. “Karışıklık ve Çöküş: Kaosun Eşiğindeki İmparatorluklar” başlıklı çalışmasında Niall Ferguson da ABD'nin sonunun yakın olduğuna ve hiç beklenmedik bir anda, hızlı bir şekilde çökebileceğine işaret ederek bunun nedenleri üzerinde duruyordu.

Todd ve Ferguson’ın çalışmalarının başlıkları bile aslında meseleyi büyük ölçüde özetliyor. Gerçekten de her iki çalışmanın başlığında ön plana çıkan “çöküş”, “karışıklık” ve “kaos” kelimeleri her geçen gün ABD ile özdeş hale geliyor ve “Her güçlü imparatorluk ne kadar güçlü olursa olsun bir gün mutlaka çöker” sözü, başta Beyaz Saray olmak üzere, ABD’nin güç merkezlerinin koridorlarında yüksek sesle yankılanıyor.

Peki, çok değil, bundan 18 yıl önce “ya bizimlesiniz ya da teröristlerle” diyerek dünyaya meydan okuyan, SSCB'nin yıkılışından sonra “dünyanın jandarması” edasıyla dolaşan, “Tarihin Sonu” teziyle tüm ideolojilerin sonunu ve hegemonyasını ilan ABD bu hale nasıl geldi? Daha somut ifadeyle, ABD rakipsiz güç olmanın doğurduğu güç zehirlenmesinden ve ekonomik krizden dolayı mı çöküş sürecinde? Yoksa burada, yeni güçlerin beklenmedik hızlı çıkışları, bunlar karşısındaki yalnızlığı, bunun yol açtığı kontrolsüz öfke politikaları ve gözden kaçan başka faktörler mi söz konusu? Ya da hepsi mi?

Trump'ın gelişi ve azil süreciyle zirve yapan gelişmeler, ABD açısından bazı şeylerin artık hiç de normal gitmediğini gösteriyor. Mevzunun Trump'ın şahsıyla ilgili olmadığı, ABD içindeki çöküş endişelerinin yol açtığı güç/sistem tartışmasının bir sonucu olduğu anlaşılıyor.

ABD’nin çöküş dörtlemesi: “Endişe-Panik-Hesaplaşma-Kaos”

Kuşkusuz bu sorular ilk defa sorulmuyor. Nitekim “Amerikan İmparatorluğu"nun çöküş sürecini Birinci Dünya Savaşı ile başlatıp 11 Eylül olaylarına (ve bu bağlamda ABD’nin Afganistan ve Irak işgallerine) kadar getiren çok sayıda makaleyi birçoğumuz okumuştur. Dolayısıyla Todd, Ferguson veya diğerleri tarafından sorulan sualler ve yapılan birtakım tespitlerin, uzunca bir süredir ABD içinde sistemi güçlü tutmaya, zafiyetlerden korumaya yönelik icra edilen “ön alıcı zihin eksersizlerinin” bir parçası olduğunu da biliyoruz.

Fakat gelinen aşamada, daha önceleri “ön alıcı zihin eksersizleri” kapsamında dile getirilen “olası/yersiz endişeler” artık birer çöküş nedeni, realitesi olarak ciddi kaygılara yol açıyor. Burada esas olan mevzu ise söz konusu “çöküş” söylemlerinin ABD’nin sisteminde her geçen gün yol açtığı “endişe-panik-iç hesaplaşma-kaos” ve bunun eş zamanlı olarak küresel ölçekte bulduğu karşılıktır. Görünen o ki kendisini böylesi bir yüzleşmeye karşı korumak ya da bu tür bir olasılığa karşı hazırlıklı olmak isteyen ABD “kaçınılmaz kader” ile karşı karşıya.

Nitekim SSCB’nin dağılmasıyla başlayan uluslararası sistemdeki çöküşün, beraberinde yeni bir çöküşü de getirdiği yeni yeni anlaşılıyor. Zira ABD iç siyasetinde/sisteminde endişeyi aşan bir durum var. Dünya ile hesaplaşan ABD, kaybetmeye başlamanın yol açtığı panik psikolojisi içinde, bir de kendisiyle hesaplaşma halinde. İmparatorluğu asıl hızlı çöküşe sürükleyecek olan da bu.

Açıkçası, Başkan Trump’ın gelişi ve azil süreciyle zirve yapan gelişmeler, ABD açısından bazı şeylerin artık hiç de normal gitmediğini gösteriyor. Mevzunun Trump’ın şahsıyla ilgili olmadığı, ABD içindeki çöküş endişelerinin yol açtığı güç/sistem tartışmasının bir sonucu olduğu anlaşılıyor. Nitekim Ferguson da bu duruma şu cümlesiyle dikkatleri çekiyordu: “Amerika’nın çöküşü hiç beklenmedik bir çöküş olabilir ki bu, siyasetçileri endişelendirmektedir”. Endişelenenler elbette sadece siyasiler değil; kurumlar da bunu derinden hissediyor ve bunların başında da Pentagon geliyor. Temmuz 2017’de yayımlanan raporda, ABD’nin küresel liderlik rolünü kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olduğuna dikkat çekiliyor ve özetle “imparatorluk çöküyor, bunun için bir an önce tedbir almak gerekiyor” deniliyor.

Söz konusu çalışmalara bakıldığında, ABD’nin liderliğini kaybetmeye başlamasının, daha da ötesi duraklama-çöküş sürecine eş zamanlı olarak girmesinin nedenleri olarak şu hususlar sıralanıyor: SSCB’nin dağılmasından sonra ABD’nin yeni bir sistemin inşa sürecini gerçekleştirememesi; ABD hegemonyasının sınırlarının sonuna gelinmesi; Amerikan tek yanlılığı ve güç zehirlenmesi; ABD'nin zayıflayan ekonomisi; ABD’yi güç yapan değerlerin ve yumuşak güç politikasının zarar görmesi; ABD'nin değişim ve adaptasyon kapasitesini kaybetmeye başlaması; mobilizasyon politikasından vazgeçme ve sınırları içine kapanma eğilimi; yeni dinamik güçlerin ortaya çıkışı, ABD gücüne meydan okumalar ve bu noktada ABD’nin kararsız tutumları/politikaları ve bunun mücadele enerjisine yansıyan olumsuz sonuçları; iç ve dış siyasetteki yanlış tercihleri ve bunu ikame etmekte yaşadığı sorunlar.

Elbette bu maddeler daha da çoğaltılabilir. Diğer taraftan, söz konusu maddelerin içinde dört ana başlığın özellikle öne çıktığını görüyoruz.

Güç zehirlenmesi ve ABD karşıtlığı

ABD’nin çöküş süreci aslında Soğuk Savaş’ın bitişiyle başladı desek çok da yanılmış olmayız. Zira SSCB’nin dağılmasıyla birlikte oluşan jeopolitik deprem, ABD’yi de temellerinden sarsmış görünüyor. Her şeyden önce ABD’nin bu yeni sürece tam olarak hazır olmadığı ve kendi gücüne fazla güvendiği anlaşılıyor. Nitekim Harvard Üniversitesi’nden Profesör Rosen’ın “Ezici bir askeri güce sahip olan ve bu gücü diğer devletlerin davranışlarını etkilemek için kullanan siyasal varlığa bal gibi ‘imparatorluk’ adı verilir” ve “Amacımız, bir düşmanı yenmek değil, zaten böyle bir düşman da yok. Hedefimiz, emperyal konumumuzu korumak ve emperyal düzeni sürdürmek” şeklindeki ifadeleri de bu ruh halini açık bir şekilde ortaya koyuyordu.

Bu kapsamda, tek kutuplu bir dünya özlemiyle yola çıkan ve bunu kısmen 1990-2000 aralığında uygulama fırsatı bulan ABD, 11 Eylül’le birlikte belki de tarihinin son senaryosunu gerçekleştirmeye çalışıyor. “Masa” ile “sahanın” farkı bir kez daha ortaya çıkmış durumda. Zira ABD’nin rakipsiz kalması, tüm dünyaya hegemonyasını kabul ettirebileceği bir “öteki” bulamaması ve bu kapsamda uygulamaya koyduğu “kontrollü kaos” projesinin meydana getirdiği bumerang etkisi, bugünkü çöküş, hatta beka tartışmasını gündeme taşımış durumda. Nitekim ABD, Soğuk Savaş’tan sonra ortaya çıkan orantısız tek kutuplu dünyanın Amerikan karşıtlığının soğuk gerçekliğiyle her geçen gün daha fazla karşılaşıyor.

11 Eylül’den sonra uygulamaya koyduğu “Önleyici Savaş Doktrini”, ABD’yi tüm ulus-devletler açısından bir tehdide dönüştürmüş durumda. Doktrininin meşruluğu hususunda sadece uluslararası arenada değil, kendi içinde bile inandırıcılık sorunu yaşıyor. Dolayısıyla ABD güçle ve bunun kullanımıyla ilgili bir meşruiyet sorunu yaşıyor ve krizleri yönetemiyor. Bu süreçteki tutarsız söylem ve eylemler ise ABD’yi daha anlaşılmaz ve güvenilmez kılıyor. Hatta onu dünya açısından bir güvenlik sorununa dönüştürüyor. Dünyanın polisliği/jandarmalığı rolüne soyunan ABD’nin “gardiyan” ve/veya “haydut” olarak nitelendirilmesinin altında da bu yatıyor.

Sahip olduğu gücü sorumsuzca kullanması, ABD hegemonyasına karşı, uluslararası sistemde çok kutuplu bir dünyayı savunan bir “ötekiler ittifakına” yol açmış bulunuyor. ABD alışık olmadığı farklı bir “direnç cephesi” ve “jeopolitik meydan okuma” ile karşı karşıya. Öyle ki ABD karşıtlığının tarihte bu derece zirve yaptığı ve birleştirici bir rol oynadığı bir ikinci dönem söz konusu değil. Daha da ötesi, ABD müttefiklerini de birer birer bu cepheye kaptırmakta. Dolayısıyla Neo-Concu tek taraflılık anlayışı, ABD açısından farklı bir tecrit/izolasyon ile neticelenmiş görünüyor. ABD ikili ilişkilerinde paylaşıma dayalı, işbirlikçi ortak hedefler ve anlayışlar ortaya koymadığı sürece de kaybetmeye mahkûm görünüyor.

Yeni dünya gerçeğini anlayamamak

21. yüzyılı kendi anlayışına göre inşa etme girişimi, ABD'nin başarısızlığının altında yatan önemli faktörlerden bir diğeri. Tarihsel kodlarına hızlı bir şekilde dönen çok sayıda yeni dinamik güç adayının bir tek gücün hâkimiyetini kabul etmeyeceğini öngörmüş olmasına rağmen, ABD bunları küçümsemenin ağırlaşan maliyetleriyle yüzleşiyor. Oysa sömürgeciliğe dayanan sistem çoktan çöktü ve başta ABD olmak üzere Batı dünyası yeni bir sömürge düzeni tesis edemiyor ve rekabette zorlanıyor. Nitekim Çin örneğinde görüldüğü üzere, eski sömürgeler ABD’yi pazar alanına çevirmek istiyor ve ona bir açık kapı politikası dayatıyor. Trump’ın himayecilik politikasına sarılmasının ve ticaret savaşlarını başlatmasının altında da bu husus yatıyor.

Dolayısıyla ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kurduğu sistem, kendisinden daha fazla diğerlerinin işine yaramaya başlamış durumda. Bu yüzden ABD’nin yeni duruma/gerçekliğe uygun bir sistem inşa etmesi gerekiyor. Şu an uluslararası örgütleri, uluslararası hukuku, mevcut değerleri hedef almasının altında da bu yatıyor. Bu husus da bir diğer önemli hatasını oluşturuyor ve ona sadece daha fazla kaybettiriyor.

ABD’nin ciddi bir bocalamaya, korku-endişe türbülansına girmesinin nedeni de bu. Nitekim gelinen aşamada ABD, küresel güçte yaşanan eksen kaymasını, hegemonyanın tekelinden çıkışını doğrudan doğruya “çöküş” ile eşdeğer tutuyor. Getirmeye çalıştığı çözüm ve bu maksatla kullandığı araç-yöntem-söylemler ise sorunu halen tam olarak anlayamadığını gösteriyor. Zaten Todd da yeni dünya gerçekleriyle ABD’nin tahayyül ettiği dünyanın çok farklı olduğunu yukarıda andığımız çalışmasında itiraf ediyor.

"İç düşman" anlayışının her geçen gün güç kazanması, ABD’yi sadece küresel liderlik/hegemonya bağlamında çöküşe değil, dağılma sürecine de sokabilir.

Değerlerinden uzaklaşma

“Yeni Amerikan İmparatorluğu: ABD ve Dünya Üzerindeki Etki ve Sonuçları” başlıklı çalışmasında Rodrigue Tremblay, Bush’la birlikte ABD’nin “emperyalist üstünlük” doktrinini benimsemek suretiyle, yarım asır boyunca arkasında durduğu ilkeleri reddettiğini ve ABD'nin bütün dünya ile arasının açılmasına neden olduğuna dikkatleri çekiyor. Tremblay’in bahsettiği husus, ABD’nin Bağımsızlık Bildirgesi’nden itibaren ortaya koyduğu, anayasasında altını çizdiği, Benjamin Franklin’in “yedi büyük erdemi” olarak ifade edilen zorbalıktan kaçınma, özgür basına destek verme, mizah anlayışı, alçakgönüllülük, dış politikada idealizm, hoşgörü ve uzlaşmacılık ilkeleri.

Bu evrensel ilkeler yerine, ABD kendisini mesihçi anlayışa fazlasıyla kaptırmış görüntüsü veriyor. Evanjelizm bunun zirve noktasını oluşturuyor. Sapkın “kaçınılmaz kader” ve “ilahi görev” anlayışları sadece ABD’yi değil, tüm dünyayı bir felakete sürüklemekte. Onlar da “Tanrıyı kıyamete zorlamak” derken herhalde bunu kastediyorlardı!

Tarihin garip bir cilvesi olsa gerek ki kendisini var eden ve onu küresel liderlik statüsüne taşıyan demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi değerler, bugün ABD’ye hatırlatılmakta ve kendisine karşı kullanılmakta. Dünyada kötülüğe, kötülere karşı savaş açtığını ilan eden ve bunu kuruluş felsefesinde ortaya koyan ABD, günümüzde tüm kötülüklerin anası olarak görülüyor. Tüm dünyada artan Amerikan karşıtlığını başka türlü izah edebilmek mümkün değil. Daha da ötesi, kötülerle/kötülüklerle mücadele, bugün ABD içi sistem/güç mücadelesinde kullanılan söylemlerden biri haline gelmiş vaziyette. “İç düşman” anlayışının her geçen gün güç kazanması, ABD’yi sadece küresel liderlik/hegemonya bağlamında çöküşe değil, dağılma sürecine de sokabilir.

Yanlış tercihler

ABD’nin en büyük yanlışları, kendisine aşırı güvenden kaynaklanan yanlış tercihleri, bunlardaki ısrarı ve dış politikada kendi ulusal çıkarları/öncelikleri yerine İsrail’i ön planda tutması olarak sıralanabilir. Bu yanlış tercihler, zincirleme olarak diğer yanlışları da peşinden getiriyor. “Büyük İsrail’i” hedefleyen “Büyük Ortadoğu Projesi” (BOP) kapsamında Orta Doğu haritasını değiştirmeye çalışması ve terör yapılanmalarıyla (PKK/PYD-YPG misali) işbirliğine gitmesi ve bunun sonucunda Türkiye gibi (yerini bir başka aktörle dolduramayacağı) önemli bir müttefikini kaybetme riski yaşaması gibi.

ABD’nin mevcut şartlar altında bu yanlış tercihlerinden kurtulması ise o kadar kolay görünmüyor. Zira sorun, konjonktürel birtakım gelişmelerden ziyade, ABD dış politikasına ilişkin yapısal meselelerden kaynaklanıyor. Bu ise kendi içinde bir güç mücadelesi anlamına geliyor. Son dönemde yaşanan krizler de bunun bir sonucu.

Kaçınılmaz son!

Ferguson tarih boyunca emperyalist politikalarla genişleyemeye çalışan imparatorlukların aslında kendi çöküşlerine zemin hazırladığına vurgu yapıyor. Nitekim Roma İmparatorluğu senatörlerinden Epiktetos’un “İmparatorluklar aynı zamanda zalimlikler yuvasıdır” sözünü bir kez daha teyit eden ABD, tarihinin en zor dönemlerinden geçiyor. Alman siyasetçinin de belirttiği üzere, süngü ile her şeyi yapabilmiş ama üzerine oturamamış bir ABD söz konusu.

Hegemonyanın çöküşü, artık dağılması anlamına da geliyor ve ABD bu iki endişeyi birlikte yaşıyor. Nitekim Trump da seçim sonrası yaptığı balkon konuşmasında, ekonomi üzerinden bu endişeye dikkatleri çekmişti.

Evet, Amerikan İmparatorluğu çöküyor; buradan bir kaçış yolu yok. Ne zaman çökeceğini söyleyebilmek zor, fakat uzatmaları oynadığı ortada. Burada sorulması gereken asıl soru ise bu çöküşün nasıl olacağı, tüm insanlık açısından ne tür maliyetlere yol açacağı ve elbette bundan Türkiye’nin nasıl etkileneceği. Zira gidişat, Türk-Amerikan ilişkilerinde bir “boşanmanın” hiç de kolay olmayacağını gösteriyor. ABD Türkiye’yi kaybettiği takdirde bu çöküş sürecinin daha da hızlanacağının farkında. Türkiye’nin üstündeki baskıları bir de bu açıdan okumak gerekiyor.

[Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi öğretim üyesi olan Prof. Dr. Mehmet Seyfettin Erol aynı zamanda Ankara Kriz ve Siyaset Araştırmaları Merkezi (ANKASAM) başkanıdır]

 

Kaynak:

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.