2018 seçimleri Türk seçkincilerinin sonu mu?
2018 seçimleri Türk seçkincilerinin sonu mu?
Türkiye, İslam dünyasının ilk gerçek demokratik cumhuriyeti olarak, daha çoğulcu, demokratik ve eşitlikçi bir siyasi geleceğe doğru yol alıyor.
İSTANBUL - Adam McConnel
Pocock şöyle diyordu: “Cumhuriyetin bir başlangıcı vardı ve elbet bir sonu olacak. Bu onun nasıl ortaya çıktığı ve zaman içinde varlığını nasıl koruduğu kadar, evrensel değerlere erişme yönündeki nihai amacını, ahir ömründeki istikrarsızlık ve koşullara bağlı düzensizlikle nasıl uzlaştırdığını anlamayı da elzem kılıyor.”[1]
Türkiye’de 2019 yılı sonunda yapılması planlanırken, 2018 Haziranına alınan seçimler, bazı sürprizleri de beraberinde getirdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, oyların yüzde 52,5’ini kazanarak tüm objektif kamuoyu yoklamalarının 2 aylık kampanya süreci boyunca gösterdiği oy oranını yakaladı. Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) ise anketlerin öngördüğünden biraz daha az oy aldı; fakat yine de yüzde 42,5’le en yakın rakibine 20 puan ve 10 milyon oy fark attı. Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) akıbeti belirsizdi. Onlar da seçim barajını aşmalarına yetecek yüzde 10’u aldı. Sonuçta Cumhuriyet Halk Partisi’nden (CHP) gelen oylar, HDP’nin parlamentoya girmesini sağladı.
AK Parti seçim ittifakı yaptığı Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ile birlikte reform yapmaya yetecek yasama çoğunluğuna ulaştı. Fakat hâlâ ilk hali 12 Eylül darbesinin ardından askerler tarafından yazdırılmış, o zamandan bu yana epeyce değişikliğe uğramış anayasanın topyekun değiştirilmesi olası görünmüyor. Önümüzdeki beş yılda parlamentonun asıl meselesi, muhalefetin gerçekten vizyona ve hedeflere sahip politika üreten örgütlere mi dönüşeceği, yoksa önceki yıllarda olduğu gibi tek işlevi yasama sürecini baltalamak olan siyasi reddiye mekanizmaları olarak kalmaya devam mı edeceği olacak.
Özetle, sonraki seçimlerin yapılacağı 2023’e kadar (gelecek yıl yerel seçimleri hesaba katmazsak) ülkede siyasi istikrar ve süreklik sağlandı, diyebiliriz. Bu Türk toplumundaki mevcut eğilimlerin gelişerek devam edeceği anlamına geliyor. Sosyal bilimcileri ve tarihçileri asıl ilgilendiren de bu. Siyasi yorumcular, bu doğrultuda seçim sonuçlarını analiz ederek, Türk kamuoyundaki eğilimleri anlamaya çalışıyor. Ancak bence bu seçimde asıl ilginç olan, seçim sonuçlarının, sosyoloji ve siyaset arasındaki ilişkinin ayrımında olan kimseler için aslında ne kadar önceden kestirilebilir olduğuydu.
Türk siyasetinin anahtarı: Sosyoloji
Son birkaç yıldır, Türk toplumundaki yeni gelişmeleri, ülkede yaşayamayanlara ve Türk toplumu, tarihi ve kültürü hakkında doğrudan bilgi sahibi olmayanlara anlaşılır kılacak şekilde açıklayabilmenin yollarını arıyorum. Bunu yapmanın en verimli yollarından biri karşılaştırmalara başvurmak. Her ne kadar farklı toplumlar ve dönemler arasında kıyaslama yapmak zor olsa da, bu tür kıyaslamalar doğru şekilde açıklanabilirse, aydınlatıcı olabilir.
Başlıca tökezletici engel, Türkiye’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasının hemen ardından demokratik hale geldiğine, Türk devletinin başlangıçtan bu yana Avrupa ve ABD’dekine benzer modern kurumlara sahip olduğuna ve Türk toplumunun kendi kaderi ve kurumları üzerinde söz sahibi olduğuna dair Türk olmayan gözlemcilerin ön kabulleri. Bu görüşlerin tümü yanlış. Gerçekte Türk demokrasisi, (her ne kadar açık, şeffaf ve serbest seçimler 1950’den bu yana yapılıyorsa da) Türk ordusunun ve ordunun diğer devlet kurumları içindeki destekçilerinin Türk toplumu üzerindeki denetimiyle sınırlı. Önce Osmanlı devletinin, ardından Türkiye Cumhuriyeti’nin kurumlarındaki bürokrasinin ve ordunun 19. yüzyıldan başlayan ve geçtiğimiz 10 yıla kadar süren siyaset üzerindeki hakimiyeti artık sona erdi.
Son 10 yıl, demokratik olarak seçilmiş bir hükümetle (Ak Parti) seçilmemiş sivil aktörler (FETÖ) arasında, devlet kurumlarının denetimi için mücadeleye sahne oldu. 15 Temmuz 2016 darbe girişimi, Türkiye’de devlet kurumları üzerindeki demokratik denetimin güçlenmesini sağladı. Türk güvenlik güçleri bu sayede, kendilerini ve sivilleri hedef alan, şiddete başvuran silahlı örgütlerle daha etkin mücadele etmeye başladı. Başkanlık sistemine geçişle, siyasi istikrarın ve kurumsal reform çabalarının sürmesiyle de bu eğilim devam edecektir.
Floransa ve Türkiye cumhuriyetlerini kıyaslamak
Peki, Türkiye’deki siyasi gelişmelerin özünü anlamak isteyen yabancı gözlemciler bu olaylara nasıl yaklaşmalı? Bir süredir, antik ve modern çağlar arasında en önemli cumhuriyetçi siyaset deneyimine sahne olan Rönesans dönemi Floransa Cumhuriyeti’nin belirli özelliklerinin, Türkiye’de süregelen siyasi süreci anlamak açısından faydalı olacağını düşünmeye başladım. Floransa birçok açıdan dikkat çekici bir tecrübe; ama özellikle kentin 250 yıllık “lonca cumhuriyetçiliği” geleneği, modern kitle demokrasilerini mümkün kılan sosyoekonomik gelişmelerin, yıllar önce mikro ölçekte deneyimlenmesine imkan sağladı. Bunları John M. Najemy’nin A History of Florence, 1200-1575 (Floransa’nın tarihi, 1200-1575) kitabından özetleyerek aktaralım:
Floransa’nın siyasi hayatı üç yönlü bir sosyo-politik mücadeleye dayanıyordu. En etkili toplum kesimi Floransa seçkinleriydi. Bunlar zaman zaman kendilerini “ottomati” (ileri gelenler) diye adlandıran, bankacılık, ticaret ve himayeyle statü kazanmış, aristokrat olmayan ailelerdi. İkinci grup “popolo” (halk) denilen lonca üyeleriydi. Çok çeşitli ekonomik faaliyetlerle meşgul olan bu grup, Floransa’yı Avrupa’nın en önemli Rönesans şehri haline getirdi. Loncalar da kendi aralarında büyük loncalar ve küçük loncalar olarak ayrılıyordu. Son grup ise şehir nüfusunun büyük bölümünü oluşturan, inşaattan tekstile kadar çeşitli alanlarda kol işçiliği yapan çalışan sınıftı.
Teoride tüm loncalar siyasi katılımda eşit şartlara sahipti; oysa gerçekte, siyasi makamlara ve karar verme süreçlerine ve bu sayede refah dağılımına hakim olan seçkin aileler ve büyük loncalardı. Bunlar yalnızca kendi aralarında rekabet ediyorlardı.
Burada önemli olan mesele, Floransa'nın cumhuriyetçi geleneklerinin, soyluluk unvanına sahip herhangi birinin siyasi bir makama getirilmesini yasaklamasıdır. Böylelikle siyasi tartışmalar, yalnızca soylu olmayan vatandaşlar arasında yapılırdı. Bu durum, kentte bir üyesinin siyasi makam elde etmesini isteyen aileler, diğerlerinden farklı her aileyi “soylu” ilan etme aşırılığına kaçtı. Soylu ilan edilen aile ise böylece siyasi makamdan, dolayısıyla şehrin siyasi yaşamına dahil olmaktan uzaklaştırıldı.
Floransa'nın siyasi tarihindeki dönüm noktası 1378 yılı oldu. O yıl küçük loncalar ve Floransa'nın çalışan sınıfları, -kısa bir süre başarıyla- Floransa siyasetinde hak iddiasında bulunarak seslerini duyurmaya teşebbüs etti. Floransa'da tüm loncaların siyasi eşitliği yeniden tesis edildi, siyasi ideoloji daha önce hiç olmadığı kadar ileri götürülerek Floransa'nın zanaatkarları ve çalışan sınıfları için cemiyetler kuruldu. Bu adım, Floransa'nın cumhuriyetçi siyasi gelenekleri ve değerlerinin daima önerdiği şeyi gerçeğe dönüştürdü. Bu, Floransa'da yaşayan herkesin siyasi temsil hakkına sahip olmasıydı. Ancak gerçekte Floransa toplumunun daha geniş kesimlerine bu hak hiçbir zaman tanınmadı. Floransa işçilerinden söz edilirken yün kumaş endüstrisinde işçilerin giydiği takunyalara atfen “ciompi" ifadesi kullanılırdı. Bu nedenle olaylar Ciompi Devrimi olarak anılır.
Ciompi'nin siyasi talepleri, siyasi kararlarda Floransa toplumundaki varlıklarına eşdeğer katılım isteğiyle tamamen demokratikleştiğinde, diğer loncalar sokak şiddetiyle onları bastırdı. Sonrasında büyük ve küçük esnaf koalisyonu, Floransa siyasetinde 1382 yılına kadar söz sahibi olmaya devam etti. Fakat demokrasi karşıtı bir teamül oluşturulmuştu. 1378'deki olaylardan sonra, büyük ve küçük esnaf arasındaki ittifak sadece üç yıl sürdü. Floransa'nın seçkin aileleri, sürekli olarak esnafa siyasi haklar tanınmasına karşı çıkıyor, rasyonel siyasi kararlar verilmesinde sadece aristokrasiye güveniyordu. Sonunda aristokrasi, küçük esnaf ve işçilerin seçkinlerin tahakkümüne üstün geleceğinden endişe eden büyük esnafın desteğiyle loncaları Floransa siyasetinden tasfiye etti. Dolayısıyla aristokrasi 1378'i dehşetle ve sınıf nefreti hissiyle andı.
Floransa seçkinlerinin, seçkin olmayanların Floransa siyasetine herhangi biçimde müdahil olmasına karşı nefreti adım adım ilerleyerek önce oligarşiye, 15. yüzyılın başında da Medicilerin Floransa'nın başlıca siyasi ve finansal gücü olarak ortaya çıkmasına neden oldu. Medici hakimiyeti Floransa'nın cumhuriyetçi geleneklerinin kaderini değiştirdi. Nihayetinde bir Medici 1530'larda Floransa Dükü, daha sonra 1560'larda Toskana Grandükü olunca, Floransa'nın cumhuriyetçi yönetim deneyimi son buldu.
Türk ottomatisi
Türkiye birçok farklı noktada Rönesans Floransası ile karşılaştırılabilecek sosyo-politik bir geçmişe sahip. En önemlisi, Osmanlı İmparatorluğu’nda miras yoluyla geçen soyluluk yoktu ve 18. yüzyılda ortaya çıkan güçlü taşralı aileler katiyen Avrupalı soylularla aynı statüye sahip değildi. Farzı misal, Mısır’ı yöneten Kavalalı Mehmet Ali Paşa gibi güçlü bir kimse, mevkiinin çocuklarına geçmesi için büyük çaba sarf etmek zorundaydı.
Bu sebeple, 19. yüzyılın ortalarında modern Osmanlı kurumları doğduğu sırada, yeni bir sosyo-politik seçkinler grubu da oluşmaya başladı. Bunun ilk örnekleri diplomatlar ve bürokratlardı. Daha sonra Osmanlı ordusunun subayları yavaş yavaş modern bir güce dönüştü. 1839-1876 yıllarında, Tanzimat dönemi sırasında, Osmanlı toplumu gittikçe daha eğitimli hale gelmeye başlarken, entelektüeller ve küçük bir okur grubu ortaya çıktı ve siyaset olgunlaşmamış bir kamusal alana kaydı. Tanzimat dönemi aynı zamanda devlet seçkinlerinin Osmanlı toplumuna -pozitivizm gibi çoğunlukla Avrupa'dan alınan kavramları- kendi görüşlerini empoze etmek ve siyasi kararlar almak amacıyla güç elde ettiği bir devirdi.
1876'da bu devlet seçkinlerinden bazıları, parlamento ve seçimlerle tamamlanan Osmanlı Anayasası'nın ilanını planladı. Fakat seçimler demokratik değildi ve parlamentonun gerçek anlamda siyasi bir gücü yoktu. Osmanlı İmparatorluğu 1920'lerde -çoğunlukla birkaç isim değişikliği ve parlamentonun Ankara'ya taşınması yoluyla- Türkiye Cumhuriyeti'ne dönüşene kadar durum böyle devam etti. Devlet seçkinlerinin uyguladığı kontrol değişmedi. Türk toplumuna empoze ettikleri görüşler neredeyse tamamen Avrupa kaynaklı kalmayı sürdürdü ve Türk kimliğiyle bir ulus devlet inşa etmeye adandı. En önemlisi, 1839'da Tanzimat'ın başından, Türkiye'deki seçimlerin en nihayetinde demokratikleştiği 1950'ye kadar, Osmanlı ve Türk toplumunu ilgilendiren siyasi kararların hiçbiri demokratik biçimde alınmadı. 1950'den sonra Türk halkı nihayet siyasi kararlarda sesini duyurdu; ama bu sefer de yeni bir sorun ortaya çıktı: Devlet kurumları hâlâ Türk seçkincilerinin elindeydi ve onlar devlet kaynaklarıyla elde ettikleri ayrıcalıklarından feragat etme niyetinde değillerdi. Sonuç, Türkiye'nin demokratik yollarla seçilmiş siyasetçilerine karşı, Türk seçkincilerinin askeri kolunun, siyaset üzerindeki kontrolünü kaybetmemek için harekete geçmesiyle başlayan ve son 60 yıldır tekrarlanan askeri müdahaleler oldu. Öte yandan Floransa Cumhuriyeti'nde yaşananların aksine, Türkiye'nin demokratik teamüllerinin oluşturulmasından sonra Türk vatandaşları, bu askeri müdahalelerin ardından, karar verme yetkisini seçilmiş siyasetçilere kararlılıkla iade etti.
Geriye dönüp bakıldığında, Türk vatandaşlarının kitlesel olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin politik söyleminde her daim var olan demokratik ideallerin farkında olduğu, ancak hiçbir zaman bunun keyfini sürmelerine izin verilmediği 1950-2007 arasındaki dönem, Ciompi Devrim’inin genişletilmiş Türk versiyonu olarak hatırlanabilir. 1950'ye kadar haklarından mahrum kalan ve 2007'ye dek devlet kurumları üzerinde demokratik iradesini ortaya koyamayan Türk toplumu zafer kazanmış görünüyor.
Seçilmemiş bir diğer grup olan FETÖ, 15 Temmuz 2016 tarihinde Türkiye'nin devlet kurumlarının kontrolünü şiddet yoluyla ele geçirmeye teşebbüs ettiğinde, Türk vatandaşları demokratik haklarının tekrar ellerinden alınmaması için sokaklara çıktı. Floransalı Ciompi'nin aksine Türkiye'deki kitleler muzaffer oldu. Peki ya Türk seçkincileri ne durumda? Onların siyasi temsilcisi sayılan CHP on yıllardır yüzde 25'lik oy bloğunu koruyor. Fakat cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçiş, bundan böyle siyasi kararlar üzerinde meclisin etkisine bel bağlayamayacakları ve şımarıklık yapamayacakları anlamına geliyor.
Türk halkına siyasi açıdan yakınlaşmak istiyorlarsa, artık seçmenin yüzde 50'sine hitap edebilecek adaylar ortaya çıkarmalılar. Bu aynı zamanda Türk toplumunun karşılaştığı sorunlara gerçekçi çözümler sunan siyasi bir hedef oluşturmaları gerektiği anlamına geliyor. Türk seçkincilerinin “aşağı tabaka” korkusu, Türk devlet kurumları üzerindeki daimi kontrollerini sürdürmeye olanak tanımadı. Tam tersine, kendilerini Türk toplumunun geri kalanından kopararak, Türk toplumunda meydana gelen değişimleri, özellikle de vatandaşlara etkili hizmet ve adalet sağlayan gerçek demokratik devlet kurumlarına olan artan talebi anlayamadılar.
Diğer bir deyişle, Türkiye Cumhuriyeti Floransa Cumhuriyeti’nden farklı bir yol izledi. Türkiye'de haklarından mahrum bırakılanlar demokratik haklarını talep ettiğinde, Türkiye'nin seçkinci siyasi aktörlerinin zaman zaman gösterdiği şiddetli direnişe rağmen, taleplerini sürdürmeyi başardılar. Seçkin bir ailenin tahakkümünde yavaş yavaş dejenere olmak yerine Türkiye, İslam dünyasının ilk gerçek demokratik cumhuriyeti olarak, daha çoğulcu, demokratik ve eşitlikçi bir siyasi geleceğe doğru yol alıyor.
[1] J.G.A. Pocock. The Machiavellian Moment: Florentine Political Thought and the Atlantic Republican Tradition, Chapter 1 (Makyavelyen Eşik: Floransa Siyasal Düşüncesi ve Atlantik Cumhuriyetçi Geleneği).
Tercüme: Gamze Türkoğlu Oğuz, Emre Aytekin, Zehra Ulucak
[1999 yılından bu yana İstanbul'da yaşayan Adam McConnel tarih alanındaki yüksek lisans ve doktora derecelerini de almış olduğu Sabancı Üniversitesi'nde Türk tarihi dersleri vermektedir]
* “Görüş” başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansı’nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.