Yüksel Kanar: Diriliş Düşüncesinde Batı Eleştirisi
Diriliş Düşüncesinde Batı Eleştirisi
Eleştiri kelimesi felsefede, gerçeğin ortaya çıkarılmasına, ya da bir şeyin gerçeğe uygunluğunun belirlenmesine yönelik ayrıntılı inceleme anlamında kullanılır. Günlük dilde kullanılan, sırf muhatabı küçük düşürücü saldırıların bu anlamda bir eleştiri değeri yoktur.
Sezai Karakoç, gerçek eleştirinin bir değer ortaya koymak için sarfedilen dikkat olduğunu belirtir. Bu, insanın kendine gösterdiği dikkatin sağlıklı ve verimli olmasıdır aynı zamanda. Çünkü eleştiri, her şeyden önce eleştiriyi yapanın kendisine fayda sağlamalıdır. Eleştiriyi sadece eleştiri için yapmak ve giderek yergi düzeyine düşürmekse, kısır bir ruhun belirtisidir.
Şu halde gerçek eleştiri, ortaya bir değer koymalıdır. Bir değer ifadesine ulaşmayan eleştiri, anlamsız bir söz kalabalığından ibaret kalır. “Dizginsiz, başıboş, değer ortaya koyuşla sınırlandırılmayan eleştiriler, eninde sonunda kaos ve anarşiye çıkarlar.” Bu bakımdan Diriliş düşüncesinde eleştiri, aynı zamanda düşünce biçimlerinden biridir. Yine eleştiri, “uçurumlara yuvarlanmamak, dıştan gelecek tehlikeleri önlemek için, çevreyi görme ve değerlendirmeye yarayan araçları bulma bakımından gereklidir.”
Diriliş Düşüncesinde önemli bir yer tutan Batı (Avrupa) eleştirisini, Sezai Karakoç’un ifade ettiği bu anlayış çerçevesinde düşünmelidir. Onun Hakikat Medeniyeti veya Vahiy Medeniyeti gibi kavramlarla ifade ettiği İslâm Medeniyetinin karşısında, Tehlike Medeniyeti olarak nitelediği Batı Medeniyeti yer alır. Aslında İslâmiyet’in ortaya çıkışından itibaren Batı’nın temsil ettiği Tehlike Medeniyeti, Hakikat Medeniyetine karşı gizli ve açık şekilde sürekli savaş halinde olmuş; dolayısıyla bu iki medeniyet birbirleriyle devamlı bir mücadele içinde bulunmuşlardır.
Batı dünyası önce, kendine has bir Hıristiyanlık anlayışı oluşturarak uzun bir süre Ortaçağ olarak adlandırılan ışık sızdırmaz bir karanlık dönem yaşadı. İslâm’la karşılaşması kendisinin bu karanlık döneminde oldu ve onun karşısında hep geri çekilmek zorunda kaldı. Bu dönemde tamamen akıldan uzakta, kör inançların etkisi altındaydı.
Bunun ardından, daha sonra ondokuzuncu yüzyılda kendi tarihini geriye doğru yeniden yazdığında, Rönesans ve aydınlanma dönemleriyle gösterdiği akıl çağına girdi. Daha önce her şeyi arkasından seyrettiği bulandırılmış metafizik penceresi, bu kez yerini kaba pozitivizme bıraktı. Özellikle onsekizinci yüzyıldan sonra yaptığı maddi ve teknolojik atılımlar sayesinde elde ettiği güç, ona büyük avantajlar sağladı. Ondokuzuncu yüzyıla gelindiğinde ise, daha önce Haçlılar çağında deneyip de elde edemediği İslâm dünyasını ele geçirme ve oraya yerleşme çabalarını, bu kez sömürgecilik yoluyla gerçekleştirmeyi denedi. Bunda başarılı da oldu. Beşte dördünü fiili sömürge altına aldığı dünyanın büyük kısmı Müslümanlardan oluşuyordu. Artık en büyük rakip olarak gördüğü İslâm dünyasını yıkarak ondan kurtulmak için pozitif bilimler adı verilen tabiatla, maddeyle, fizik âlemle yakından ilgili bilimleri destekleyecek büyük maddi güce de ulaşmış oluyordu. Çünkü bu sömürgelerin yeraltı ve yerüstü zenginlikleri Avrupa’nın sömürgeci ülkelerine akıyordu. Karakoç, bu zenginliğin sonucunda oluşan teknolojik devrimin Batı’yı gerçekten istediği üstünlüğe kavuşturduğunu, bunun sonucu olarak da İslâm dünyasının, Batının tutsağı durumuna düştüğünü söylüyor. Nitekim İslâm ülkelerine karşı bu maddi güç üstünlüğü, Birinci Dünya Savaşında tam olarak gerçekleşmiş, Batı, “son hücumunu yapmış ve İslâm âlemini yere sermiştir.”
Günümüzde de bu iki dünya arasındaki savaş sürüp gitmektedir. Ne yazık ki bugün, Batı’nın siyasî ve ekonomik gücü, kültürel alanları da içine alarak oldukça genişledi. Geçmişin fiili sömürgeciliği artık günümüzde emperyalizme dönüşerek kültür ve zihin dünyalarımızı de istilâ etti. Dolayısıyla bugün, dünün fiili sömürgeciliğinden daha ağır bir durumu yaşıyor dünya. Sömürgenin metropolün nüfuz ettiği ve denetlediği yer olmasına karşılık, emperyalizm iktidarın kaynağı ve dışa aktığı yerdir. Bu yüzden Batı merkezli yeni emperyal düzen, fiili olarak doğrudan egemenlik kurmaya dayanmıyor; ama ekonomik bakımdan güçlü ülkelerin diğer ülkeler üzerinde ekonomik, kültürel ve politik yönden nüfuz kurmalarına izin veriyor. Kısacası sömürgeciliğin doğrudan koloniler olmaksızın işleyemez olmasına karşılık, emperyalizm her halükârda kendisine sömürü alanı bulabiliyor.
Bugün dünyada, eski sömürge ülkelerin hemen hepsi işte bu fiili sömürgecilikten daha beter olan emperyalist baskı ve sömürü altında bulunuyor. Ülkeler öylesine güçlü bir baskı altında tutuluyorlar ki, başlarındaki felâketin asıl nedeni olan Avrupa’ya gönüllü tutsaklık yapmaktan kendilerini kurtaramıyorlar. Sezai Karakoç’un eleştirdiği Batı, işte artık neo-kolonyal döneme geçmiş olan Batı’dır. Bu emperyal sömürgecilikte her şeyden önce zihinlerin tutsak edilmesi söz konusudur. Daha doğrusu entelektüel emperyalizm aracılığıyla insanların düşünce dünyaları egemenlik altına alınmıştır. Zihinlere yerleştirilmiş olan bu tutsaklık tohumları, maruz kalanlar tarafından farkına varılmayan maddi ve fiili tutsaklığı da beraberinde getiriyor.
Karakoç, bütün yazı ve şiirlerinde, içinde bulunduğumuz bu maddi ve zihinsel tutsaklığa karşı insanımızı uyarma davasını gütmüş, Batı’nın her şeyden önce zihin dünyamızda meydana getirdiği tahribatı onarmaya çalışmıştır. Şüphesiz her şeyden önce bu tahribatın kaynağını ortaya koymak, İslâm ülkelerinin kendilerine gelmelerini sağlamak gerekiyordu.
Ne var ki bu kolay bir iş değildir. Müslümanların bağımsız bir zihin yapısına kavuşmalarının ve kendi kendilerine dönmelerinin önünde büyük engeller oluşturulmuştur. Ülkemizin ve topyekün İslâm dünyasının önündeki bu engellerden kurtulmaması için Batılı devletler var güçleriyle çalışıyorlar. Bu mücadelede Müslümanların, karakterleri ve ahlâkları gereği açık savaşı tercih etmelerine karşılık, Batılılar açık savaş yanında, üstü örtük savaşı da kullanıyor, yani amaca ulaşmakta her aracı meşru ve mubah görüyorlar. Dolayısıyla, “Müslümanların ne yapıp yapıp Batının bu hileci karakterini keşfetmeleri ve bu yapıda olduklarını hiç unutmamaları gerekiyor. Dolaylı yoldan gelecek hücumlara karşı hazırlıksız olmamak lâzım.”
Sezai Karakoç bu zorlu savaştan yüzakıyla çıkmak için bize Batı’nın görünüşteki parlaklığının arkasında yatan asıl çürümüşlüğünün kodlarını verir. Ancak insanları buna inandırmak oldukça zordur. Aslında Batı dışı ülkelerde yaygın olan Batının model olarak alınması suretiyle yaşamlarının düze çıkacağına dair inancın temelinde, şimdi buna inandırılan ülkelerden elde edilen yeraltı ve yerüstü kaynaklarının sağladığı maddi güçten başka bir şey yoktur. Gerçekten, elde ettiği bu maddi güç sonrasında kazandığı teknolojik gelişme ona, bütün dünyanın kendisinden ürktüğü bir güç avantajı sağlamıştır. Oysa maddi güç ve teknolojik üstünlük gerçek üstünlük değildir. Her şeyden önce bu yanlış düşünce ve inançtan kurtulmak gerekir. Çünkü bunların oluşturduğu kir ve bataklık temizlenip ruhlar özgürlük kazanmadan doğru bir karara ulaşılamaz. Karakoç Leyla İle Mecnun adlı manzum mesnevisinin üçüncü bölümünün, Parantez adı verdiği üçüncü kısmında, bu şartlar altında bir eserin yazılmasındaki zorluğa ve eserin görevinin ne olması gerektiğine işaret ediyor:
Bizse sesleniyoruz Cehennemden
Bataklık ve her türlü kir içinden
İnkâr umursamazlık körlük
Her türlü putlaştırma ve maddeye taparlık
İlkin bu kötülük ağını yırtmak gerek
Köleliklerin çelik zincirini parçalamak
Ruhları çekip götürmek yeni bir dünyaya
Eritip arıtmak bir yüksek fırın potasında
Her türlü cüruftan pastan arınmalı maden
Arınış, büyük arınış gelmeli ateşten
Ruh arına arına özgür olmalı
Tanrı’ya yaklaşma halini bulmalı
(Gün Doğmadan, s. 574-575)
Batı’ya aldanmak, cehennem içinde, bataklık ve her türden kir içinde yaşamaktır. Onun yalanlarına kanmak onu putlaştırmak ve maddeye tapmak demektir. İnsanımızın içine düşürüldüğü bu kötülük ağını yırtmak, onları bu kölelik zincirinden kurtarmak gerekir. Bizce, Üstad Sezai Karakoç’un Batı eleştirisinin nedenini, Batı üstünlüğünün sağlandığı zamandan beri onun baskısı altında ezilmiş ruhları özgürlüğüne kavuşturmak için yapılan bu büyük çabada aramak gerekir.
Adeta bir benlik yitimiyle karşı karşıya olduğumuz bir dönemde Sezai Karakoç, yaptığı eleştiriyle hem içinde bulunduğumuz zor şartların nedenlerini, hem de onlardan çıkış yollarını bize göstermektedir. Onun başta İnsanlığın Dirilişi olmak üzere bütün eserlerinde serpili olan bu konudaki düşünceleri, bir yergi değil, ortaya değer koyucu eleştirilerdir. Bu arada Karakoç, Hakikat Medeniyeti bağlılarının bir gün mutlaka üstün geleceklerine ilişkin umutlarını da her fırsatta yeniler: “İslâm medeniyet ve milleti, tüm benliğini henüz yitirmiş sayılmaz. Derinlere kaçmış ruhanî, manevî ve rahmanî benliği, bir sonda ile su yüzüne çıkartmak, talihi tersine çevirecek ve Batı’nın ilk zafer raunduna bir rövanş cevabı olacaktır.”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.