Yüksel Kanar: Akif’in Medeniyet ve Çağdaşlık Algısı

Yüksel Kanar: Akif’in Medeniyet ve Çağdaşlık Algısı
Kanar: "Mehmet Akif’in, maddî güç dışında Avrupa’nın üstünlüğünü ifade eden her türlü kavrama karşı olumsuz bir tavır takındığında kuşku yoktur. Avrupa’nın kendi üstünlüğünü başkalarına kabul ettirmek için kullandığı kavramlar zaman içinde değişmiştir.."

Akif’in Medeniyet ve Çağdaşlık Algısı

Mehmet Akif’in, maddî güç dışında Avrupa’nın üstünlüğünü ifade eden her türlü kavrama karşı olumsuz bir tavır takındığında kuşku yoktur. Avrupa’nın kendi üstünlüğünü başkalarına kabul ettirmek için kullandığı kavramlar zaman içinde değişmiştir. Örneği Avrupa kaynaklı fiilî sömürgeler çağında, Avrupa’nın sömürgeleştirdiği topraklarda kendisini “medeniyet taşıyıcısı” olarak gösterdiğini biliyoruz. Bu yüzden “medeniyet” veya “uygarlık” denince Avrupa’nın anlaşılması, daha sonra yerini “modernizm”e bıraktı. Avrupa (Batı) üstünlüğünü ifade etmek üzere üretilen bu türden kavramlara karşı Mehmet Akif’in olumsuz tavrı kimseye şaşırtıcı gelmemeli; bunun basit duygusal nedenlere dayalı olduğu da sanılmamalıdır.

Çünkü kısaca açıklayacağımız üzere bu Avrupamerkezci tavır, gerçeklere değil kurgusal, icad edilmiş bir üstünlük iddiasına dayanmakta, bunun da ötesinde gerçek anlamda Batı’nın uygarlık dışı davranışlarının (vahşetlerinin) üzerini kapatmak niyetini yansıtmaktadır. Avrupa’nın on altıncı yüzyıldan beri denizaşırı bölgelerde yayılması ve acımasız bir sömürgeci politika izlemesi, doğal olarak sömürüye maruz kalanların nefretini üzerine çekmiştir. Özel biçimde yeryüzünü miras edinme haklarının olduğunu düşünen Avrupa, dünyanın geri kalanının da bu amaç doğrultusunda kendisine boyun eğmek ve hizmet etmekle yükümlü olduğuna inanıyordu. Bununla da yetinmeyen “Avrupa emperyalizmi, genel olarak, sadece bir etnik grubun bir diğeri üzerinde zaferi değil bir siyasal sistemin, inancın ve (son derece önemli) bir dünya vizyonunun tüm diğerleri üzerindeki zaferi olarak tasavvur edildi. Avrupalılar, bu dönemde yerkürenin neredeyse her tarafında belirli bir ölçüde siyasal üstünlük kurmayı başardı. 1800’de Avrupa emperyal güçleri, gezegen yüzeyinin takriben yüzde 35’ini işgal etmiş, ya da denetimi altına almıştı; 1878’e gelindiğinde bu durum yüzde 67’ye ulaşmış, 1914’te ise yüzde 84’ü aşmıştı”[1]. Elbette işgal, “Batılı adamın etkisi” olarak her alanda büyük yıkımlar ve acılara neden oluyordu. Ancak, Paul Kennedy’nin de vurguladığı gibi, işin diğer ve “… daha korkunç olan yanı, bu dönemin çoğu sömürge savaşlarında akıtılan kanlar, yapılan soygunculuk ve yağmacılıktı”[2]. İşte Akif’in içinde yaşadığı dönem, Avrupa emperyalizminin hızını iyice artırdığı ve dünyanın yüzde 84’ünün sömürgeleştirildiği bir dönemdi. Avrupa artık, bağımsız son kara kırıntılarını da eline geçirmek için nihai hamlesini yapıyordu. Bu hamlenin karşılığı, maruz kalan mazlum ülkelerin daha fazla kanının akması, daha fazla soyguna ve yağmaya uğramasıydı. Sömürgeler Çağı adını verebileceğimiz bu dönem, aslında on ikinci yüzyılda başlayarak Osmanlı Devleti’nin güçlü dönemlerinde sesi kısılan Haçlı Seferleri’nin yeniden dirilmesi, bir bakıma İkinci Haçlılar Çağı niteliğindeydi. Akif’in:

Ezanlar sustu… Çanlar inletip durmakta âfâkı.

Yazık: Şark’ın semâsından Hilâl’in geçti işrâkı!

Zaman artık Salîb’in devr-i istilâsı, ilhâkı.

(Hakkın Sesleri, 1. Şiir, s. 166.)

diyerek Haç’ın istilâ ve ilhâk devri olarak belirlediği Avrupa’nın gezegen üzerindeki tahakküm tarihini gösteren bu zaman dilimi, sadece üstün bir teknolojinin baskılarını değil, aynı zamanda acımasız bir dünya görüşünün değerler dünyasında oluşturduğu hegemonyanın etkilerini de taşıyordu. Yani iki yönlü bir vahşet bütün dünyayı kasıp kavuruyordu. Akif bu baskının maddî tahakküm tarafını “haçın istilâsı ve toprak ilhakı”, değerler dünyası tarafını ise “ezanların susması ve ufukları çan seslerinin kaplaması” olarak ifade ediyordu. Birincisi Avrupalı devletler tarafından, mülkleri olarak gördükleri yeryüzünün fiilî işgali ve ikincisi de bu işgalin devamını sağlayacak zihinsel işgali gösteriyordu. “Diğerleri yeryüzünde nasıl yaşanacağını bilebilirlerdi; oysa sadece Avrupa, yeryüzünü kendi imgesinde yeniden kuracak ‘Faustvari güce’ sahipti. Bu da bir ‘düzenleyici’ fikre dönüşmüştür ve hiç de sağlam olmayan emperyal ve tarihsel temeller üzerine kurulmuştur. On dokuzuncu yüzyılın ilk on yılından önce Avrupalı güçler, kendi ölçütlerine göre hesaplandığında bile, Asya halklarının üzerinde entelektüel ya da teknolojik açıdan neredeyse hiçbir üstünlüğe sahip değildi”[3].

Bu tarihi Mehmet Akif, bir aydın olarak çok iyi biliyor ve bütün acımasızlığıyla ulaştığı en yüksek aşamayı, bizzat içinde yaşadığı dünyada doğrudan görüyordu. Kendisinden başkasına hayat hakkı tanımayan, kendi refahını başkalarının kanı üzerine kurmakta hiçbir sakınca görmeyen bu gerçek tarih yanında o, Avrupalıların on sekizinci yüzyıldan itibaren başlattıkları ve bugün bile en zorlayıcı ve kalıcı formunu sürdüren Aydınlanma projesiyle oluşturdukları yapay üstünlük söylemlerine dayalı hayalî tarihlerini de biliyordu. Kısacası Akif’in böyle bir Avrupa’ya ve onun ürettiği ideolojilere karşı olumlu tavır takınması mümkün değildir. Üstelik Avrupa bütün gücünü, Akif’in bütün varlığıyla bağlı olduğu Osmanlı’yı ve onun şahsında İslâm’ı ortadan kaldırmaya yöneltmişti. Bu nedenle devrin Haçlı itilası ve ilhakı olma özelliğini, daha doğrusu sömürgeler tarihini bilmeden, Mehmet Akif’in medeniyet ve çağdaşlık (modernizm) algısına yeterince nüfuz edebilme imkânı yoktur.

İlginçtir ki, daha bir yüzyıl öncesine kadar her konuda Asya halklarından geri olan Avrupa, sağladığı teknik güç dolayısıyla ezelî bir üstünlük savunuculuğuna kalkışmış, Osmanlı Devleti’ne ise tarihte hiç var olmamış, iz bırakmamış, köksüz bir devlet muamelesi yapmaya başlamıştı. Daha düne kadar karşısında titrediği bir büyük devletle ilgili bu tutum değişikliği, aslında Avrupa’nın, mezarlıkta ıslık çalan adamın ruh hali içinde olduğunu ortaya koymaktadır. Fakat bunalım dönemlerindeki toplumsal algı, normal zamanlardakinden çok farklıdır. Nerdeyse bütün savaşları kaybederek hep geri çekilmeye başlayan bir devlet içinde birçok kişi de kendilerini Avrupalıların tanımladığı gibi görmeye başladılar. Nitekim bu anlayışın izleri giderek genişledi. Artık Avrupalı devletler açıktan açığa “Osmanlıları (bilhassa Türkleri) medeniyetin gerileticisi ilân ederek Avrupa’dan atmak istemektedir”[4].

Batı’yı temsil edenler Birinci Dünya Savaşı’nın galip devletleriydi, batı adına hareket ettiklerini daima tekrarlamışlardır. Lloyd George ve Georges Clémenceau, bütün 19. yüzyılı kaplamış olan Türkler aleyhindeki propaganda bu başvekillerin imzalarını taşıyan metinlerle resmîleşmiştir. Lloyd George, Türkleri Kızılderililere benzetmiştir. Müttefiklere Osmanlı ülkesini işgal etmek hakkını bu kıyaslamaya istinat ettiriyordu. Georges Clémenceau’nun iddiaları ise ‘On’lar Konseyi’nin adına Osmanlı delegasyonuna gönderdiği bir memorandomda son haddini buluyordu. Kısaca, Türkler müstakil bir devlet kuracak kabiliyete sahip değildiler. Orta Anadolu’nun birkaç vilâyetinden ibaret, yarı müstemleke halinde idare edilmeye layıktılar. Resmî metinlerin bu ifadeleri yanında geniş bir Türk aleyhtarı edebiyat almış yürümüştü: Türkler Avrupa’dan (Batı’dan) eski yerleri olan Asya’ya kovulmalıydılar. Avrupa’da bulunmaları Batı’nın ahlâkını bozuyordu. Zaten bu fikirlerin gerçekleştiricisi olarak işgal orduları Anadolu’ya çıkarılmışlardı. Batı adına hareket edenler, bağımsız bir Türkiye’nin kurulması bir tarafa, onlara devlet kurmak hakkını dahi çok görüyorlardı[5].

Bu propagandanın Osmanlı Devleti’ni meydana getiren unsurlar arasında nasıl yayıldığı ve onları nasıl etkilediğine en iyi örnek, Ziya Gökalp’in anlattığı şu olaydır:

Bundan on yedi, on sekiz sene evvel bir mektebe girmek üzere ilk defa olarak İstanbul’a gelmiştim. Bilâhare siyaset âleminde maruf bir sima sırasına geçen bir Arnavut doktor bana şu sözleri söylemişti:

“Biz Arnavutlar, istibdadı yıkmak için Türklere yardıma hazırız. Fakat bilmelisiniz ki bizim nazarımızda bir Abdülhamit istibdadı yok, bir Türk istibdadı vardır, bugünkü idareden mesul olan doğrudan doğruya Türklerdir. Eğer bu zalim Hükûmete nihayet vermezseniz, biz tüfenklerimizi sizi temsil eden şahsa değil, bizzat sizin göğsünüze çevireceğiz.”

O zamandan beri dikkat ettim: Arnavut gençleri Türklerin terakkiye müstait olmadığına, Türklerle hayat ortaklığı ederlerse kendilerinin de muzmahil olacağına dair mantıklar yürüterek milliyet hissini nefh ediyorlardı. Bu telkinleri yalnız Arnavut gençlerine mahsus değildi. Arap ve Kürt gençlerine de bu düşünceyi telkine çalışıyorlar, hatta Türklerin cibilletsiz ve barbar olduğuna Türkleri bile inandırmağa gayret ediyorlardı. O vakit zaten Türk ünvanını kabul eden bir fert yok gibiydi[6].

Propaganda, amacına yönelik kitleyi er geç doğuruyor. Nitekin bu kandırılmışlık sonunda Arnavutluk, Akif’in acı bir biçimde dile getirdiği gibi, 1910 yılında Osmanlı’ya karşı isyan ediyor:

Üç beyinsiz kafanın derdine, üç milyon halk,

Bak nasıl doğranıyor? Kalk, baba, kabrinden kalk!

Diriler koşmadı imdâdına, sen bâri yetiş…

Arnavutluk yanıyor… Hem bu sefer pek müthiş!

(Hakkın Sesleri, s. 171)

 

Avrupa ve medeniyet

Avrupa’nın, yeni ortaya çıkan tekniğe ve ekonomiye dayalı üstünlüğünü aynı zamanda bir medeniyet ve kültür üstünlüğü olarak sunması, başkalarını da yaşamayı hak etmeyen barbarlar olarak göstermesinin nasıl bir zihinsel çarpıtma olduğu, ancak sömürge tarihinin bilinmesiyle anlaşılabilir. Bizde genel anlamda böyle bir gerçekçi tarih bilinci verilmediği ve tarihe bakış açımızı Avrupamerkezci görüşler şekillendirdiği için, ne yazık ki Avrupa’nın bu karanlık yüzünü görmekte zorlanırız. Oysa Mehmet Akif, içinde yaşadığı bu tarihi, en acımasız ve insanlık dışı biçimiyle gördü. Bu bakımdan Akif, Avrupa üstünlüğünün anahtar kavramı olan “medeniyet” kelimesini, tarafsız sözlük anlamından ayırarak Batılı değerlerin rağbette oluşu, kutsanması anlamında hep olumsuz çağrışımlarıyla kullanır. Kelimenin Safahat’taki belli başlı kullanımlarına geçmeden önce, onun İstiklâl Marşı’mızdaki herkesçe çok iyi bilinen olumsuz anlamda kullanıldığını hatırlayalım:

Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmânı boğar,

“Medeniyyet” dediğin tek dişi kalmış canavar?

Avrupamerkezci tarih yazımının, Avrupa’nın işgal ettiği her yere aslında “medeniyet” götürmek için girdiği, yerli halkların birer vahşiden ibaret olduğu aldatmacasının etkisinden kendimizi hâlâ kurtaramadığımız için, çoğumuz bu mısraları anlamakta zorluk çekeriz. Bu dönemde Avrupalıların iddiası, “medeniyet”in sadece kendilerine ait bir özellik olduğudur. Dolayısıyla “medeniyet”, kendi tanımlarıyla doğrudan “Avrupa” anlamına geliyordu. Nitekim burada “Avrupa”nın, avını parçalayarak beslenen yaşlı bir canavara benzetilmesinden başka, Safahat’ın altıncı kitabı olan Asım’da yer alan Çanakkale şehitleri için yazılmış şiirde de, yine onun vahşet, kahpelik ve yüzsüzlük’le özdeşleştirildiği, “medeniyet”in de bir “maske” olarak kullanıldığı görülür. Bütün Avrupalıların, işgalleri altındaki sömürgelerin ordularını da yanlarına alarak nasıl bir acımasızlık sergiledikleri ve vahşetle nasıl özdeşleştikleri şu şekilde anlatılır:

-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-

Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.

Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!

Nerde –gösterdiği vahşetle “bu: bir Avrupalı”

Dedirir- yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,

Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yahut kafesi!

Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;

Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.

Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela…

Hani, ta’una züldür bu rezil istila!

Ah o yirminci asır yok mu o mahlûk-i asîl,

Ne kadar gözdesi mevcûd ise, hakkıyla sefil,

Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;

Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.

Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz…

Medeniyet denilen kahbe, hakîkat, yüzsüz.

Sonra mel’undaki tahrîbe müvekkel esbâb,

Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.

(Asım, s. 354-355)

Burada medeniyet kelimesi yanında, onunla aynı anlamda kullanılan Avrupalı ve Yirminci Asır kelimelerine de ayrıca dikkat etmeliyiz. Mehmet Akif, ufukları kapatacak derecedeki bu korkunç askerî yığınağın gerçek bir vahşeti gösterdiğini, “bu bir Avrupalı” dedirtecek kadar da belirgin/ayırt edici bir özellik taşıdığını belirtiyor. İstiklâl Marşı’nda canavar olarak adlandırılan bu sürüler, burada bir başka yırtıcı hayvana, kafesinden kurtulmuş sırtlan’a benzetilmiştir. Yaptıkları alçakça kıyım, veba mikrobunu bile utandıracak cinstendir. İşin içyüzünü bilmeyenler tarafından –yine Avrupamerkezci aldatmaya dayalı olarak- bir medeniyet asrı sanılan yirminci yüzyıl, bütün sefil değerleriyle birlikte soysuz bir yaratıktan ibarettir. Bu sefil yaratığın gerçek yüzü, bütün yeryüzünü kan gölüne döndüren bir dünya savaşı çıkarmak suretiyle maskesi yırtılıp da ortaya çıkmasaydı, belki de hâlâ gözümüzde hayranlık uyandırıcı bir varlık olarak kalacaktı. Oysa adına medeniyet denilen, ama gerçekte yüzsüz bir dönekten başka şey olmayan bu varlık, elinde her şeyi yıkmaya hazır, her biri bir ülkeyi yok edecek derecede korkunç silahlarla insanlığa dehşet saçıyor.

Akif, başka bir yerde de, yine “Avrupa” ile özdeşleştirilen “medeniyet”in, aslında tam karşıtı olan lânet edilecek bir “vahşet” ortaya koyduğunu dile getirir. Avrupalılar tarafından uygulanan insanlık dışı fiiller birer birer sayıldıktan sonra, eşine rastlanmayacak böyle bir vahşetin, Avrupalının kişiliğinde “medeniyet”le nasıl aynîleştiğini gösterir. Aslında burada medeniyet’in açık şekilde bir maske olarak kullanıldığını, Avrupa’nın, işlediği insanlık dışı cinayetlerini bu maske ile gizlemeye çalıştığını görürüz:

Şu mezarlar ki uzanmış gidiyor, ey yolcu,

Nereden başladı yükselmeye, bak, nerede ucu!

Bu ne hicrân-ı müebbed, bu ne hüsrân-ı mübin…

Ezilir rûh-i semâ, parçalanır kalb-i zemin!

Azıcık kurcala toprakları, seyret ne çıkar:

Dipçik altında ezilmiş, paralanmış kafalar!

Bereden reng-i hüviyetleri uçmuş yüzler!

Kim bilir hangi şenâatle oyulmuş gözler!

“Medeniyet” denilen vahşete lâ’netler eder,

Nice yekpâre kesilmiş de sırıtmış dişler!

Süngülenmiş, kanı donmuş nice binlerle beden!

Nice başlar, nice kollar ki cüdâ cisminden!

Beşiğinden alınıp parçalanan mahlûkat;

Sonra, nâmûsuna kurbân edilen bunca hayat!

Bembeyaz saçları katranlara batmış dedeler!

Göğsü baltayla kırılmış memesiz vâlideler!

Teki binlerce kesik gövdeye âid kümeler:

Saç, kulak, el, çene, parmak… Bütün enkâz-ı beşer!

Bakalım, yavrusu uğrar mı, deyip, karnından,

Canavarlar gibi şişlerle kızarmış nice can!

İşte bunlar o felâket-zedelerdir ki, düşün,

Kurumuş ot gibi doğrandı bıçaklarla bütün!

Müslümanlıkları bîçârelerin öyle büyük

Bir cinâyet ki: Cezâlar ona nisbetle küçük!

(Hakkın Sesleri, 2. Şiir, s. 169-170)

yazının devamı..

 

Kaynak:

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.