Wiilliam Chittick : Mutluluğu ararken görevimizi unuttuk
Wiilliam Chittick : Mutluluğu ararken görevimizi unuttuk
Günümüz Müslümanlarının dünyevi mutluluk için emek harcadığını dile getiren William Chittick, “İnsan, en temel sorumluluğu olan kendini bilme sorumluluğunu kaybetmiştir. Bu, modern dünyanın armağanları olan eğlencenin, sporun, internetin, ilâçların ve benzeri şeylerin desteklediği ‘kendini unutma’ hali yeni dünyanın normali olmuştur “ diyor.
William Chittick ve eşi Sachiko Murata New York Devlet Üniversitesi’nde, Karşılaştırmalı Araştırmalar Bölümü’nde tasavvuf alanında çalışmalarını yürütüyor. William Chittick özellikle Muhyiddin İbnü’l Arabî ve Mevlânâ Celâleddin Rûmî üzerine çalışırken eşi Murata, islam fıkhı alanında çalışan ilk kadın olarak biliniyor. Murata aynı zamanda İslam ve Konfüçyüsçülük üzerine de araştırmalarını yürütüyor.
Geçtiğimiz hafta Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Kürsüsü ve Kerim Vakfı tarafından ortaklaşa gerçekleştirilen yaz okuluna gelen çiftle modern dünyada tasavvufu nasıl anlamamız gerektiğini konuştuk. William Chittick yaşadığımız çağda insanın en temel vazifesinin kendisine unutturulduğu söylüyor ve bu asıl vazifenin “Kendini(nefsini) bilen Rabbini bilir” sözünde gizli olduğunu dile getiriyor. “Tüm modern kurumlar ki özellikle eğitim kurumları nefsini tanımaya karşı muhalefet halindedir” diyen Chittick bu kurumların özellikle insanları kendilerini unutmaya yönlendirdiğinin de altını çiziyor ve ekliyor: “İnsanlar kendilerini tanımıyorlar ve modern bilimin ve felsefenin bunun için yapabileceği bir şey yok.”
Günümüzdeki tasavvuf dünyası, New York’tan nasıl görünüyor?
New York adına konuşamam ancak kendi adıma konuşabilirim. Bence tasavvufun coğrafyayla bir alâkası yok. İster Pekin, ister İstanbul, ister New York, her nerede olursa olsun bana aynı görünüyor.
MEVLANA’YI BATI AYIKLAYIP OKUYOR
O zaman şöyle sorayım: Yaşadığımız çağın insanına tasavvuf hitap ediyor mu?
Tasavvufun bir milyardan fazla insanın yaşadığı Batı dünyasına seslenip seslenmediği kimin dinlediğine bağlıdır.Bana hitap ediyor, Avrupa ve Amerika’da pek çoklarına hitap ediyor. Batı’da geniş bir kesime ise hiç hitap etmiyor çünkü onlar tasavvufun meseleleriyle ilgilenmiyorlar. Tam da bu nedenle İslâm dünyasındaki pek çoklarına da hitap etmiyor. Onlar da tıpkı Batı’da olduğu gibi nihâî kaderleri yerine, sınırlı bir bakış açısıyla kişisel ve sosyal dertleri ile fazlaca meşguller.
İbn Arabî ve Mevlânâ gibi tasavvuf düşünürlerinin eserlerini çeviren ve onların Batı’da tanınmasına aracı olan isimsiniz. Sizce Batı dünyası İbn Arabî’yi ya da Mevlânâ’yı ne kadar doğru ‘okuyor’ peki?
Tasavvuf yazılarının Batı’da okunmasında da aslında aynı sorunla karşı karşıyayız. Hangi “Batı”dan bahsediyoruz? Batı’da kaç insan İbn Arabî’nin adını duymuştur? Adını duymuş olanların da büyük bir bölümü onu okumaya yeltenecek ilgiye ya da altyapıya sahip değildir her şeyden önce.Mesele sadece Arapça bilmemeleri değil; bu insanlar din, felsefe, kozmoloji, mânevî psikoloji ya da temel Kur’an ve hadis öğrenimine de sahip değiller. O halde İbn Arabî’yi nasıl okuyabilirler? Mevlânâ’yı okuyabiliyorlar diyebilirsiniz, ne var ki o da tam olarak doğru sayılmaz. Mevlânâ’nın İngilizceye yapılmış pek çok çevirisi, içinden Allah ve Peygamber kokan her şeyin dikkatlice ayıklandığı şık bir replika gibidir.
POPÜLER AMA ANLAŞILMIYOR
Mevlana ‘şık bir replika’ olarak okunduğu için mi bu kadar popüler?
Evet ama Mevlânâ görece popüler olmasına karşın en az İbn Arabî kadar bilinmemektedir, çünkü Batı’daki insanlar onun bahsettiklerine dâir zihinsel (kalbî) içeriğe – ya da genel anlamıyla modern öncesi fikre- ilişkin yeterli bilgiye sahip değiller. Aynısı Müslümanlar için de geçerli. Doktorlar ya da mühendisler olarak Mevlânâ’nın dünya görüşü onlar için kavranamaz bir noktadadır. Onun şâirliğini güzel ve ilham verici bulurlar ama mesajlarını anlayamazlar.
KUR’ANI ANLAMADAN MEVLANA’YI ANLAYAMAZSINIZ
Başta İbni Arabi ve Mevlana olmak üzere tasavvufun özünü doğru anlamak adına bir çaba var mı peki?
Başta da dediğim gibi İbn Arabî’yi ya da Mevlânâ’yı Kur’an’ı ya da sünneti öğrenmeden anlayamazsınız. Çünkü bu ikisi onların temel kaynaklarıdır. Mutasavvıf öğretmenlerin yani mürşitlerin neden bahsettiklerini anlamak için de Kur’an ve sünneti iyi anlamak gerekmektedir. Ne yazık ki İslâm dünyasındaki pek çok dinî eğitim, kendi özel önceliklerine sahip kurumlar tarafından yürütülmekte olup İbn Arabî ve Mevlânâ gibi büyük yorumcuların halka ulaşmasına çok az müsaade etmektedirler.
TÜM KURUMLAR İNSANIN KENDİSİNİ TANIMASINA KARŞI
Şunu da merak ediyorum: Tasavvuf, modern çağın insanına özetle ne söylüyor?
Tasavvuf, onun mesajıyla ilgilenenlere hitap ediyor yani modern dünyanın büyük kısmının bu mesaja dair bir ilgisi yok. Peki o halde tasavvufun mesajı ne? Bu soruya yanıt bulabilmek için onlarca kitap ve makaleler yazdım. Eğer bu mesajı tek bir kelime olarak ifade edecek olsaydım ona “mârifet” yani nefsini ve Allah’ı tanıma derdim: “Nefsini bilen Rabbini bilir”. Tüm modern kurumlar ki özellikle eğitim kurumları “nefsini tanımaya” karşı muhalefet halindedir. Onun yerine insanları kendilerini unutmaya yönlendirmektedirler. Çünkü bu sayede insanlar, topluma ve onun yarattığı akımın çerçevesine ve sürekli değişen kültüre rahatlıkla uyabilecektir. İnsanlar kendilerini tanımıyorlar ve modern bilimin ve felsefenin bunun için yapabileceği bir şey yok.
Bu kuşatılmışlığa karşı insan ne yapmalı?
Bir kere bu insanlar, insanı anlamanın, uzmanların, felsefecilerin, psikologların, bilim adamlarının işi olduğunu düşünmektedirler. Onlara Allah’ın verdiği “nefsini ve Rabbini bilme” sorumluluğunu profesörlerin, medyanın ve yazarların ellerine teslim ediyorlar. İnsanlar en temel sorumlulukları olan kendilerini bilme sorumluluğunu kaybetmişler. Bu, modern dünyanın armağanları olan eğlencenin, sporun, internetin, ilâçların ve benzeri şeylerin desteklediği “kendini unutma” hali yeni dünyanın normali olmuştur.
Bilgi tek başına yetmez
Dünyada İslâm tasavvufuna büyük ilgi var, bu alanda önemli çalışmalara imza atılıyor. Bu çalışmalar Kur’an ve sünnetten koparılmadan ne ölçüde başarıyla yürütülüyor ?
Tasavvufa dair Batılı çalışmaların ne kadar başarılı olduğu sorusuna net bir cevap bulunmamaktadır. Bazıları diğerlerinden daha başarılıdır. Elbette buradaki asıl soru, neyde daha başarılı olduklarıdır. İran’da beraber çalıştığım büyük bir Mevlânâ uzmanı, geleneksel eğitim sisteminden geçerek kendisini güzel bir insan olarak yetiştirmiş. Bu kişi bir keresinde sınıfta bana genç profesörlerin detaylı ve kesin ilimlerinden ne kadar etkilendiğinden söz etmişti. Bu 45 yıl önceydi. Onlar kitaplar ve yazarları hakkında bilinebilecek ne varsa biliyorlardı; öyle detaylar ki onun hocaları dahi bunları bilmiyordu. Tek sorun ise metnin ne dediğini anlamıyor olmalarıydı. Anatomi ya da ekonomi kitapları çalışmak gibi içindeki içeriğe karşı bağışıklık geliştiriyorlardı. Ben bunun Batılı tasavvuf çalışmalarında da böyle olduğunu düşünüyorum. Sunulan muazzam miktarda yeni bilgi var ancak pek çok durumda bu âlimlerin yaşamlarına yansıyan bir hal ve duruş bulunmamaktadır.
İbn Arabî üzerine araştırma yapan ve bu alanda otorite olan T. Izutsu ve Henry Corbin gibi isimlere bu çalışmaları yürütürken Kur’an ve sünnetten kopardıkları için eleştiriyordunuz.
İyi yazarlar ile kötü yazarları sıralayacak değilim. İbn Arabî’nin de belirttiği gibi faydalı tek ilim Allah ilmidir ve Allah’ın bizden ne istediğine dair ilimdir. Bu ilim ki, O’nunla karşılaştığımız gün işimize yarayacak olan ilimdir. Geri kalanı ise zaman kaybıdır. Tasavvufî kitapları ya da herhangi bir şeyleri okuyarak kazandığınız ilim ne kadar faydalı? Peki ya tasavvuf hakkında Batılı uzmanların yazdıkları? Bana sormayın. Kendiniz okuyun ve kendiniz karar verin.
‘Kendiniz karar verin’ derken bu alanda otorite olacak kişinin yine insanın kendisi olduğunu mu söylüyorsunuz?
Modern eğitimin temel sorunlarından biri uzmanların doktorların, bilim adamlarının, profesörlerin, öğretmenlerin otoritelerini kabul etmemiz gerektiğinin bize öğretilmiş olmasıdır. Uzmanlar daima daha doğrusunu bilir derken daha doğrusunu bilene danışmadan kendimizi bilemeyeceğimizi düşünmeye başlarız. Oysa kendini bilmek başkasına bırakılmayacak bir iştir. Bu mürşitlerin temel mesajlarından bir tanesidir – kendin bulmalısın. Elbette yardıma ihtiyacın var fakat yardım isteyeceğin öğretmeni bulmadan önce onun problemi bildiğinden emin ol. Bir başka ifadeyle, bize aktarılmış pek çok bilgi faydasızdır çünkü bizi Allah ile karşılaşacağımız o güne hazırlamamaktadır.
Sorumluluk devene sahip çıkmakla başlar
Trump ile birlikte İslâm siyâsî bir kıskaç içinde sıkıştırılmak isteniyor. Aynı şey Avrupa ülkelerinde de var. Siyâsî bir kıskanç içine sıkıştırılan Müslümanlar için çıkış yolu nedir?
Modern zaman Müslümanları, atalarını ilgilendiren hayata ve ölüme dair meselelerden uzaklaşarak kendilerini İslâmî bilginin kaybolmasına neden olan ütopik siyâsî hedeflere kaptırmışlardır.
Metafizik ve Allah’a geri dönüşe ilişkin farkındalık yerine, Batılı felsefe ve idealistlerden devşirilmiş ve Kur’an ve hadisten soyutlanan alıntılarla bezenmiş “dünyevî mutluluk”a dair süslü fikirlerle dolmuşlardır. Bu dünyaya yönelik ilgi ile öbür dünyaya yönelik ilgi arasındaki denge, neredense tüm dikkatin bu dünyaya çevrilmesi ile uzun zaman önce kaybedilmiştir. Dengeyi kurmak isteyenlerin karşılaşacağı en büyük sorun ise, kaybolmuş olan kendini ve Allah’ı anlamayı yeniden tesis etmektir. Bunu başaranlar için kendi nefislerinde dengeyi bulmak mümkün olabilir. Ne var ki insan kendinde bunu bulmadan bir başkasına yardım edebileceğini düşünecek kadar da naiftir. Peygamber’in de dediği gibi “önce kendinden başla.”
Bunu biraz daha açar mısınız?
Yıllar önce İran’da bir meslektaşım tarafından bana anlatılan bir olayı hatırladım. 570 yılında Etiyopyalılar fil savaşı ile Kâbe’yi kuşattıklarında Abdülmuttalip Kâbe’nin koruyucusuydu. İnsanlar ondan ordunun komutanına gidip Allah’ın evinin geri verilmesi için ricada bulunmasını istediler. Abdülmuttalip gidip komutanla konuştu. Geri döndüğünde insanlar ona Allah’ın evini kurtarıp kurtaramadığını sorduklarında cevâben “Ona Allah’ın evini sormadım” dedi. “Ona, el koyduğu develerimi sordum. Beni ilgilendiren, develer. Ev ise Allah’ın meselesi”. Bugünlerde pek çok kişi Allah’ın işini iyi bildiğini sanıyor ancak onlar kendi develerinin izini kaybetmiş durumdalar. Hatta develerinin düşman tarafından haczedildiğinin dahi farkında değiller.
Sachiko Murata:Müslüman Konfüçyüsler üzerine çalıştım
İslâm ve Konfüçyüs felsefesi üzerine çalışmalar yapıyorsunuz ve Çin’de Müslüman Konfüçyüsler başlık altında üniversitede ders vermiş bir akademisyensiniz. Müslüman Konfüçyüsler kavramını biraz açar mısınız?
Çin’de bin yıldır yaşayan Müslümanlar, gençlerin Farsça ve Arapça bilmemeleri nedeniyle İslâmî öğretilerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Gençler kendilerine toplumda ilerleme fırsatı sunan Çin müfredatını tercih etmektedirler. 17. yüzyılın başında Müslüman uzmanlar, İslâmî öğretileri yaşatabilmek adına tek yol gibi görünen Çince yazmaya başladılar. Çin yazısının özel tabiatı nedeniyle yazarlar, Arapça ve Farsça kelimeleri kullanamıyorlardı. Türkçe ise böyle değil ve Kur’an kelimeleriyle doludur. Bu nedenle kelime haznelerini önceki Çin dinlerinden ve uzmanların “Neo Konfüçyüsçülük” dedikleri felsefî gelenekten devşirmek zorunda kalmışlardır. Neo-Konfüçyüsçülük, Konfüçyüs öğretisinin felsefî ve ruhânî olarak önceki eserlerden ve Taoist ve Budist öğretilerden yararlanmak sûretiyle biraz daha gelişmiş yeni bir türüdür.
Çalıştıkları konular, etkilendikleri isimler kimler?
İslâm âlimleri Çince açıklamalarında evrensel insan sorusuna odaklanmışlardır. Nihâî gerçeğin doğası (gerçek Tanrı), insanın doğası ve insan-ı kâmil olma aşamasında izlediği yol. Âlimler fikirlerini ve anlayışlarını Necmeddin Râzî (Mirsâdü’l-İbâd eserinin yazarı) ve Abdurrahman Câmî (İbn Arabî okulunun büyük temsilcilerinden biri) gibi mutasavvıflardan esinlenerek oluşturmuşlardır.
İslam ile Konfüsyüsçülük düşüncesini nerede buluşturuyorlar?
Onlar için fıkıh, kendini anlamanın yani esas bilginin hazırlığı olarak dini eğitimin ilk basamağı idi. Konfüçyüsçülük de aynı şekilde yol ile toplumla uyum içinde yaşamanın yollarını gösteren “küçük öğreti” ile insan-ı kâmil olmanın yollarını gösteren “büyük öğreti” arasındadır. Neo-Konfüçyüsçü felsefeciler arasında popüler olan Konfüçyüsçü klasik ise “büyük öğreti”dir. Çince yazan ilk Müslüman araştırmacı Wang Daiyu kitaplarından birine “İslâm’daki Büyük Öğreti” adını vermiştir. Wang’ın kitabını okuyan her Konfüçyüsçü, kitabın, insan-ı kâmil olmak için çabalayan herkes için -bu kişi ister Konfüçyüsçü ister Müslüman, ister Taoist olsun- rehber niteliğinde olduğunu fark edecektir. Kısacası “Müslüman Konfüçyüsçüler” 17. yüzyıl ile 19. yüzyıl arasında Çin’de yaşayan ve Çince konuşan Müslüman topluluğuna rehberlik eden âlimlerdir. Bunlar ulemâydı, çünkü İslâm uzmanlarıydılar. Kur’an, kelâm, fıkıh, hadis ve tasavvuf öğrenmişlerdi. Onlar Konfüçyüsçü idiler; çünkü kullandıkları lisan Arapça ve Farsça’dan hiçbir iz taşımadığı gibi öğretileri de 5000 yıl önceye dayanan I Ching (Değişimin Kitabı) gibi Çin klasiklerine dayanıyordu.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.