Ümit Meriç: Ümmetolojiye ihtiyacımız var
Ümmetolojiye ihtiyacımız var
Sosyolog Ümit Meriç, içinde bulunduğumuz çağda Türk toplumunun salt batı kalıplarına dayanarak açıklanamayacağını düşünüyor. Meriç, Türkiye gibi tüm İslam ülkelerini inceleyecek olan ilmin sosyoloji değil Ümmetoloji olabileceğini söylüyor.
Toplumun son aylarda içinde bulunduğu ruh hali bizi daha çok toplum yapısını ve bilincini anlamaya itiyor. Şu ana kadar sosyoloji tanımının Türk siyasi ve toplumsal yapısını açıkladığı ve çözüm ürettiği düşünülüyordu. Ancak Ümit Meriç, bizi farklı bir bilince yönlendiriyor. Hazırladığı doktora teziyle kendi tarihine daha çok yöneldiğini anlatan Meriç, sosyoloji ilminin ön gördüğü salt batı kalıplarının Türk toplumunu anlatmaya yetmediğini ve bu kalıpların giderek dar geldiğini fark ettiğini söylüyor. Biz de kendisiyle öne sürdüğü bu düşüncenin kaynağını bugünün hakikatiyle arasında bağı konuştuk.
Sosyolojinin bir bilim dalı olarak ülkemize gelmesi, Osmanlı'nın son dönemlerine rastlıyor. Siz, salt batılı sosyoloji kalıplarının ülkemizdeki toplumsal olguları tanımlamaya yeterli olmadığını söylüyorsunuz. Bu görüşü biraz açalım...
Hay hay... Ömrünün kırk yılını sosyolojiye adamış biri olarak, bir batı ilmi olan sosyolojinin sadece Türkiye realitesini değil, dünya realitesini de açıklamaktan aciz kaldığı kanaatindeyim. Zira Avrupa kıtasının kendi iç sorunlarını teşhis ve tedavi etmek mecburiyeti ile tarih sahnesine çıkmış olan batı sosyolojisi, 'Toplumların ve toplum içindeki olayların ilmi' olarak kendini tanımladı. Ama burada toplum, büyük harf 'T' ile başlayan bir toplumdu. Oysa dünyada böyle bir 'T' toplum yok, toplumlar var. Avrupalı düşünürlerin kendi toplumlarını dikkate alarak kurduğu teoriler, -o da kısmen-, kendi realitelerini aydınlatıyordu. 19 yüzyılda yaşamış olan Spancer, Weber, ya da Marks'tan 21. yüzyıl Türkiye'sini aydınlatmasını beklemek abes olur. Biz orasını çekerek, burasını büzerek, kendi vücudumuza başkalarının elbiselerini giydirmeye gayret ettik. Olmadı, olamıyor, olmayacak.
DÜŞÜNCE KIBLEMİ DEĞİŞTİRDİM
Fikirlerinizde ilk ne zaman dönüşme oldu?
Ben on bir bin citlik bir batı kütüphanesinde büyüdüm. Ama zihnimdeki kırılma, doktora tezi dolayısıyla, Cevdet Paşa üzerinde çalıştıktan sonra gerçekleşti. İlk defa bir Osmanlı tarihçisinin durduğu yerden, kendi tarihime ve kendime toplumuma bakmaya başladım. O zaman Durkheim'ın şeması da Marks'ın şeması da çatırdadı ve yıkıldı. Düşünce kıblem Avrupa'dan ilk defa olarak kendi toplumsal yapımıza doğru döndü. Ve toplumumuzu kendi kaynaklarımıza dayanarak anlatan ve açıklayan bir tarihçi ile karşılaştım. Dikkatim, ilk defa ait olduğumuz ve fakat reddettiğimiz İslam medeniyetine çevriliyordu. Bu bilinçten hareketle 1986'da Cezayir'deki bir İbni Haldun kongresinde 'ümmetoloji' kavramını önerdim.
Nedir 'Ümmetoloji'?
Bizler bugünkü toplum realitesini anlamak için evvela ve evveliyatla İslam'ı, onun yetiştirdiği insan tipinin ve bu insan tipinin inşa ettiği İslam medeniyetinin bütün asarı ile anlamakla mükellefiz. Dolayısıyla gençlere tavsiyem böyle özgür toplum anlayışını geliştirebilecekleri donanıma sahip olarak batının sosyolojisinden başlamak ve ümmetoloji zirvesine gelmektir. Ümmetoloji anlayışının içeriği doldurularak kendimize ve dünyaya yeniden bakmak durumundayız.
Bu yeni bir kavram. Bu düşünce yapısı bugünün hakikatine uygun mu?
Onu zaman gösterecek. Bence sosyologlarımızın, batı kalıplarını kırarak –bu asla batıyı tanımamak manasına gelmiyor- tarihimizin günümüzün İslam coğrafyasına getirdiği farklı ve ortak özelliklerden hareket ederek, İslam dünyasındaki sosyal bilim çalışmalarını geliştirmeleri gerekiyor. Bu sadece İslam medeniyeti ile ilgili bir tespit değil. Mesela bir Çin medeniyetinin hakikatlerini de batının şablonlarıyla açıklamak mümkün değil. Ben bu sebeple hazırlamakta olduğum beş ciltlik Sosyolojik Düşünce Atlası kitabıma 'Eski Çin'de toplumsal yapı ve Konfüçyüs' bahsi ile başlıyorum. İyi manada globalleşme, bize sadece batıyı değil, bütün dünyayı tanıma ve anlama mecburiyetini getiriyor. İş adamlarımız, uçaklar dolusu Çin'e giderken, sosyal bilimcilerimizin Çin'in tarihinden ve toplumsal yapısından habersiz olması, sosyal bilimcilerimizin ayıbı olur. Müslümanlar küresel bilince sahip olmak zorundalar, ister iş adamı olsunlar, ister ilim adamı.
DOĞU'DAN BATI'YA DÖNEN BİR YOLCUYUM
İyi manada globalleşmeden bahsettiniz. Bunun kötüsü nasıl oluyor?
Globalleşme dediğimiz ve içinden geçmekte olduğumuz süreç, modernizmin son sahnesi. Sadece biz değil batı dışı toplumlarda yaşayan insanların çoğu, kendi tarihlerine, kendi kimliklerine yabancılaştılar. Bugün bütün dünyada bir, bir örnekleşme, bir sığlaşma, bir kimliksizleşme süreci yaşanıyor. Aynı kıyafetler giyiniyor, aynı yemekler yeniliyor, aynı şarkılar dinleniyor ve zihinler aynı şekilde düşünmeye şartlanıyor. Bütün beşeriyetin toprağın derinliklerine ya da tarihin karanlıklarına gömülmüş çok kıymetli tecrübe hazineleri olduğunu düşünüyorum.
Siz kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?
Kendi adıma konuşursam, ben batıdan doğuya dönen bir yolcu gibiyim. Ama döndüğüm yer kendi evim.
GEZİ PARKI ANTİ DEMOKRATİK SEVİMSİZLİK
Fransız İhtilali ile Avrupa'da başlayan toplumsal kırılmanın benzeri, sizce bugün Türkiye'de yaşanıyor mu?
Gezi Parkı olaylarının 1789'da Fransa'da başlayan ve 1815, 1830, 1848, 1870 devrimleriyle devam eden 'burjuva devrimler zinciri' ile bir alakası yok.Gezi Parkı olayları sırasında toplumdaki hareketliliği gördük. Bize sunduğu toplumsal hareketliliğin merkezinde ne var?
Türkiye'de taban ile tavan ya da eski elitlerle yeni elitler arasındaki bir sürtüşme, bir kıvılcım patlaması da diyebiliriz. Burada Müslüman burjuvaziye de ufak bir gönderme yapmak gerekiyor. Hızlı bir zenginleşme süreci beraberinde müsrifleşme sürecini de getirdi. Oysa bir müşfikleşme sürecini getirmeliydi. Müslümanın birinci tasası para kazanmak değil Allah'ın rızasını kazanmaktır. Para bu rızaya ulaşmak için kazanılmalıdır. Gezi olayları tabanın dışındaki uzağındaki bir hareketlilik idi. Tabanın tamamen dışındaki bir sancı.
VURGU ORTAKLIĞA OLMALI
Bu sancının toplumda nasıl bir dönüşümü var?
Bünyemiz kuvvetlidir. Gezi olayları bir hazımsızlığın bir asabiyetin ifadesi. Ne yazık ki bileşenlerini hala çok aydınlık olarak bilemiyoruz. Ama bütün iyi niyetimi kullanarak söylüyorum: bunca gürültü patırtıya değen bir sonuç üretilemedi. Söyleyecek sözü olanlar, varsa -ki Türkiye'nin buna çok ihtiyacı var- bu çok daha anlaşılabilir bir dil ile ifade edilebilirdi. Gezi Parkı eğer organik bir hareketse ben çok daha verimli sonuçlar beklerdim. Yeni bir diyalogun mayalanmasını ve kendini ifade edemeyenlerin sivil toplum örgütleri halinde toparlanmalarını hem kendi aralarında hem hükümete ve muhalefete bir diyalog gelişmesini isterdim. Görünüş itibariyle demokratik bir toplumda demokratik olarak ifade edilebilecek hakikatler anti demokratik sevimsizlikler haline evrildi. Bu bakımdan hareketin doğallığı ve sıhhati konusunda yorum yaparken daha ihtiyatlı olmamız gerekiyor. Türkiye'nin farklılıklarının değil, ortaklıklarının vurgulaması gerekir.
Kırılmanın kaynağında ne var?
Eğri oturalım doğru konuşalım. Siyasi iktidarın, son on yılda Türkiye'ye kazandırdıkları belki de Türkiye'nin son yüzyılda aldığı mesafenin toplamından daha fazla. Biraz şımardık mı acaba? Bu hızlı gelişme başımızı mı döndürdü. Şu anda Türkiye bütün muhalif gayretlere rağmen çok hızlı değişiyor ve gelişiyor. Her değişme gibi, bu değişmenin artıları da olacaktır, eksileri de. Yapılmayan ve yapılamayanları gördüğümüz kadar yapılanları da görmemiz ve takdir etmemiz gerekiyor. Aksi nankörlük olur. Türkiye topraklarında yaşayan insanlar olarak her hayrı da, her şerri de birlikte yaşıyoruz.
DÖVÜŞEN DEĞİL KONUŞAN TÜRKİYE
Kısacık ömürlerimizi, düşmanlıklar üreterek değil, ortak paydaları çoğaltarak yaşamamız lazım. Bu açıdan Hz. İsa'nın 'birbirinizi seviniz' mesajına sadece Hristiyan dünyanın değil, Türkiye'nin de ihtiyacı var. İstanbul ve Anadolu'nun pek çok şehri farklılıklarına rağmen bir arada yaşama tecrübesinin binlerce yıldır başarmış bir toplumuz. Bu konuda, bugünün Avrupa'sının dahi sur içi İstanbul tecrübesinden öğreneceğim çok şeyler var. Dövüşen değil, konuşan ve birbirini anlamaya çalışan bir Türkiye'ye muhtacız. Elimizdeki tabancayla kendi ayağımıza ateş etmek doğrusu tarihi tecrübelerimizle bağdaşmıyor.
TÜRKİYE DELİKANLILIK DÖNEMİNDE
Ülkemizdeki toplumsal hareketliliğin sonuçlarını anlattınız. Bu sonuçlar karşısında yapılacak şey nedir?
İnsan hayatında delikanlılık diye bir dönem vardır. 2023'te 100. yılını kutlayacağımız Türkiye cumhuriyeti, artık çocukluktan çıktı, delikanlılık dönemine girdi. Bu asabiyet, bir büyüme krizinin parçası. Büyük bir coğrafyanın ve büyük bir tarihin, bugün yaşayan varisleri olarak, kaybettiğimiz bilincimizi yeniden kazanmamız; kısır, güdük, cüceleşmiş, kabz halinde bir bilinç halinden, tarihin bize getirdiği derin, geniş, ferah ve insanı yücelten bilince, bu bilincin zenginliğine hicret etmemiz lazım.
Umudunuz var mı?
Ben, Anadolu'nun bin yıllık sağduyusunun İstanbul'un 2000 yıllık zekâsıyla birleşip, kuracağı yeni bir dünya medeniyetinin, sadece Türkiye'ye değil, sadece İslam ümmetinin –kendi içinde kavgalı hale getirilen- topraklarına değil, var oluşun sebebini arayan beşeriyete de huzur ve mutluluk getireceğine inanıyorum. İslam dünyası, -Mekke, Medine ve Kudüs'ü başımın üzerinde tutarak ayrı bir saygı ve sevgiyle takdis ettikten sonra- İstanbul'dan daha büyük bir medeniyet inşa etmedi diyorum. Bu medeniyet nerede imha edildiyse oradan ihya edilmeye başlanacaktır. Asya'daki Türklük dünyasında da, İslam topraklarında da, yeni bir şafağın parıltılarını görmek için bakışlar İstanbul'a çevrilmiş bulunuyor. Türkiye, siyasi, iktisadi ve insani ittifaklarını doğru kurduğu ve yürüttüğü sürece, kendini bilen ve kendini bulan bireylerin inşa edeceği yeni bir medeniyet, semavata açılan avuçlarımızın orta yerinde şekil bularak, tarih sahnesine çıkacaktır.
BAĞLAR YENİDEN KURULMALI
Bu toplumu tanımlayan bakış açısı ne olmalı?
Her Müslümanın benimsemesi ve içselleştirmesi gereken bir bakış. Hz. Mevlana'nın dediği gibi bir ayağımızı kendi toplumumuz ve değerlerimiz üzerine koyup, öbürü ile bütün dünya medeniyetlerini ve değerlerini öğrenme gayreti. Bu küçülen dünyada nefes alıp veren herkesin gayreti olmalı zaten. Ama İslamiyet'in bugün yaşayan temsilcileri olarak bizim ayrıca bir görevimiz var. Yaratıcı ile irtibatını koparmış olan beşeriyetin bu bağı yeniden kurmasını sağlamak.
Bu büyük bir iddia…
Ne mahzuru var? İslamiyet'i bir hakkın temsil etme şerefinden yeterince pay alan herkes, böyle bir gayretin sahibi olabilir. Açılmaya muhtaç olan bir formülüm var. O da şu: 'Namazın en büyük şeref olduğunu bilerek huzuru hakka vasıl olan bir kişinin, psikolojinin getireceği aydınlığa ihtiyacı yoktur. Zekâtını seve seve veren bir toplumun da sosyolojinin getireceği aydınlığa ihtiyacı olmayacaktır'
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.