Üç aylarda kendimizle buluşmak

Üç aylarda kendimizle buluşmak
“Şuurlu Müslüman” olup varlığımızı sorgulamak ve yaradılış hikmetine doğru “üç adım” atmak için mübarek “üç aylar”dan âlâ fırsat mı olur?

Birinci adım: Ben kimim?..

İkinci adım: Nereden geldim?..

Üçüncü adım: Nereye gidiyorum?

 

Birinci adım, Recep, İkinci adım Şaban, üçüncü adım Ramazan. Kendine özgü anlamı, şartları ve ibaretleri olan üç zaman dilimi…

 

“Devrimciler” ay isimlerini değiştirdiler: Muharrem, Safer, Rebiülevvel, Rebiülahir, Cemaziyelevvel, Cemaziyelahir, Recep, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkade ve Zilhicce diye giden ay isimleri birden ocak, şubat, mart, nisan oluverdi.

 

Oysa Ramazan ayı Kur’an’da, diğer bazı aylar hadislerde geçiyordu. Yani Müslüman’ın zamanı Kur’an ve hadisle irtibatlıydı: Recep “idrak ayı”, Şaban “intikal ayı”, Ramazan “oruç ayı” olarak kutlanırdı. Üçü birden “Mübarek Üç Aylar” olarak tanımlanır ve “kulluk şuuru”nun inşası için değerlendirilirdi.

 

Takvimi ve ay isimlerini değiştirirseniz, bütün bunları ıskalarsınız. Zamanın dinle irtibatı kopar. Kara kara düşünmeye başlarsınız: Yoksa amaç bu muydu?

 

Yani ay isimlerini değiştirmekle sadece geçmişimizden kopmadık, zamanın ibadetle irtibatını da kopardık! Dolayısıyla zaman sıradanlaşıp anlamsızlaştı. 

 

Neyse: Madem ki, üç ayların henüz başındayız, “şuurlanmak” konusunda üç ayımız var demektir.

 

Sormalıyız kendimize: Neden İsrail denen birkaç milyonluk devlet, bir buçuk milyar Müslüman’ı susta durduruyor?..

 

Neden üç yüz seneden beri hiçbir buluşun ve keşfin üstünde hiçbir Müslüman’ın imzası bulunmuyor?..

 

Neden dünya milletlerinin önderi ve örneği iken, en geri sıralara düştük?..

İslam dünyası neden kararsız, tutarsız, istikrarsız?..

Neden İslam dünyasını çapaçul diktatörler yönetiyor?..

Neden bütün tepkimiz, tepki duyduğumuz milletlerin ürettiği mamul maddelere ambargo koymaktan ibaret kalıyor da ondan iyisini üretmek üzere bir çabaya giremiyoruz?..

 

Neden dünya çapında karikatüristimiz, ressamımız, gazetecimiz, edebiyatçımız, siyasetçimiz, bilim adamımız yok?..

 

Neden Peygamber Efendimiz’e karikatürle hakaret eden karikatüristin karşısına karikatürle, romanla hakaret edenin (Salman Rüşdi’nin romanı) karşısına romanla, resme resimle, şiire şiirle karşı koyamıyoruz da bağırıp çığırarak cevap vermeye çalışıyoruz? 

 

(Hikâye malum: 1409’larda Bursa’ya gelen İranlı bir âlimin, Efendimiz hakkında küçültücü ifadeler kullanması üzerine Süleyman Çelebi kaleme sarılmış ve “Vesiletü’n Necat” [bildiğimiz mevlid] isimli muhteşem eserini yazmıştı. Ne ambargo, ne galeyan: Fikre karşı fikir, kaleme karşı kalem, kelama karşı kelam! Bu yöntem o kadar etkili oldu ki, atılan tüm iftiraları sildi süpürdü. Bugün o iftiraların esamisi dahi okunmazken, Mevlid hâlâ gürül gürül okunuyor)…

 

Mübarek gün ve gecelerde bu konular üzerine kafa yorabilir, kabiliyetimiz ölçüsünde görevler üstlenebiliriz. En azından böyle tasalarımızın olması gerekiyor…

 

Aksi taktirde “Müslüman dindar”lar “kemiyet” (sayıca) olarak artarken, “keyfiyet” (nitelik) olarak azalmaya devam edecekler.

 

Bendeniz “Mübarek Geceler”de kara kara bunları düşünürüm…

 

Sanırım üç aylar boyunca da kafamı tırmalayan benzer suallere cevap üretmeye çalışacağım.

 

Ve “Müslüman birey” olarak, Müslümanları “kurun-u vusta”da (ortaçağ) tevkif eden (durduran) engelleri kendimce aşmanın formüllerini üretmeyi deneyeceğim.

 

Tabii hepiniz üç ayları alışageldiğiniz tarzda değerlendirmekte, ya da değerlendirmemekte özgürsünüz.

 

Yavuz Bahadıroğlu

www.yeniakit.com.tr/yazarlar/yavuz-bahadiroglu/

Kaynak:

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.