Turan Koç: İslam Estetiği ve Sanatı
Turan Koç: İslam Estetiği ve Sanatı
Medeniyetimizin tarihsel süreç içindeki açılımlarına baktığımızda, bilebildiğim kadarıyla, yirminci yüzyıla gelinceye kadar bilim, ahlâk, hukuk, iktisat ve benzeri hiçbir alanda, hiçbir kurum, kitap, kavram ya da disiplinin başında ayrıca bir "İslâmi" ön takısı kullanma ihtiyacı hissedilmemiştir.
Modern zamanlarda İslâm dünyasının Batı medeniyetinden, önce bilim ve teknoloji alanında olmak üzere, giderek her alana sirayet edecek şekilde derin bir şekilde etkilenmiş olması olgusu kendi özgün duyuş, algılayış, anlayış, anlamlandırış güç ve yetisinde büyük burkuntular oluşturmuş, sonunda dil ve söyleminde telafisi zor kırılmalara yol açmıştır. Batı medeniyetinin aşırı farkında olma tecrübesi, karşılığında bütün İslâm dünyasına, "kendisinin farkında olarak yaşama" tecrübesini yaşatmıştır.
"İslâm estetiği", "İslâm sanatı", "İslâm felsefesi" ve "İslâm hukuku" gibi tamlama ya da daha yerinde bir ifadeyle adlandırmalar, ilk bakışta bir dîn ve medeniyetin belli bazı kurum ya da başarılarına atıfta bulunan nesnel adlandırmalar olarak görünmektedir. Ancak, bu tür adlandırmalara daha yakından bakıldığında, bunların belli bir bakış açısını ve ibarenin delâlet ettiği şeye (müsemmâ) karşı mesafeli duruşu yansıtan adlandırmalar olduğu görülür. Açıkça ifade etmek gerekirse bu tür adlandırmalar, bir yerde nesnel bir yaklaşımı veya tarafsız bir duruşu dile getiren isimlendirmelerdir. Ama başka bir açıdan bakıldığında, bu dil veya böyle bir adlandırmanın her şeyden önce atıfta bulunduğu şey karşısında bir çeşit kayıtsızlığın, hatta ona yabancılaşmanın bir ifadesi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Hatta bu tür ifadeler, son tahlilde ve her şeyden önce oryantalist bir bakış açısını yansıtan ifadeler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir medeniyete ait herhangi bir kurum, kavram ya da telakki anlam ve önemini o medeniyet bütünü içinde tuttuğu yerden ve o medeniyet içinde oynadığı rolden alır. Medeniyet kendisini bu kurum ve kavramlarla görünür ve bilinir kılar. Bunlar, belli zaman ve zemin şartları üzerinden doğrudan doğruya o medeniyeti dile getirir ve onu temsil eder. Öyle ki, hiçbir medeniyet veya din, kendi güç ve durumundan emin olduğu yerde, kendi kurum ve oluşumlarından söz ederken veya bu konularda bir adlandırma yaparken, ayrıca kendi adını zikretme ihtiyacı hissetmez. Büyük medeniyetlerin ihtişam dönemlerindeki bu tür etkinliklerine baktığımızda bunu açıkça görürüz. Daha açık bir söyleyişle, kendinden emin bir medeniyet kendi kurum ya da disiplinlerini kendi adını zikretmeden anar. Bu tür kurum ve benzeri oluşumların, ait oldukları bütünün adıyla zikredilmesi oldukça yeni bir şeydir ve son çözümlemede, bir yerde ama biraz çarpık bir biçimde, o bütün kesimi görme biçimini yansıtır. Bu durumun, psikolojik "kendisinin farkında olarak yaşama" (self-conscious) tecrübesiyle bir ilgisi olduğu söylenebilir. Böyle bir tecrübede insan, ağırlıklı olarak başkasının gözetiminde yaşadığı duygusuna veya zehabına kapılır; tüm yapıp ettiklerini başkaları denetleniyormuş duygusu içinde gerçekleştirir; dolayısıyla bir şekilde başkalarına göre ve başkaları için yaşar.
Medeniyetimizin tarihsel süreç içindeki açılımlarına baktığımızda, bilebildiğim kadarıyla, yirminci yüzyıla gelinceye kadar bilim, ahlâk, hukuk, iktisat ve benzeri hiçbir alanda, hiçbir kurum, kitap, kavram ya da disiplinin başında ayrıca bir "İslâmi" ön takısı kullanma ihtiyacı hissedilmemiştir. İmam Eş'arî'nin Makâlâtu'l-İslâmiyyîn adlı kitabında geçen "İslâmiyyîn" kelimesi de bugün "İslâm" kelimesinden anladığımız anlamda değildir. Bu durum, İslâm medeniyetinin tarihsel tecrübelerinde ve özellikle ihtişam dönemlerinde nasıl bir özgüven içinde olduğu ve nasıl bir kendini görme biçimine sahip bulunduğunu gösterir.
İmdi, bugün sıkça kullandığımız "İslâm Sanatı" veya "İslâm Estetiği" gibi tanım ve tamlamaların medeniyetimizin çağdaş tecrübesini ve bir yerde kendimizi görüş biçimini yansıtan yeni ve hatta biraz çarpık bir adlandırma olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu durum veya böyle bir adlandırma, İslâm sanat ve estetiğini "Sanat" ve "Estetik" kümelerinin herhangi bir alt kümesi olarak görüldüğü gerçeğini ifade eder. Dahası, böyle bir adlandırma ya da bakış açısını mantık sonucuna götürecek olursak; bundan, İslâm'ın veya medeniyetimizin, hakikati olsa olsa ancak kısmî bir şekilde ifade ettiği, bütünün tam olarak ancak "Estetik" veya "Sanat" denen büyük kümede yakalanabileceği sonucu çıkar. Bu durum medeniyetimizin hakikat idrakinin kabul edebileceği, kaldırabileceği ve katlanabileceği bir sonuç ya da yaklaşım değildir.
Medeniyetimizin kurucu kaynağı veya farklı bir adlandırma ile, dayanağı olan Kur'ân'a baktığımızda veya bu medeniyetin tarihsel süreç içinde temsil edici sentezleri olan gerek sanat gerekse başka alanlardaki göz alıcı eserleri göz önüne getirdiğimizde böyle bir adlandırmanın ne denli kusurlu ve çarpık olduğu açıkça görülecektir.
Doğrusu, şimdi içinde bulunduğumuz ortamda öyle bir konumdayız ki atıfları çok daha başka yerlere uzanan veya yerine oturmayan bu tür adlandırma ya da tamlamaları kullanmaktan bir yerde kaçınamıyoruz. Her yerde ve hemen herkesin dil ve söyleminde bu tür ifadelerle karşılaşıyoruz. Kanaatimce, burada tutulması gereken en sağlıklı yol budur.
Bu tür adlandırmalardan elden geldiğince kaçınmak ve kullanmak zorunda kaldığımız durumlarda da bunların bilgi düzeyinde yapılmış zihnî bir sınıflama olduğunun farkında olarak kullanmaktır. Ve açıkça belirtmek gerekirse kullanıyoruz da. Evet, "İslâm Sanatı" ve "İslâm Estetiği" gibi, önünde "İslâm" kelimesi olan bir tamlama, sözgelimi İngilizce konuşan bir dünyada bir şeyler ifade edebilir; ama bu tür tamlamaların İslâm dünyasında da aynı anlamda ve aynı içerikle kullanılıyor olması insanda buruk bir tat bırakmakta ve izahı güç zihnî burkulmalara sebep olmaktadır. Daha açık konuşmak gerekirse, bunlar ciddi bir zihnî kırılmaya işaret etmektedir. Zira bu tür kullanımlar kültür ve medeniyetimizin dilindeki ciddi semantik ve sentaktik kırılmaların göstergeleridir.
Bu tür adlandırmalar sanat söz konusu olduğunda, salt zihnî kavrayışın ötesine geçerek tecrübe ile de ilgili bir boyut kazanabilmektedir. Zira sanatımızı, sözgelimi görsel düzeyde, salt göze hitap eden yönüyle ele alıp değerlendirmek son derece eksik olur. Burada görsel unsurlar kadar neyin göründüğü, gösterilmeye çalışıldığı, yani muhteva da önemlidir. Sanat eserlerimiz muhtevanın, öze İlişkin kavrayışın artistik ifadeleridir. Medeniyetimizin kendisini gerçekleştirişinin önemli bir göstergesi olan sanat eserleri asıl anlam ve önemini bu medeniyetin bir dili olmasında bulur. Sanat eserleri, sahih ve temsil edici tezahürlerinde medeniyeti bütün olarak gören bir dil mükemmelliğine ulaşır. Bu dil, yerine göre dönem ve bölge şartlarının etkisini de yansıtarak ve gerektiğinde başka medeniyetlerden devşirdiği değerleri de söylemine katarak, her şeyden önce medeniyetin kendi varlık, bilgi ve değer telakkisini dışa vurur. Bu bakımdan, sanat eserleri hakikat idrakini görünür kılmanın müstesna yollarından biri olarak çıkar karşımıza. Sahih sanat eserlerinde özle biçim ayrılmaz bir bütün oluşturur. Böyle sahih bir bakış ve isabetli bir dilin yakalandığı yer ve durumlarda medeniyetin kendisini görüş tarzı ve ben bilinci daha doğrudan ve sahih bir ifadeye kavuşur. Medeniyetin kendisini görünür kılma işinde yakaladığı sahih dilin hâkim olduğu dönemlerde başka kültür ve medeniyetlerin dil ve söylemi ikinci sıradan ve gerilerden duyulan bir ses haline gelir. Medeniyetimizin ihtişamlı dönemlerinde durum böyleydi. Modern dönemlere gelindiğinde, Batı medeniyetinden derin bir şekilde etkilenmiş olmam olgusu kendi medeniyetimizin sesinin kısılmasına veya en azından bazı açılardan hiç duyulmamasına neden olmuştur.
Gerçekten, modern zamanlarda İslâm dünyasının Batı medeniyetinden, önce bilim ve teknoloji alanında olmak üzere, giderek her alana sirayet edecek şekilde derin bir şekilde etkilenmiş olması olgusu kendi özgün duyuş, algılayış, anlayış, anlamlandırış güç ve yetisinde büyük burkuntular oluşturmuş, sonunda dil ve söyleminde telafisi zor kırılmalara yol açmıştır. Kısaca, Batı medeniyetinin aşırı farkında olma tecrübesi, karşılığında bütün İslâm dünyasına, yukarıda sözünü ettiğimiz, "Kendisinin farkında olarak yaşama" tecrübesini yaşatmıştır. Bu durumun psikolojik, sosyolojik, ahlâkî, ekonomik, siyasi, teolojik ve elbette estetik ve artistik açıdan da çok büyük olumsuzlukları olmuştur. Her şeyden önce, herhangi bir durum ya da olayla ilgili anlama, anlamlandırma, değerlendirme ölçü ve yaklaşımlarımızda büyük farklılıklar oluşmuştur. Tabiî, bu durum sanat anlayışını, sanatsal dil ve söylemi de etkilemiştir. Elbette, farklı kültür ve medeniyetlerle karşılaşmamız kaçınılmazdır. Hatta bir medeniyetin, başka kültür ve medeniyetlerle sürekli ilişki içinde olması da gerekir. Zira bir medeniyetin kendi içine kapanıp kalmaması için başka medeniyetleri iyi tanıması, onların yorum ve yaklaşımlarından yararlanarak yeni sentezlere ulaşması, böylece kendimi sürekli yenilemesi son derece olumlu bir şeydir. Bu, İslâm medeniyeti için de söz konusudur. Burada önemli olan, bu yeni yorum ve yaklaşımlarla yeni sentezlere ulaşma sürecinde kendi medeniyetimizin esas aldığı varlık, bilgi ve değer anlayışına sadık kalmaktır.
Bilindiği gibi, medeniyetimiz tarihte çok sayıda farklı kültür, medeniyet, din, dinî ve felsefî öğreti ile karşılaşmış ve bütün bu karşılaşmalarda, olumlu ve değer ifade eden birtakım unsurları bünyesine katarak kendisini yenilemiş ve her defasında kendisini daha bir zinde kılarak tarihteki yerini almıştır.
Gerçekten, sanatsal dil, felsefi, bilimsel, ahlâkî diller gibi bir dildir ve hiçbir dil ya da söylemde varoluş tecrübesi, hakikat idraki ve telakkisini ifadeye artistik dil ve söylemden daha yakın, daha doğrudan veya onun kadar sıcak değildir. Sanatımız, her tür ve düzeyde, çeşitli şekil ve tarzlarda geliştirdiği ifade tarzlarıyla nihai anlamda medeniyetimizin yaslandığı hakikat idrakinin kulağa, göze ve gönle hitap eden bir sesi olmuştur. Bu özelliği ile bu dil, yani sanat, tarihsel süreç içinde felsefe, hikmet, kelam, ahlâk ve tasavvuf dilinin hizasında bir yerde durmuş, bu dillere aykırı bir söylem geliştirmek şöyle dursun, onların semantik içeriklerinin daha iyi anlaşılması, daha derinden ve göze, gönle hitap edecek şekilde kavranması konusunda önemli bir işlev görmüştür.
Kısaca, İslâm sanatının dili, İslâm imanı üstünde yükselen medeniyetin tarihsel süreç içinde farklı dönem ve bölge şartlarını da görerek geliştirdiği bir dili olmuştur. Bu sanat her tür ve düzeydeki açılımlarında bağlı olduğu gelenek çizgisinden sapmadan ve her dalda kendi klasiğini de oluşturarak bağlı olduğu hakikate tercüman olmaya çalışmış, din karşısında asla bağımsız bir statü elde etme çabası içinde olmamıştır. Kısaca, bu sanat, özellikle kuşatıcı temsil edici özelliği olan cami mimarîsi gibi sanat eserleri ile ilgili olarak, "Bunlar nedir?" diye bir soru sorulduğunda, "İslam" diye cevaplandırabileceğimiz bir konumda olmuştur.
İslâm sanatı İslâm'ın dünya görüşünün dilidir. Bu dilin her şeyden önce gözettiği veya göz önünde bulundurduğu husus Tevhid olmuştur. İster mimarî ve hüsnühat gibi görsel alanda olsun, ister ezan, ilahî ve şiir gibi işitsel ve edebi alanda olsun, bütün sanatlar Tevhid'e yaslanmıştır. Tevhid, mesajın estetik ifadesi olarak, bu sanatın en başta gözettiği ilke olmuştur. Kısaca, İslâm sanatı her türlü gerçekleşişiyle imanın estetik boyutunun bu sanatın ele aldığı alana uygun bir dil ile tezahürüdür. Kaldı ki iman tecrübesi de bir yönüyle estetik bir tecrübedir.
İslâm sanatı, varlığı ya da varoluşu asıl kaynağı üzerinden okuyan bir konuma sahip olduğundan, her dönem ve düzeydeki açılımlarında olgu-değer ayırımına asla yer vermemiştir. Bu bakımdan, sembolizme kapılarak fani olanı baki olanın yerine ikame etme anlayışına hiçbir zaman yüz vermemiştir. Bu sanat, taşın taş olduğu, insanın insan olduğu ve Hâlik'in de Hâlik olduğu anlayışına sonuna dek sadık kalmış, bu anlayışı artistik bir form içinde göz kamaştırıcı bir şekilde ifadeye kavuşturmuştur.
İslâm sanatının ayırt edici özelliklerinden biri de insanın gözüne, gönlüne, kulağına, ruhuna, aklına ve sırrına hep birden hitap eden bir dille konuşmuş olmasıdır. Bu özelliği ile bu sanat insanın ve âlemdeki esrarın keşfinde önemli bir araç olarak işlev görmüştür. Başka bir ifadeyle, bu sanat müşahede âlemini gayba bağlayan bir köprü olmayı bir meziyet bilmiştir. İslâmî varlık ve hayat telakkisinin görünür ve hissedilir kılınmasında bu sanat son derece ayrıcalıklı bir yerde durur. Zira bu sanat sürekli hakikati ifade ve ilkâ etmenin yollarını aramış, seçkin ve temsil edici örneklerinde de bunu başardığım göstermiştir. Bu sanatın dilini anlayan bir insan âlemde asla yalnız olmadığını anlar. Öyle bir şulesi var ki şem'-i canın / Fanusuna sığmaz asmanın
İslâm sanatının pratik hayatta her şeyden önce gözettiği gayesi ise hayatın güzelleştirilmesi ve anlamlılığının gösterilmesi olmuştur. Bu sanatın epistemolojik ve pratik gayesine âşinâ olan biri olanı olduğu görme yolunda belli bir donanım kazanır. Zira bu sanatta gayb ile şehâdet âlemi, tenzih ile teşbih ortak ve süzme bir dil üzerinden mükemmel bir ifadeye kavuşur. Zihnî kavrayış ile gönlün yakaladığı hakikat aynı kanalda buluşarak ve aynı dili paylaşarak bize daha derin, anlamlı, nitelikli hayatın görülmemiş boyutlarını yaşatır. Bu sanat idrakimizi gayba sarkıtmanın veya yükseltmenin önemli bir aracı olarak iş görmektedir. Burada bütüne açılma söz konusudur. Süleymaniye Camii ile Süleyman Çelebi'nin Mevlid'i veya Sezai Karakoç'un "Esir Kentten Özülkeye" şiiri, form olarak çok farklı olsalar da aynı yerden bakar ve aynı özü paylaşır.
İslâm sanatının söz konusu bu epistemolojik ve pratik gayesi yanında ve bunlarla birlikte anılması gereken önemli bir özelliği de, bu sanatın, Kur'ân'ın indiği veya Hz. Peygamberin hayatta olduğu günlerdeki his ve heyecana andıran duyguları çağrıştıran, bu tür duyguların yeniden yeşermesine vesile olabilecek bir güç ya da istidada sahip olmasıdır. Zaten bu sanat dil ve söylemiyle Hz. Peygamber'in (SAV) hayatının, bu hayatın daha sonraki dönem ve çevrelerde hassas ruhlar tarafından alımlanışı ve algılanışının bir açılımı olarak ortaya çıkmıştır. Medeniyetimizin hemen her alandaki estetik tezahürleri İslâm'ın hakikat tasavvurunun daha derinden ve daha yakından hissedilmesi konusunda bir ortam sağlar.
Nihayet İslâm sanatı, iman tecrübesine yaslanan boyutuyla insanın kendini gerçekleştirmesinin son derece önemli bir aracı olarak ortaya çıkar. Bu sanat Allah'ın yaratmasına, yaratıklarına ve vahyin geldiği kanala sonuna dek açık olan duyarlılığı ile din ve medeniyetimizin önemli bir dili olarak ortaya çıkmıştır. Bu dil, bizden, kendisine karşı, tercümanı olduğu telakkiye benzer bir telakkiye sahip olmamızı talep eder. Daha açık bir söyleyişle, medeniyetimizin estetik tezahürleri olan sanat eserleri, ortaya çıkış süreçlerinde, sanatçının, Allah'ın iradesine bağlı bir kalem ucu, bir sadâ, bir çekiç darbesi olduğu duyarlılığı ile ortaya konmuş eserlerdir. Bunlar en sonu, bizim telakkimizde Rahmanı tecelli ile buluşmanın göstergeleri olarak yer alırlar. Değil mi ki her şey fânidir.
Ey hâme eser senin değildir. / Ey şeb bu seher senin değildir.
* (Sabahattin Zaim Üniv. İslâmî İlimler Fakültesi Dekanı) ** Bu yazı Akdeniz Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ve İSAV tarafından düzenlenen "İslam ve Sanat" konulu tartışmalı ilmî toplantıda açılış konuşması olarak sunulmuştur. *** Bu yazıda kullanılan görseller İTO'nun "İstanbul'un Renkli Hazineleri" isimli çalışmasından alınmıştır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.