Sözde 'Filistin Barış Planı’nı' kimler, neden destekliyor?

Sözde 'Filistin Barış Planı’nı' kimler, neden destekliyor?
Geçtiğimiz günlerde Beyaz Saray’da Trump ve Netanyahu’nun ortak basın toplantısıyla açıkladığı “Refah İçin Barış” isimli tek taraflı Filistin planı büyük tartışmalar doğurdu.

İstanbul

Geçtiğimiz günlerde Beyaz Saray’da Trump ve Netanyahu’nun ortak basın toplantısıyla açıkladığı “Refah İçin Barış” isimli tek taraflı Filistin planı büyük tartışmalar doğurdu. “Yüzyılın Anlaşması”, İsrail’in sahada kaba kuvvetle oluşturduğu uluslararası hukuka aykırı realiteyi meşrulaştırma ve işgalin ilhaka dönüşmesine zemin hazırlama amacıyla sunuldu. Plan, bölge siyasetini uluslararası hukuk bağlamından çıkarıp orman kanunu hükümlerine sokmayı hedefliyor.

Sözde barış planı “Siyasi Çerçeve” ve “Ekonomik çerçeve” olmak üzere iki kısımdan oluşuyor. Planla, Filistin devleti ve toprakları birbirine köprü ve tünellerle bağlanarak yönetilemez ve paramparça hale getiriliyor. Kudüs’ün tamamı İsrail’e bırakılıyor ve İsrail’in “bölünmez başkenti” olarak kabul ediliyor. Batı Şeria’daki Filistin’in toprak varlığı yüzde 95’lerden yüzde 70’e iniyor. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 194 sayılı kararı yok sayılarak 6 milyon civarında Filistinli mültecinin topraklarına geri dönüşü engellenirken Batı Şeria’daki yasa dışı Yahudi yerleşim yerlerinin sürdürülmesi yer alıyor. Gazze’de Hamas’ın muhatap alınması için öne sürülen teslimiyet şartlarından biri olarak da silahlı mücadeleden vazgeçme öne çıkıyor. Dış politikada İsrail’e bağımlı, ordusuz ve savunmasız bu ucube devletin bağımsız davranma ihtimali de haliyle yok oluyor. Trump’ın uluslararası kamuoyuna “Filistin için son şans” şeklinde pazarladığı plan, aslında böylece hem Filistinlilere yöneltilen bir tehdit hem de onları isyana teşvik eden bir plan oluyor.

Belirtmek gerekir ki bu plan sadece ideolojik-ırkçı çılgın bir proje olmaktan ibaret değil. Plan, aynı zamanda dünyanın süper gücü ve en hukuk tanımaz devletlerinden birinin himayesinde fiili durum ve sonuç doğurma ihtimali yüksek, oldukça tehlikeli bir teşebbüs. Plan bağlamında Filistin meselesinin nasıl gelişeceğini anlamak için 2 Mart İsrail seçimlerini beklemek gerekiyor. Zira ABD’nin İsrail Büyükelçisi David Friedman ile Filistinli yetkililerden adeta nefret eden Jared Kushner arasında “Filistin topraklarının ilhak zamanlaması” üzerinde anlaşmazlık var. Büyükelçi Friedman, Netanyahu’nun tekrar seçilmesi için ilhakı hemen gerçekleştirme taraftarı. Kushner ise daha çok Arap devletinin plana destek vermesi için ilhak seçeneğini şimdilik rafa kaldırmaktan yana ve Netanyahu’ya yaptığı telkinler sonucu da ilhak için 2 Mart sonrasını bekleme kararı çıkardı.

Orta Doğu’yu sonu öngörülemez bir kaosa sokabilecek bu plana en sert tepkiyi gösteren ülkeler Türkiye ve İran. Türkiye, planın iki devletli çözümü bitirmeyi ve Filistin topraklarını gasp etmeyi hedefleyen bir ilhak planı olduğunu söylüyor, yöneticiler Kudüs’ü “kırmızı çizgi” ilan ederek siyaseten çok açık bir tavır sergiliyor. Ancak sanılanın aksine bu ilhak planına destek verenler az değil. Pek çok ülke plana değişen oranlarda destek veriyor.

Almanya’dan BAE’ye Fransa’dan Suudi Arabistan’a bu skandal plana verilen açık-gizli desteğin arkasında neler yatıyor? Böylesi hukuk tanımaz skandal bir karar nasıl destek bulabiliyor?

Arap coğrafyası

Öncelikle belirtmek gerekir ki Obama döneminde başlayan ve Trump döneminde iyice belirginleşen yeni bir dünya jeopolitiği ve Orta Doğu denklemi var. Bu yeni dönemde Filistin sorunu dünya gündeminde arka sıralara gerilemişti. Ölçek ve beklenti düşürülmüştü. Hem küresel hem bölgesel güçler için Filistin sorunu tali bir konu haline gelmişti. Benzer şekilde, son yıllarda Suriye, Irak ve Yemen iç savaşları gibi yakıcı sorunlarla boğuşan Orta Doğu’da Filistin sorunu önceliğini kaybetmişti. Arap rejimlerinin dış politik gündem ve çıkarlar listesinde Filistin meselesi artık pek yer bulmuyordu. Körfez, Suudi Arabistan ve hatta Mısır için bile durum uzun süredir böyleydi.

Kurumsal olarak bakıldığında 21 üyeli Arap Ligi ve 57 üyeli İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) kurumsal olarak plana karşı olduklarını deklare ettiler. Fakat birçok Arap devletinin şimdilik (taktik) bir sessizlik içinde olduklarını söyleyebiliriz. İlerleyen zamanlarda plana daha açıktan destek verebilirler. Hazırlanma aşamasında pek çok Arap diplomattan yardım alınması ve planın açıklandığı sırada Umman, Bahreyn ve BAE büyükelçilerinin Beyaz Saray’da hazır bulunması bunun işareti.

Plana yönelik şaşırtıcı Arap desteğinin önemli kaynaklarından biri, İran’ın Filistin sorununu Orta Doğu’da kendi askeri-ideolojik gücü ve dayanaklarından biri olarak etkin şekilde kullanıyor olması. Arap yönetici elitleri (örneğin BAE Washington lobisi) kendi rejim güvenliklerine tehdit gördükleri İran’ın bölgedeki hegemonya arayışına son vermek istiyor.

Avrupa

Planın devlet seviyesinde bazı Avrupa ülkelerinden gördüğü destek de dikkat çekici. Mesela İngiltere, Almanya ve Fransa hükümetlerinin verdiği tepki incelemeye değer. Britanya Dışişleri Bakanı Dominic Raab, Filistinlilere yaptığı çağrıda planı değerlendirirken “içten ve adil bir gözle bakmaları” gerektiğini ve “müzakereler için bir ilk adım” olabileceğini düşünmeleri gerektiğini ifade etti. İngiltere’nin verdiği bu destek aslında şaşırtıcı değil. Zira çiçeği burnunda Başbakan Boris Johnson Brexit sürecinde Amerikan aşırı sağının (Alt-Right hareketinin) -ve özellikle Steve Bannon’ın- yardımını fazlasıyla görmüştü. Trump’ın muhafazakârlığı aşırı sağa kaydıran iktidar anlayışı ile İngiliz hükümetinin yaklaşımı zaten uyuşuyor.

Almanya’nın verdiği temkinli tepki daha da ilginç. Desteğin birçok sebebinden bahsetmek mümkün. Birincisi tarihsel arka planın ağırlığı. Almanya’nın Nazi geçmişi ve Holokost suçu hiç şüphesiz II. Dünya Savaşı ve İsrail’in 1948’deki kuruluşundan bu yana İsrail’le olan ilişkilerini şekillendiren en temel dinamiklerden biri olmaya devam ediyor. Bununla bağlantılı olarak söz konusu plan 27 Ocak’taki Uluslararası Holokost Anma Günü’nden bir gün sonra açıklandı. 29 Ocak’ta İsrail Cumhurbaşkanı’nın Berlin ziyareti ile Federal Meclis’in Holokost’u anma etkinliğine iştirak etmesi ve bu esnada Alman medyasında antisemitizm ile mücadele tartışmalarının zirvede olması Alman hükümetini plana dönük sert eleştirilerden kaçınma konusunda daha hassas kılmış görünüyor.

İki ülke arasındaki mevcut ilişkilere gelince, eski Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel’in görev süresi bittikten sonra yeni bir yakınlaşma dönemine girildiği söylenebilir. Nitekim halefi Heiko Maas göreve geldikten hemen sonra “Auschwitz yüzünden siyasete girdim” diyerek, kendi gibi bir sosyal demokrat olan Gabriel’in İsrail’le diplomatik krize yol açan yerleşimleri kınama ve Filistinlilerin bir apartheid rejiminde yaşadığı yönünde yaptığı açıklamaların artık geçmişte kaldığının sinyallerini vermiş bulunuyor.

Bunun yanında, İsrail’le ikili ilişkiler ve dış politikada transatlantik taahhüt olarak adlandırabileceğimiz Almanya’nın en önemli siyasi müttefiki ABD ile genelde koordineli tavır takınmanın yanı sıra iç siyasi sebepler de rol oynuyor. İsrail’in güvenliğini Alman devletinin bir varlık sebebi (Staatsräson) olarak sunan mevcut hükümet, kendi iç tutarlılığını aşırı sağ AfD’ye karşı korumak zorunda. Hatırlamak gerekirse, AfD, İsrail’deki Likud iktidarı ile yakın ilişkilere sahip Almanya’nın en güçlü muhalefet partisi. Öte yandan planı, uluslararası hukuku çiğneyen bir ilhak önerisi olarak değerlendiren sol parti Die Linke’nin Alman kamuoyunda marjinal bir pozisyonu temsil ettiğini unutmamak gerekiyor.

Koalisyon hükümetinin meclis grubu üyelerinin açıklamalarına baktığımızda ise, Filistinlilerin kendileri için hayati olan bir meselenin dışında bırakılmasının bir temsil sorununa neden olduğunu dikkatli bir dil kullanarak ifade ettiklerini görüyoruz. Dolayısıyla meşruiyet zemini kırılgan olan böylesi bir anlaşmanın barışa hizmet etmeyeceğini de kabul ediyorlar. “Yüzyılın Anlaşmasının”, onu iç siyasi baskılara karşı kendi seçmen kitlelerine bir zafer olarak sunmak isteyen Trump-Netanyahu ortaklığında geliştiğini ön plana çıkarıyorlar. Ne var ki bu yaklaşım, gelinen aşamayı ve planı hazırlayan tarihsel sürecin barındırdığı hata ve ihmalleri göz ardı ediyor. Anlaşmanın doğuracağı sonuçlar ile uluslararası toplumun sorumluluğuna hiç değinilmiyor.

Dış politika açısından bakıldığında, Almanya’nın, bizzat müzakereci olarak katkıda bulunduğu, kendi güvenliği ve AB güvenliği açısından önemsediği, fakat İsrail’in yoğun çabaları neticesinde ABD tarafından tek taraflı olarak feshedilen nükleer uzlaşı konusunda dahi yeterince güçlü bir siyasi tutum sergileyemediği söylenebilir. Almanya, ekonomik çıkarlarının ve muhafaza etmeye çalıştığı transatlantik ortaklığın gölgesinde nükleer anlaşma konusunda da bağımsız bir politika yürütemiyor, “Yüzyılın Anlaşmasını” Avrupa Birliği içerisinde istişare edeceğini bildirmekle yetiniyor. Fakat siyasette çok taraflılığı (multilateralism) kendine düstur edinen Almanya, BMGK’daki geçici üyeliği sebebiyle dış politikada bir ikilem yaşıyor. Bir yanda uluslararası platformlardaki baskın söylemlere (uluslararası hukukun üstünlüğüne vurgu vb.) eklemlenme politikası bir yandan da İsrail’in çıkar ve güvenliğini merkeze alan bir tarafgirlik arasında denge siyaseti izlemeye çalışıyor.

ABD’deki Yahudi lobisine eşdeğer bir güç olmamakla birlikte Almanya’da siyasetin, özellikle de Orta Doğu politikasının, İsrail lehine yön alması için çalışan etkili aktörlerin varlığını da göz önünde bulundurmak gerekir. Sonuç itibariyle, Almanya açısından “Yüzyılın Anlaşması’nın” içeriğini ve muhtemel sonuçlarını görmezden gelerek Filistin ve İsrail taraflarının razı olduğu iki devletli bir çözümün gerekliliğini tekrarlayan cılız bir söylemi ciddi bir eylemin takip etmeyeceğini öngörebiliriz.

Fransa da genel hatlarıyla Trump’ın planını olumlu karşılayan bir tutum sergiliyor. Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılan resmî açıklamada “hukuk zeminine oturan iki devletli bir çözümün bölgedeki barış için vazgeçilmez olduğu” yorumu yapıldı. Ayrıca Fransa’nın “bu doğrultuda ABD, Avrupalı müttefikler ve bu hedefe katkı sağlayabilecek tüm taraflarla işbirliğini sürdüreceği” vurgulandı. Söz konusu “taraflar” içinde şüphesiz Fransa’nın silah ihraç ettiği ülkeler arasında ilk sıralarda yer alan Mısır, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) var. Bir zamanlar Filistin davasının savunucuları olan bölge ülkelerinin konuyla alakalı onaylama ile çekimserlik arasında seyreden mevcut tutumları, Trump Amerika’sıyla olduğu gibi Netanyahu’nun İsrail’iyle de iyi ilişkiler için çabalayan Fransa için bir fırsat niteliğinde. Dış politikada maliyetsiz olan bu desteğin iç politikada da benzer bir karşılığı var. Nitekim Macron’un geçen yıl antisemitizm ile anti-Siyonizm arasında bir farkın olmadığı iddiası daha sonra 72 ret oyuna karşılık 154 oyla antisemitizmin kapsamını genişleten yasanın habercisi olmuştu. Bu yasayı siyasi bir zafer olarak gören İsrail için, Makron hükümetinin Trump’ın planına destek vermesi, Fransa’nın BMGK’daki daimi üyelerden biri olduğu düşünüldüğünde, işgali ilhaka çevirme sürecinde ciddi bir kazanım anlamına gelebilir.

ABD

Trump yönetiminin sözde barış planı üzerinden yürüttüğü iki temel hedefi var. Öncelikle, Trump’ın tüm İsrail kararlarının zamanlamasına baktığımızda iç siyasi skandalları örtme telaşını görmek mümkün. Örneğin son olarak Trump’ın eski Milli Güvenlik Danışmanı Bolton, planın ilanından iki gün önce Trump’ın Ukrayna konusunda yalan söylediğini açıklamıştı.

Fakat planı bu ve benzeri saiklere (mesela azil soruşturmasına) bağlamak Türkiye’de sık yapılan bir hata ve indirgemecilik. Burada Trump’ın azil sürecinin ötesinde, hem iç hem de dış siyaset açısından bir hesap olduğunu görmemiz gerek. Birincisi, 9 ay sonra ABD Başkanlık seçimleri var. Trump ABD seçim sürecinde, planı açıkladığı sırada salonda hemen solunda ilk sırada oturan Las Vegas kumar milyarderi Yahudi işadamı Sheldon Adelson’ın ve salondaki diğer Evanjelik bağışçıların mali desteklerine muhtaç. Trump bunun yanında, siyaseten kendinden çok daha zor durumda olan Netanyahu’nun 2 Mart seçimlerinde elini güçlendirmek ve bu plan ile ona İsrail siyasetinde biraz alan açmak da istiyor.

Tüm bu iç siyasi hesapların yanında bu planın ABD’nin yeni “grand” stratejisini beslediğini de görmek gerekir. Bilindiği üzere ABD, Obama döneminde daha da artan Çin ve Rusya küresel etkisini Orta Doğu’da azaltmak istiyor. Gerçekten de Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin İran Nükleer Anlaşmasını imzalayan Obama yönetimine duydukları öfke, onları Çin ve Rusya’ya yaklaştırmıştı. Trump yönetimi, bu trendi durdurmak ve İran ve Suudi Arabistan’ın yer altı kaynaklarının Çin sanayisini beslemesi yolunu bu plan ve benzeri hamlelerle kesmek istiyor.

Özetle, enerji tedarikinde bağımsızlığını ilan eden ABD’nin Orta Doğu politikası artık devlet aklından çıkıp kişisel hesaplara (Kushner) ve ideolojilere (Hristiyan Siyonizm’i) teslim olmuş durumda. Bahsi gecen skandal plana dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen açık-gizli destek ve Filistin davasından genel anlamda vazgeçiş, uluslararası hukuk, sağduyu ve dış politikada makul olanın daha da bertaraf olabileceğini gösteriyor. Dolayısıyla, önümüzdeki dönemde Filistin dünya siyasetinde daha da yalnız kaldığı bir dönemle karşılaşabilir. Bu yeni verili durumda Türkiye tercih ve önceliklerini iyi değerlendirmelidir. Filistin önümüzdeki süreçte daha büyük dayatmalara maruz kalabilir. Türkiye daha yoğun bir diplomatik mesai dönemine hazır olmalıdır.

[Sakarya Üniversitesi Ortadoğu Enstitüsü müdürü olan Prof. Dr. Tuncay Kardaş, eleştirel güvenlik, savaş sosyolojisi ve medya semiyotiği alanlarında çalışmaktadır]

[Serra Can, Sakarya Üniversitesi Ortadoğu Enstitüsü'nde araştırma görevlisidir. Avrupa-Ortadoğu iliskileri ve Ortadoğu'da hiyerarşi konularında çalışmalar yürütmektedir]

 

Kaynak:

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.