Sezai Karakoç’un Şehirleri
Bu hareketi, bitkilerin yaptığı tropizma yani yönelim hareketiyle de ilişkilendirebiliriz. Bitkilerin hareketi ışığa, suya, kimyasal maddeye vs. yönelme şeklindedir. Şehirlerde de böyle bir yönelim söz konusudur. Yani şehirler, insanlar eliyle ya karanlığa yönelirler; ya da aydınlığa. Şehir karanlıktaysa insan da karanlıkta, şehir aydınlıkta ise insan da aydınlıktadır.
Şehirler aynı zamanda tarihin de canlı şahitleridir. Şehirler yeryüzünün portreleridirler. Şehirler özel manada insanı, genel manada ise medeniyeti temsil ederler. Bu bakımdan şehirlerin zamana projeksiyon tutma kabiliyetleri de vardır. Üstad Sezai Karakoç, bu hususun farkında olduğu için, şehirlere günümüz insanlarından farklı bir misyon yükler. Öncelikle şehirleri büyüklerimizden, dedelerimizden kalan bir miras olarak kabul etmemiz gerektiğini söyler. Yani bir insan, kendisine miras kalan bir evi nasıl koruyorsa, şehirleri de en az onlar kadar koruması gerekir. Bir evin yapılmasında beş-on kişinin emeği varsa, bir şehrin imarında binlerce hatta yüz binlerce insanın emeği vardır.
Üstad Sezai Karakoç, yaklaşık altmış yıldır İslâm Medeniyetini esas alan şiirler-yazılar yazdı. Daha sonra bunu bir ekol hâline getirerek bu harekete “Diriliş” adını verdi. Bir defasında yalnız kaldığımızda kendisine, üstadım, “Diriliş” kelimesi nereden aklınıza geldi diye sormuştum. Şöyle demişti: “1960 yılında, “Bir Milletin Basübadelmevti” diye bir yazı yazmıştım. Bu yazıdan sonra artık “Diriliş” fikrini, isim olarak kullanmaya başladım. Biliyorsunuz, “basübaldemevt” kelimesi, âmentümüzde geçer ve “ölümden sonra kalkış” anlamındadır.
İşte bu -diriliş- mefhumu, şehirler için de geçerlidir. Üstad Sezai Karakoç,
İslâm Medeniyeti topraklarında geniş bir panorama çizdiği için, âdeta medeniyetin kuarkına? bile temas ettiği için, üstadın bütün şehirlerini yazmak, başlı başına bir kitap konusudur. Semerkant’ı, Isfahan’ı, İslâmabad’ı, Mekke’yi, Medine’yi, Kahire’yi, Gazze’yi, Kudüs’ü, Şam’ı, Bağdat’ı, Tahran’ı, Kuala Lumpur’u, Kerbelâ’yı… Bunun yanında ülke olarak Etiyopya’yı, Azerbaycan’ı, Filipinler’i, Eritre’yi, Türkistan’ı, Afganistan’ı, Lübnan’ı, Bosna’yı… ve üstadın -onu düşünmek beni yaşlandırdı- dediği “Cezayir’i” ilk etapta örnek verebiliriz. Ülkemizdeki şehirlerden ise üstadın üzerinde en çok durduğu dört şehir vardır. Bunlar: İstanbul, Bursa, Konya ve Diyarbekir’dir.
Biz bu yazıda bu dört şehirler beraber Şam, Bağdat ve Kudüs’ten bahsetmeye çalışacağız.
İslâm Medeniyeti’nin temerküz noktalarından biriydi. Sahabelerin, mezhep âlimlerinin, şuaranın,udebanın kısacası aşkın ağırlık merkezlerinin başında geliyordu Bağdat. Bağdat, Moğol istilâsına uğradığı zaman, Dicle ve Fırat nehirlerinden aylarca kan aktığı söylenir. Kütüphaneler yakılmış yıkılmış, önemli eserler ortadan kaldırılmış, ilim mektepleri talan edilmiş… Moğollar, öyle bir tahribat yapmışlar ki, o dönemde yaşayan Sıbt İbnü’l Cevzi, umudunu kaybedip şu çarpıcı cümleyi kullanmıştır: “Galiba bu ümmetin ömrü bu kadarmış.” 20.asra geldiğimizde ise 1980-1988 yılları arasında, 8 yıl aralıksız devam eden İran-Irak savaşı ve 2003 yılındaki II. Körfez Savaşı sonunda Bağdat’ın hâl-i pür melâli ortadadır.
İslâm Medeniyeti’nin önemli kilometre taşlarından biri olan Şam’ın da kaderi Bağdat’ın kaderinden pek farksız değildir. 2011 yılından beri yüz binlerce insan katledildi, evsiz yurtsuz bırakıldı. Coğrafi olarak güneş ışığını en çok alan şehirlerden biri olan Şam, ontolojik olarak ne yazık ki güneşten faydalanamıyor. 1400 yıldır kardeş olduğumuz Şam, ne bizi tanıyor artık ne de biz onu! Değişen keşke sadece yüzümüz olsaydı; yüreklerimiz de değişti.
Üstad Sezai Karakoç bir şiirinde, bu mümtaz kardeşliği şu şekilde ifade ediyor:
”Ben Şam’ı bin yıl öncesinden bilirim, annemin sütü kadar yakın bana…” Annemizin sütü kadar bize yakın iken, maalesef şimdi Amerika’dan daha uzak oldu Şam.
Kudüs’e gelince… Kudüs, İslâm Medeniyeti’nin nişanlarındandır. Üstad Sezai Karakoç, bu medeniyet nişanı şehri, bütün insanlığın şehri olarak görür. Üstad Sezai Karakoç, yine bir şiirinde, Kudüs için şu ifadeyi kullanır: “Ve Kudüs şehri, gökte yapılıp yere indirilen şehir.”
Tarih boyunca Kudüs için hep büyük savaşlar yapıldı. Çünkü; Kudüs, hem Müslümanlar için hem Hristiyanlar için hem de Yahudiler için kutsallığı olan bir şehirdir. Hristiyanlar için, Kudüs Hz. İsa’nın doğum yeri, yani Tanrının oğlunun doğum yeri olması hasebiyle; Yahudiler için eski başkentleri olması hasebiyle, Müslümanlar içinse hem Hz. İsa’nın doğum yeri olmasından dolayı, hem Müslümanlığın tevhid esasına dayanması, yani Hz. Âdem’den beri devam eden tevhid esasının Hz. Davud, Hz. Süleyman ve Hz. Musa’nın gelip o topraklarda Allah’a bağlılığı olan devletler kurması, bunun yanında biz Müslümanlar için ilk kıble olması ve Peygamber Efendimiz(s.a.v)’in orada miraca yükselmesi gibi hâdiseler, Kudüs’ün diğer dinlerden daha çok bizim dinimiz için önemli olduğunu gösterir.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Kudüs, son defa elimizden çıktı. İngilizlerin oyunuyla Filistin toprakları Osmanlı Devleti’nden koparıldı. Bu koparma harekatının kuklacısı Yahudiler, kuklası ise Hristiyanlardı. Yani bugün Amerika, İsrail ve İngiltere birbirinden bağımsız düşünülemez. Dünya piyasasını yöneten Yahudiler, ABD kuklasıyla İsrail’in çıkarlarını koruyor. Burada iç içe geçmiş, birbirinin yüreğinde bağdaş kurmuş bir “Jüdeo-kratia” söz konusudur. Yani Hristiyanların ve Yahudilerin menfaatleri gereği birbirine yardım etmektedirler. Bu noktada rahatlıkla şunu söyleyebiliriz ki, Batı Medeniyeti ne sadece Hristiyanlardan ne de sadece Yahudilerden müteşekkildir. Onların heterojen karışımıdır.
Bu yüzden Kudüs’ün sembolik bir anlamı vardır. Yani Kudüs’ü elinde bulunduran medeniyet, o gün için daha önde demektir. Bu nedenle Kudüs’ün jeo-stratejik, jeo-politik, jeo-kültürel, jeo-teolojik tarafları vardır. Kudüs’ün bir bayrak görevi vardır. Ve yüzyıldır o bayrak Batı Medeniyeti’nde gerçek sahibini arıyor. Kudüs’ün görevdaşlık meselesi, Ayasofya için de geçerlidir. Ayasofya sadece bir camii değildir. Camiilerimizin dolmadığı, hatta üçte birinden fazla dolmadığı maalesef ki gerçektir. Ancak; Ayasofya’nın açılması müslümanlar için stratejik ve politik yönden büyük bir katkı sağlayacaktır
. Ayasofya için, üstad Sezai Karakoç, bir kitabında şöyle demektedir:
”Zavallı Ayasofya! Çarmıha gerili olan, Hz. İsa değil, Ayasofya’dır, Müslüman Ayasofya.”(Bu arada şunu da belirtmem gerekir ki, bize okullarda öğretilmiş bilgilerden olan, başlangıç meridyeninin İngiltere’nin Greenwech kasabasından geçtiği bilgisi eksik ya da yanlış bir bilgidir. Çünkü, başlangıç meridyeninin Ayasofya’dan geçtiğine dair bilgiler de vardır.)
İstanbul… Osmanlı’ya yıllarca başkentlik yapmış bir şehir. Üç kıtada toprağı olan endemik bir şehir. İslâm Halifeliğinin merkezi. Yahya Kemal’in İstanbul’u. Nedim’in Sitanbul’u.
Üstad Sezai Karakoç’un hemen hemen herkesin “Ey Sevgili” diye bildiği, Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine –IV isimli şiirinde, İstanbul’un içinde bulunduğu durumu sürgün-vuslat perpektifi ile anlatır. O şiirde, sürgün olan İslâm Milletidir. Başkentler başkenti ise İstanbul’dur. Sevgi ve hasretin iç içe harmanlandığı ve İslâm merdiveniyle Peygamber’e, Allah’a ulaşmayı konu edinmiştir o şiir.
İstanbul’un siluetini bozan gökdelenler, yüksek otel binaları, betonlaşma çalışmaları maalesef İstanbul’un bağrına saplanmış bir hançer gibi gözlerimizin önünde duruyor. Bu yanlışlığın müsebbibi olarak, artan nüfusu göstermek ironiktir. Müslüman mimarlara-mühendislere değil de, estetik fondan anlamayan ya da müslümanca bir mimari yapıyı geçer akçe saymayan müteahhitlerce katledilen bu ulu şehir, gün geçtikçe acılarını artırarak olduğu yerde kıvranıyor.
Bize İstanbul’u genç ve sağlıklı bırakan ecdada layık olamadık. Bugün İstanbul’un akciğerleri diyebileceğimiz ormanları neredeyse yok gibi. Genç İstanbul, kocamış İstanbul olmaya doğru gidiyor. Oysa Medeniyet gökdelen dikmek, otel inşa etmek değildi. Şayet medeniyet bu olsaydı, dünyanın en yüksek gökdelenlerinin/otellerinin olduğu Dubai, en medeni ülke olurdu.
Bursa… Osmanlı devletine başkentlik yapmış ilk şehir. Evliyalar şehri. Evliya Çelebi’nin Bursa’nın Ayasofya’sı dediği Bursa Ulu Camii’nin kandiliyle aydınlanan şehir. Somuncu babanın, Üftade hazretlerinin, Emir Sultan’ın ayak bastığı nadide şehirlerdendir Bursa. Üstad Sezai Karakoç, Bursa’ya büyük önem verir ve onu Diriliş ülkesinin başkentlerinden biri olarak görür. Bursa, Diriliş’in ilk merhalesini oluşturur. Diriliş sütununun yükseldiği şehirlerin başında gelir Bursa. Medeniyetimizin dirilişi bu bakımdan Bursa ile sıkı sıkıya ilişkilidir. Üstad Sezai Karakoç, bir şiirinde bu duruma işaret ederek, şunu söylemiştir:
“Gün gelecek Bursa Ulu Camii’nin en suskun taşları bile konuşacaktır.” Evet, Bursa’nın dirilişi, medeniyetimizin dolayısı ile şehirlerimizin dirilişinin habercisi olacaktır. Üstad Sezai Karakoç’un gözüyle Bursa’ya bakan Diyarbekir’i, İstanbul’a bakan Kudüs’ü, Şam’a bakan Mekke’yi görebilir.
Konya… Selçuklular’a başkentlik yapmış şehir.Belde-I muhayyere olarak bilinen yani seçkin insanların olduğu şehir. Sezai Karakoç’un hakikatin merhameti dediği kişi olan Mevlâna’nın şehri. Gönül gözü açık olanların diyarı. Sadrettin Konevi’nin mekânı. Türkiye’nin kalbinin ortası. Diriliş kanının gürül gürül aktığı medeniyet damarı. Âlimlerinve bilgelerin insan ekip biçtiği devasa ova.11949835_1607567409467978_1324076999_n
Diyarbekir… Üstad Sezai Karakoç’un doğduğu ve çocukluk yıllarını geçirdiği ve “sanki ruhumun şehri” diye bahsettiği şehir. Çin Seddi’nden sonra, dünyadaki en uzun surlara sahip şehir. Bir tarafında Karacadağ, diğer tarafında Zülküfül dağı. Anadolu’daki ilk camii olan Diyarbekir Ulu Camii’nin Mekke, Medine, Kudüs ve Şam’dan sonra 5. kıble-i şerif olarak kabul edildiğine dair rivayetler olsa da, bu bilgi yüzde yüz kesin değildir. Ama mübarek şehirlerden biri olduğu her hâlinden bellidir. Hz. Elyesa ile Hz. Zülkifl’in ve 28’den fazla sahabenin kabrinin olduğu şehirdir Dİyarbekir. Diyarbekir’in Yahudiler için de önemi vardır. Onlar kendileri için vaat edilen topraklar içindeki şehirlerden, en önemli olanlarından biri olarak görürler Diyarbekir’i.
Ne yazık ki günümüzde, Diyarbekir Kürt meselesine indirgenmiştir. Ve Diyarbekir, göz göre göre gözden düşürülmektedir. Hz. Ömer zamanında fethedilmiş bu İslâm şehri, maalesef yanlış tanımlamalara maruz kalmaktadır. Üstad Sezai Karakoç’a geçtiğimiz Kurban Bayramında bu konuyla ilgili şunu demiştim: Üstadım, Diyarbekir’de de “Diriliş’i” açalım, olmaz mı? Üstad da şöyle demişti: ”Açalım; ama cesaretli insanlar lazım!
Üstad Sezai Karakoç’un gerek şiirlerinde, gerekse nesirlerinde “şehir” mefhumu, hem kelime olarak hem de mânâ olarak geniş bir yer tutar. Zira yazımızın başında dediğimiz gibi, şehirler medeniyetin temsilcisidirler. Dilerim, bahsettiğimiz bütün şehirler dirilir ve İslâm Milleti artık esaret altından kurtulur. Ve gelecek nesillere gıpta edilecek şehirler ve anıtlar bırakır. Yazımı konuyla ilgili üstadın bir şiiriyle bitirmek istiyorum.
“Bırak ben ağlayayım, esir pazarında satılan Afganistan’a, açlıktan milyonları kırılan Afrika’ya, Filipinler’e, Habeşistan’a, Eritre’ye, Filistin’e, esaret prangasıyla kıvranan, Kafkaslar, Azerbaycan ve Türkistan’a, bütün milletlere ülkelere ben ağlayayım, sen demir gibi olmalısın, çelik gibi sabah yıldızı… Sen Diriliş yıldızısın, büyük tanığısın, Allah’a inanmanın.”
Selâm ve dua ile…
Yusuf Bilâl AYDENİZ
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.