Sezai Karakoç: Misyonerlik Faaliyetleri

Sezai Karakoç: Misyonerlik Faaliyetleri
"Biz sizinle konuşmayız. Ne zaman bizim de, sizin burada açtığınız kiabevi gibi, Londra’da, New york’da, Paris’de, Roma’da Kur’an-ı Kerim’i tanıtan ve öğreten kiabevlerimiz olur, o zaman sizinle eşit olarak tartışabiliriz.."

Sezai Karakoç: Misyonerlik Faaliyetleri

"Biz sizinle konuşmayız. Ne zaman bizim de, sizin burada açtığınız kiabevi gibi, Londra’da, New york’da, Paris’de, Roma’da Kur’an-ı Kerim’i tanıtan ve öğreten kiabevlerimiz olur, o zaman sizinle eşit olarak tartışabiliriz.."


“Bir öğle tatilinde, Beyoğlu Vergi Dairesi’nden çıkmış, İstiklal Caddesi’nde yürürken, Kitab- Mukaddes Şirketinin, vitrinini, çeşit çeşit, irili ufaklı İncillerle donattığı kitabevinin önünde bir süre durup kitaplara baktım.

Bir ara, biraz ötede, sanki oradan geçen bir yolcu gibi duran biri yanıma yaklaşıp: “bu kitaplar neyi anlatıyor acaba?” diye sordu. Ben de, bu kitabevinin hıristiyanların dinlerini propaganda için dünyanın her tarafında açtıkları kitabevlerinden biri olduğunu söyledim.

O, hep soru soruyordu. Sanki hiçbir bilgisi yokmuş da öğrenmek istiyormuş gibi bir görünüm içindeydi. Sözü, kitapların muhtevasına getirmek istiyordu. Gelen geçenlerden ya da kitabevinin vitrini önünde kitaplara bakanlardan bazıları da bize kulak misafiri olmaya başlamışlardı.

Kısa zamanda bu adamın öyle kendini göstermek istediği gibi bir meraklı olmayıp burada durup ilgilenenleri söze tutarak Hıristiyanlığa çekmek isteyen bir misyoner olduğunu anladım. Çünkü konuşmamızı bir tartışmaya çevirmek, bilerek sözlerimi yanlış anlamış görünmek gibi klasik misyonerlik taktikleri uyguluyordu. Asıl amacı da etrafımızda toplaşan kişilerin dikkatini bu konulara, incile, hıristiyanlığa çekmekti.

Giderek, o ilk görüntüsünü unutuyor, “konuşalım” diyordu. “Ben sizi ikna edemem. Ama bizim büyüklerimiz var, Mercan yokuşunda “Biblhavz”a gidelim. Orada konuşalım” Adeta yalvarıyor, neredeyse çeketimden tutup çekmek istiyordu.

Ona dedim ki: ”Seni anladım. Sen bir misyonersin. Çocukluktan itibaren en az 20-25 yıl bu görev için yetiştirildin. Yüksek tahsilin vardır. Teolojiden başka tarih, psikoloji, sosyoloji, antropoloji de okudun. Yabancı diller öğrendin. Görevin bu. Konuyu, hakikat için değil, propaganda için konuşursun. Kulağını verip dinlemezsin. Şartlandırılmışsın. Sadece bildiklerini tekrarlamak, telkin etmek istersin. Biz sizinle konuşmayız. Ne zaman bizim de, sizin burada açtığınız kiabevi gibi, Londra’da, New york’da, Paris’de, Roma’da Kur’an-ı Kerim’i tanıtan ve öğreten kiabevlerimiz olur, o zaman sizinle eşit olarak tartışabiliriz. Siz bugün İslam ülkelerine kültür istilacıları gibi girmişsiniz. Gücümüz olsa çıkarırız. Sizinle diyaloğumuz bugün için sözkonusu olamaz. Ancak dediğim şart gerçekleşirse, ilmi tartışmalar olmak üzere karşılıklı münazaralar düzenlenebilir” dedim ve yürüdüm. O hala beni Biblhavzlarına davet edip duruyordu. Yanımda bulunan arkadaş: Kabul etseydin, gitseydik keşke, belki iç yüzlerini öğrenirdik. Neden reddettin?” dedi. “İç yüzlerini öğrenmemiz mümkün değildir. Bu misyoner, bir avcı gibi, o kitabevinin önünde tezgâhını kurmuştur. Bilhassa gelip geçen üniversite öğrencilerini avlayıp Hıristiyanlık telkin etmek için dediği yere götürmek görevindedir. Orada da ötedenberi uyguladıkları bir takım usulleri vardır. Bu konuda çok tecrübelilerdir. Dünyanın her tarafında teşkilatları vardır. Sırlarını ise bize sızdırmazlar. Boşuna zaman harcamayalım.” dedim.

Beşiktaş’ta Abbasağa Parkı’nın yanındaydı evimiz. Pencerelerimiz, Serencebey Camiine bakıyordu. Kışın bile yeşildir oralar. Parkın üstünde de ufak bir kahve vardı. Babam, bazı günler o kahveye giderdi. O kahveye gayrimüslimlerden de gelenler olurmuş. O vakitler, İstanbul’un her semtinde gayrimüslimler vardı. Şehrin nüfusu bir, bir buçuk milyon kadardı. Bir çok semtte gayrimüslimlerin havası hakimdi. Beşiktaş’ta çok değillerdi.

Babam, yine bir gün kahveye gittiğinde masasına iki ermeni oturmuş. Derken konuşma din tartışmasına dönmüş. Babam, islamı anlatarak, överek onları dinimize ısındırmağa çalışıyormuş. Biri hiç konuşmayıp dinliyormuş. Biri ise sürekli itiraz ediyormuş.

Bir hayli konuştuktan sonra, o hep susan ermeni arkadaşına: “Ne itiraz edip duruyorsun? Bizim dinimizde ne namaz var, ne oruç, zayıf bir dindir. Kalk gidelim…” demiş. Kaçıp gitmişler. Herhalde biraz daha kalsalar dinlerini kaybedeceklerinden korkmuşlar…

(Sezai Karakoç, Hatıralar, Diriliş dergisi, 1989, sayı:72)

 

Kaynak:

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.