ŞAKİR DİCLEHAN: Sezai Karakoç’un Efsâne Şiiri: Monna Rosa-IV-
Eğer bu aşk olmasaydı, böyle bir şiir de çıkmazdı ortaya.
Sezai Karakoç’un efsâne haline gelen “MONNA ROSA” isimli şiiri üzerindeki incelemelerimizi sürdürüyoruz. Çünkü şairi sevenin de, sevmeyenin de kafasında hep şu soru vardır:
--Bu şiiri, nasıl ve ne şekilde yazdı?
İşte bu soruya SAĞLIKLI cevap bulabilmek için şiir üzerindeki sis perdesini kaldırmaya çalışıyor ve mümkün mertebe şairin verdiği bilgilere dayanarak edebi çevrelerde oluşan algıyı düzeltmek amacıyla bu yazı serisini okuyucuyu da sıkmadan birkaç bölüm halinde sürdürmeye çalışıyoruz..Unutmamak gerekir ki, şairlerin ayrı bir dünyaları ve insanların anlamakta güçlük çektikleri bir hayal âlemleri vardır.Peki :
--Kimdir şair?
Seklindeki soruya, Sezai Karakoç, cevap bulmak amacıyla şu bilgileri verir:
“Şair, yalnız samimini değil, aynı zamanda samimiliği yoğuran ve ondan yeni bir ruh biçimlendirendir. Bu sebeple “olan” ın ve “yapan” ın zıtlığını birleştirme zorunda kendi kişiliğinde.
Yaşamla sözün zıtlığını gidermek.
Duygu ile kelime arasındaki zarları yırtmadan, hayat ağacına asılan bir meyve gibi güneşe tutmak, eser haline gelecek olan eğilimi.
Karakoç, efsâneleşen Monna Rosa’yı şu duyguların etkisinde kalarak yazdığını ifade ediyor: “Gül” ve benzeri birçok mazmunu bu şiirle devreye sokmak mümkün oldu tekrar edebiyatımızda. Ancak hecenin ömrünü uzatmak imkânsızlaşmış. Her şeyin bir ömrü var bu dünyada. Arûz, Mehmet Âkif ve Yahya Kemal’le ömrünü tamamladı. Diriltme çabaları netice vermedi. Hece şiirini de, Halk şiirini bir tarafa bırakırsak, Necip Fazıl’la sona ermiş sayılır.
Bizim neslimizin şiiri, serbest şiir dönemi oldu. Şiire heceyle başlamama, Dört Monna Rosa’ nın üçünü heceyle yazmama rağmen, ben de, dünya şiirinin akışından kendimi hariç tutamayarak serbest şiire geçmiş oldum. Üçüncü Monna Rosa’ da bu geçiş belirgin bir şekilde fark edilebilir. Monna Rosa, bir nevi, hecenin sona erişi ve serbeste geçiş diye özetlenebilecek bir dönemin şiiridir.”
Karakoç’un verdiği bilgilere bakılırsa Monna Rosa dört bölüm halinde ve sonuncu bölüm, “Yine Monna Rosa” olmak üzere yazılmıştır.
Şimdi de şiirin asıl doğuşunu, doğuş kaynağını şairin ağzından dinleyelim.
“Monna Rosa’nın, her şiir gibi, bir doğuşu vardır. Amma, şiire bakıp senaryolar uydurulduğu söyleniyor ki, bunların çoğu asıl ve esastan mahrumdur şüphesiz. Şiire bakıp tümünü hayatın bir fotoğrafı gibi düşünmek, şiiri hiç anlamamak demektir. O kadar ki, hayattan şu veya bu şekilde yansıyan renkler, çizgiler dahi, şiire realiteyle ilgilerini keserek, tamamen değişerek girerler. Dante’ nin “İlahi Komedya”sında geçen Beatrice’in gerçekten var olup olmadığı tartışılmış ve birtakım yakıştırmalardan öte kimlik bağlantısı kurulamamıştır.
Bu tür şiirlerin ve eserlerin dış dünyada görünüşte bir ilham kaynağı olsa veya olduğu farz edilse bile şiirdekinin, hayattakine nasıl bir sırla bağlı olduğunu hiçbir psikoloji bilgini kıyamete kadar söylemeye muktedir olamayacaktır. Goethe, otobiyografik olduğu söylenen ilk eserinin kahramanı Werther’i intihar ettirir sonunda. Bu roman, bir intihar salgınına sebep olduğu için, bir süre eserin sonu değişik yayınlanmıştır. Goethe’ye Werther’i niçin öldürdüğü sorulduğunda “Werther öldü, ben kurtuldum” demiş ve böylece eserin, otobiyografik ilintisini bir parça ifşa etmiştir.
Bana gelince, ben, ne bir Doğu Werher’iydim. Ne de düşünülebilecek senaryoların kahramanı. O günkü psikolojimde, Monna Rosa’da çizilen portre ile ilişkisi farz edilen “seçilmiş” biri, yüce bir âlem çerçevesinde düşünülebilen, en temiz duyguların yöneleceği, bir “kardeş” olabilirdi. Ancak bunu da, reâlitede gerçekleşmek mümkün olmadığına göre, şiir doğuyor ve hayatla olan çelişmesinin bütün azap ve ıstıraplarını beraberinde getiriyordu.”
Monna Rosa’yla ilgili olarak şairin verdiği bilgilerde doğruluk payı ön planda olduğu gibi, en güvenilir kaynak olduğu da kuşkusuzdur elbette. Ancak hayatta “Tekâmül” diye bir kanun da vardır kâinatta. Mutasavvuflar yaradılış silsilesini: Cemâd (cansızlar). Nebat (bitkiler),hayvan, insan ve insan-i kâmil (olgun ve kemâle ermiş insan ) şeklinde belli bir sıralama ve düzenleme içinde ele alırlar.
Karakoç, dönüp geriye baktığında, gençlik yıllarında his ve heyecanının dorukta olduğu bir dönemde yazdığını kabul etmekle beraber, okuyucunun zihninde değişik bir çağrışım ve algı oluşturmaması için bazı yorumlarda bulunmaktadır. Ne diyelim ki mal Karakoç’un malı, tasarruf da onun hakkıdır. Ancak edebiyat alanına çıkan bir eser, bir şiir, bir roman, bir öykü artık okuyucuya mal olduğundan sonradan onun üzerinde değişiklik yapılmış olsa da eserin ilk hali okuyucunun zihninde yer ettiğinden eser hep o imajla tanınır ve yaşar.
Tanpınar “Belki, en büyük kuvvetim, boşluklarımı, zaaflarımı bilmekliğimdir.” der. Fakat büyük sanatkârlara bunu kabul ettirmek çok güçtür.
Karakoç; şiiri kitap olarak yayınladığında, özellikle birinci bölümde bazı değişiklikler yapmıştır. Belli ki şair, “gençlik hevesi” dediği bir aşkın, bir sevdânın rumuzu olan akrostişten (şiirde dizelerin baş harfleriyle belli bir isim ya da soyadı oluşturmaya denir) yıllar geçtikçe rahatsız olmuştur. Örneğin: “Geyve’nin Gülleri”, “Gülce’nin Gülleri” olmuş, ayrıca “Ben bir deliyim”, “Ben öteliyim” şekline girmiştir.
Monna Rosa’daki dördüncü beşlik, üçüncünün yerine geçmiş ve tamamen değişmiştir. Oysaki şiirin “Mülkiye Dergisi”nde çıkan ilk şeklinde söz konusu bent şöyledir ve eskilerin “sehl-i mümteni’”(Kolay ve sâde göründüğü halde söylenmesi zor olan söz. Bu sözün “sehl-i mümteni’” oluşu, taklit edilmeyişiyle ortaya çıkar.) dedikleri türden bir benttir.
“Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi
Bende çıkar güneş aydınlığa
Bir nişan yüzüğü, bir kapı sesi
Seni hatırlatır daima bana
Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi”
Şiirin diğer bölümlerinde ise önemli bir değişiklik görülmese de reâliteye karşılık gelen bazı yer adlarının değiştirildiği dikkatten kaçmamaktadır. Örneğin: “Geyve” yerine “Gülce”, “Karacadağ” yerine “Karadağ” olarak, üçüncü kısımda da “Batan güneşe doğru kurşunlar sıkıp” dizesindeki “güneş” kelimesi yerine “gün” kelimesi girmiş ve yer değiştirmiştir şiirde.
Monna Rosa, çıktığı günden itibaren adeta tarikatlardaki menkıbevi bir renge bürünen bir aşk öyküsü, bir gizemli dünyayı sırtında taşıyan bir Hüma Kuşu, gençliğin aşk ve sevda duygularını içinde barındıran bir türkü konumuna yükseltilmiş ve bu gözle bakılmıştır şiire.
Doğrusunu söylemek gerekirse mahiyetini çok iyi bilmediğimiz bir gençlik sevdasından, bir gönül ilişkisinden, temiz bir aşktan mülhem bir şiir midir acaba Monna Rosa? Şayet böyle bir durum yaşanmışsa –ki öyle olduğu anlaşılıyor- Bu duygu insanoğlu için doğal ve normal bir duygu olup, şairler tarafından şiir kalıbına dökülebilmiştir daima. Eğer bu aşk olmasaydı, böyle bir şiir de çıkmazdı ortaya. Bir gençlik sevdasından, bir coşku ve heyecan yoğunluğundan ötürü şairi kınamak, doğru olmadığı gibi, bir kimsenin aklına da gelmez böyle bir tenkit zaten.
Tertemiz duygularla başlayan böyle bir sevgi yumağına rağmen Karakoç’un ısrarla ve üstüne basa basa “öykü”yü gizlemeye, perdelemeğe çalışması da onun sanatkârlık mizacından gelen bir duygu şeklinde kabul etmek gerekir. Belki şiirin öyküsünün söylenip konuşulmasından, dedikodusunun yapılmasından, yayılmasından ve bu durumun ön plana çıkartılarak şiire gölge düşürülmesinden ötürü endişe duymuş ve böyle bir duyguya kaptırmıştır şair Karakoç kendisini.
ulukanal.com
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.